Reha Ruhavioğlu – İslam Kardeşiliği’ne “Cumartesi Anneleri” Dâhil mi?
Türkiye’de sistem kendini hızla yeniden onarır, “sessiz bir devrim” yaşanırken bazı şeyler nedense hiç değişmiyor. Müslüman ahalinin mazlumiyet ve mağduriyetinin giderilmesi bu süreçin belirleyici unsurlarından biri olsa da “bağzıları” için adalet nedense hiç gelmiyor. Reha Ruhavioğlu’nun içtenlikle sorduğu soruya Müslümanların verecek bir cevabı olup olmadığı merak konusu. Kimileri için bu bir “kompleks”, kimilerimiz her fırsatta “hani?” diye sorguya çekilmekten yılmış ve yorulmuş da olabilir. Biz hiçbirşeyi beğenmeyen, herşeye muhalefet eden muzırlar olarak bu soruyu öpüp başımıza koymayı erdem görüyoruz. Sorulan her sorunun, mutlak bir hesabın parçası, her birimizin de bununla mükellef olduğumuzun hatırlatılması olarak düşünüyor ve hatırlatanlara, unutmayanlara şükrediyoruz. “Orada ne işin var?” diye soranlara “Neden burada değilsin?” diye mukabele etmek temennisiyle biz unutmayanların, hesap soranların, analarımızın yanında saf tutmayı görev sayıyoruz.
REHA RUHAVİOĞLU
insanın elinden çıkamayacak kadar kötü hikayeleri zihnime çizgi filmmiş gibi kaydederdim eskiden.
zaman zaman durup düşününce hala öyle yaptığımı fark ediyorum. örneğin bosna’da müslümanların yahut ruanda’da tutsilerin uğradığı katliamların insan elinden çıkabileceğini kabullenmeyen zihnim, bunları bir film karesi olarak kabul edebiliyordu ancak…
kars’ın digor ilçesinde bulunduğum bir zaman, doksan üç yılında yayla ve tarlalara gidişin yasaklanmasının protesto edildiği bir yürüyüş esnasında askerlerin sivil halkı silahlarla taradığına dair tanıklıklar dinlemiştim. en küçüğü sekiz, en büyüğü seksen yaşında on yedi kişinin yaşamını yitirdiği, altmış üç kişinin de yaralandığı bu elîm hadiseyi kabullenmekte zorlanan zihnim, onu film ile gerçek arası bir yere kaydetmişti bir zaman…
bir zaman sonra şırnak’ta delik deşik edilmiş bir ev görmüştüm. ağır silah ve roketatar saldırısına maruz kalmış bu evin duvarlarında yüzlerce kurşun izi vardı. insanı taş gibi donduran bu manzarayı seyrederken yanımdaki ses o birkaç gece ve sonrasında olanları anlatıyordu. damı uçan evleri, balyozlarla evin tabanına kazılan sığınakları, ahırlarda günlerce ve gecelerce hayvanlarla iç içe yaşamaları, gözaltıları, işkenceleri, faili meşhur cinayetleri, kayıpları, yıkımları, göçleri… bütün bunları bir film karesi olarak kaydedebilirdi zihnim, ama sahibinin bir anıt olarak bıraktığı o delik deşik ev, ancak filmlerde olabilecek kötülükleri çıplak bir gerçeklik olarak önüme koyuyor, “insanlık” ile bir hesaplaşma için yakamı silkeliyordu…
çocuklarının yanında açmak istemediği o günü benimle paylaşan bir “zorunlu göç” mağduru, evlerin ağır silahlarla tarandığını fakat caminin toplarla yıkıldığını anlatırken yutkunuyordu. hikayedeki acının gerçekliği, insanın ne menem bir varlık olduğunu yüzüme vuruyor, başta söylediğim insana yakıştıramama durumundan eser bırakmıyordu.
her hikayede ölenler, dağa gidenler, karakola gidip dönmeyenler, nereye gittiği bilinmeyenler ve onların ardında “zorunlu göçe” maruz kalanlar vardı. kentlere sürgün gidenlerin, yani gidip de dönmeyenlerin, hatta nereye gittiği dahi bilinmeyenlerin ardında kalanlardan bir grup kadın “cumartesi anneleri” diye girdi hayatımıza…
…
hasan ocak, 21 mart 1995′te gözaltına alındı ve 55 gün sonra işkenceyle öldürülmüş bedeni kimsesizler mezarlığında bulunana dek onu arayan annesi emine ocak “oğlum nerede?” dedikçe dayak yedi, gözaltına alındı, hapse atıldı… hasan ocak’ın cesedinin bulunmasından sonra, adalet umutları tükenen kayıp yakınları 27 mayıs 1995′te giderek yükselen sessiz çığlıkları ile oturma eylemlerine başladılar…
1999 yılına kadar her cumartesi saat 12’de “kayıplar bulunsun, failler yargılansın” talebiyle galatasaray lisesi önünde sessizce oturan aileler 170. ile 200. hafta arasında defalarca polis saldırısına maruz kaldılar. yüzlerce kişi gözaltına alındı… bu yoğun baskılar üzerine eylemlerine son veren “cumartesi anneleri” on yıl aradan sonra, türkiye’de kısmen bir normalleşme yaşanması ve iktidarda “zulme rıza göstermeyecek müslüman bir parti”nin olmasının da etkisiyle 31 ocak 2009′da cumartesi oturmalarına yeniden başladılar ve bunu halen devam ettiriyorlar…
ancak…
ancak “cumartesi anneleri”, ne müslüman iktidardan ne de -birkaç istisna dışında- onu omuzlarında iktidara taşıyan müslümanlardan hiçbir zaman yeterli ilgiyi göremediler.
doksanlarda, kürdlere kürd demenin fıkhen caiz ama maslahaten caiz olmadığı cambazlığındakileri geçiniz ama mahkemelerde yargılanmayı göze alarak kürdlerin var olduğunu ifade edenler de yüz senedir kürdlüğe dair her meselenin değişmez reçetesi olarak “islam kardeşliği” edebiyatı yapanlar da, bazı ayetler son birkaç yıldır inmiş gibi kürd meselesine uyananlar da “cumartesi anneleri”nin arşa değen sükutlarına kulak eğmiş değiller…
islamcı kadroların oluşturduğu siyasi yapılar doksanlardan bugüne dek kendi siyaset alanlarını genişlettikçe islamcılığın muhalefet alanı daralageldi. islamcıları alanlara toplayan filistin, başörtüsü gibi meseleler artık bizatihi iktidarın politikalarına dönüşünce, islamcılık da büyük ölçüde iktidar üzerinden sisteme eklemlendi. bu durum müslümanlar için aşılması zor ama elzem bir handikapı beraberinde getirdi: islamcı yapı ve kurumların büyük bir kısmı iktidarın açtığı konularda konuştu, onun görmediği konularda üç maymunu oynadılar.
bu sebepledir ki yapay sınırlarla parçalanmış kürdistan’ın aşağısı ile yukarısı arasına duvar örme girişimi, bir “müslüman” iktidar eliyle yapıldığı için müslümanlar tarafındangörülmüyor. bu sebepledir ki allah’ın sınırına sınır çizme, kardeşler arasına duvar örme küstahlığına karşı dokuz gün ölüm orucu tutan, ölüm suskunluğu içinde isyan eden kadın kürd olduğu için sesi ümmetin kulağına değmiyor. bu sebepledir ki toprağa sınır, sınıra duvar, duvara tel filistin’de çizilip örülürken ayaklanan ve sınırların ümmeti böldüğünü her fırsatta dilinden düşürmeyenler, mevzu kürdistan olunca havaya bakıp ıslık çalma kayıtsızlığını sergileyebiliyorlar: herhalde bu sebepledir ki her müslüman ümmete dahil ama kürdler ümmetten hariç!
…
erdoğan “cumartesi anneleri” ile görüşünce yüzlerce haftadır süregelen oturma eylemleri sanki yeni başlamış gibi meseleye “bismillah” dediler. ancak çok kısa bir süre sonra da hiç dememiş gibi eski hallerine döndüler. bugün cumartesi anneleri’nin acısına ortak olan müslümanlar, islamî camia tarafından ya marjinal yaftası ile yaftalananlar yahut görmezden gelinenlerdir.
zulüm çin’de dahi olsa lanetleyen islamcılar, sağcılar, muhafazakarlar, mütedeyyinler vicdan hipermetrobuna tutulmuş gibi galatasaray meydanında yakınlarının mezarlarını yüreklerinde taşıyan anneleri görmüyor, “sükût’un çığlıkları”nı duymuyorlar…
dün canı pahasına “zor zamanda konuşan”lar, bugün “müslüman iktidarın kazanımları zarar görmesin” düşüncesiyle galatasaray meydanındaki mazlumların sesine kulak tıkıyor, hakka adil şahitliği devam edenleri alametifarikasını yitirmekle itham eden müslüman entelektüeller başbakan’ı karşılamak üzere arabalarını başakşehir’den yeşilköy’e doğru sürerken önlerinden geçtikleri annelere hayalet muamelesi yapıyor, davutoğlu ile yan yana durmaktan şereflenmekten, hükümete daha sıkı bağlanmaktan cumartesi annelerinin sükûtunu dinlemeye vakit bulamıyorlar…
çağrıdır!
kendisini sağcı, islamcı, muhafazakar, muhafazakar demokrat, mütedeyyin, millî iradeci ve bilumum şekilde tanımlayan müslümanları bir cumartesi günü saat 12’de galatasaray lisesi yanında, beyaz tülbentleri ve sessiz çığlıkları ile oturan cumartesi anneleri’nin mazlumiyetine şahitlik etmeye davet ediyoruz!
“cemil’i askerler götürdüğünde “anne” dedi. ben de “yavrum” dedim. 31 yıl oldu. o sesini çok
özledim.” diyen ve oğlu gelir diye gece kapısını açık tutan berfo nene’yi göremezler artık ama en son 18 yaşında gördüğü oğlu için “hüseyin’in kemiklerini bulsam, gömmeyeceğim. bir torbaya koyup sırtımda gezdireceğim. kokusunu özledim.” diyen fatma morsümbül’ün gözlerindeki “çaresizlik ile umuda” bakabilir, hüseyin’i son kez 12 yaşında bir işkencede gören ve “davut’u çırılçıplak, gözleri bağlı bir şekilde duvara asmışlardı. baygın bir vaziyetteydi. “ana su, ana su” diye inliyordu. ona su vermeleri için yalvardım, vermediler. beni bıraktılar davut kaldı. o günden beri artık ben de su içmiyorum…” diyen hayat altunkaynak’ı dinleyebilirler.
dün kemalist bir iktidara karşı canları pahasına hakikate (kıyısından da olsa) temas ettikleri zamanlar türkiye müslüman camiaları için zor zamanlardı. ama kendilerinden olan bir iktidara karşı hakkı adil şahitler olarak ayakta tutma sorumluluğunun önlerinde durduğu bu zamanlar şüphesiz ki daha zor zamanlardır.
bugün mesele “milli irade” adıyla doksan yedi stk’nın sıraya dizilip “hükümete sadakat bildirisi” yayınlamak, ilk bildiriye yetişemeyen otuz yedi imzalık “milletin beyanı” bildirisi yayınlayıp “hakk ve sabır eksenli” hükümetin “dün olduğu gibi gelecekte de en sadık yarenleri ve duacıları olacağını kamuoyuna ilan etmek.” değil. bugün müslümanlar için asıl imtihan meselesi roboskî katliamı’nın hesabını sormak, cumartesi anneleri’nin derdine ortak olmaktır.
türkiye müslümanları ya bu zor zamanda bu zor mesele ile yüzleşecek ve hipermetrop vicdanlarını üzerlerinden çıkarıp atacaklar yahut şu sorulara cevap vereceklerdir:
müslümanlar yeryüzündeki sınırlara karşı iken neden güvenlik problemi olmayan nusaybin – qamşilo arasına duvar örülmesinde üç maymunu oynuyorlar?
şırnak eski vali’sinin “doksan iki’de asker şırnak’ı alt üst etti!” itiraflarından sonra “müslüman hükümetin en sadık yarenleri”, neden “bu zulmün üzerine git, sorumluları adalet önüne çıkar!” demediler?
islam kardeşliği galatasaray meydanına neden uğramıyor?
Kaynak: http://www.yordamdergisi.com/?p=354