Markar Esayan – İşçilerimiz neden ölüyor..
Yeni Türkiye yolunda “ihtimal, bazı ocaklar sönecektir” diyor Markar Esayan. Fakat bu fedakarlığın gariban emekçilerden beklenmesinin absürdlüğünü tartışmıyor. Binlerce liralık saatler takan, milyonlarca liralık ‘saray’larda oturan Devlet erkanının bu fedakarlıkları göstermesini beklemiyor, teklif dahi edemiyor. Meseleyi daha iyi kavramamız için geçmişe bir çizgi çiziyor Markar Esayan, bu çizgi ile Türkiye’ler arasında ‘yeni’ ve ‘eski’ ayrımı yapıyor, sonra “eskiden de böyle şeyler olduğu” gerekçesiyle normalleştiriyor günümüzde yaşanan iş cinayetlerini. Müsaademizi isteyerek geçmişe giden dönem başbakanlarını hatırlatıyor bize, normalleştirmeyi nereden öğrendiğini anlayabiliyoruz.
Yazıyı okurken kafamıza takılan sorulardan biri de Markar Esayan’ın bugün Yeni Türkiye için ne fedakarlık yaptığı oluyor. Markar Esayan, görünüşe göre yaşlılıktan vefat etmiş anne ile babası üzerinden Yeni Türkiye olumlaması yapmak ve kategorize ettiği muhalifleri eleştirmek haricinde Yeni Türkiye için ne yapıyor acaba? İktisadi kalkınmamızın hızı durdurulamıyorken, her şey bu kadar iyiye giderken, bu iyi gidişe Markar Esayan’ın tek katkısı bu tip yazılar mı? Doğrusu, kendisinin besin zincirindeki yerini sorgulamamız için güzel bir fırsat. Acaba kullandığı ‘ataerkil’ ve ‘ontolojik’ gibi kelimelerle entelektüel statüsünde değerlendirilmeyi mi bekliyor? Bu haliyle Orwell’ın çiftliğindeki domuzları hatırlatıyor Markar Esayan; son 12 yılda 14 binden fazla işçi hayatını kaybetmişken, iktidarı korumaya ve yüceltmeye adanmış düşün emekçiliği kullanışlı bir meslek olsa gerek.
Velhasılı, art arda gelen iş cinayeti haberleri işçi hayatının değersizliğini açık biçimde gösterse de, işçi ölümleri üzerinden ajitasyon yapmanın paha biçilmez hafifliğine de şahit oluyoruz. Neoliberal politikaların işçi hayatını hiçe saydığı bilinmiyormuş gibi, kağıt üzerindeki yüksek kalkınma oranları gösterilerek bu ölümler normalleştirilmeye çalışılıyor. Normalleştirme dayanağı değişen konjonktüre göre kimi zaman “fıtrat”, kimi zaman “kader” olduğu gibi bazen de “iktisadi kalkınma hızı” oluyor.
Böylesi saçmalıkları okumaktan da, teşhir etmekten de utanır olduk. Ancak biliyoruz ki bu rezillikler yüzümüzü utançtan değil, öfkeden kızartmadıkça bu devran böyle dönecek.
Yazıyı ilginize sunuyoruz.
MARKAR ESAYAN
Soma”da tarihin en büyük maden kazalarından birisini yaşadıktan kısa bir süre sonra Ermenek”teki 18 işçimizden müjdeli bir haber almak için endişeli bir bekleyişi sürdürüyoruz. Lakin aynı günlerde Yalvaç”tan gelen acı haberle yine sarsıldık. 25 kişilik midibüse 87 kişinin balık gibi istiflenmesi ve aracın kaza yapması sonucu 17 mevsimlik tarım işçisi hayatını kaybetti.
Dün Sayın Murat Belge bu trajedileri “Allah kerim” ideolojisine bağlamıştı. Dönemin Başbakanı Erdoğan”ın “Bu kazalar bu işin fıtratında var” sözünü (haklı olarak) eleştirirken, kazaları dindarların fıtratına bağlamakta beis görmemiş: “Bize bir şey olmaz”, “Allah kerim” ve “mukadderat!” Hepsinde yüzeysel bir dinî anlayışın etkileri olan “felsefe”ler! Kazalarla AKP iktidarı arasında olabileceğini düşündüğüm dolaylı bağlantı işte bu ideoloji alanında ortaya çıkıyor.
Oysa bu “kaza”lar konusunda hükümete yapılabilecek o kadar geçerli/mantıklı eleştiriler var ki. Kalkıp da başka ve bence daha kapsamlı/üstten ataerkil/otoriter bir bakış ile yaşanan şeyin nedenini dindarların ontolojisine bağlamak kadar asıl konuyu/ölümleri istismar edici bir yaklaşım olabilir mi?
3 Kasım 2002″den bir çizgi çekersek, önceki Türkiye”de, yani bildiğiniz “laik/çağdaş/demokratik” iktidarların dönemlerinde insan mefhumunun değerler skalasında yerinin dahi olmadığını teslim etmemiz gerekir. Babam 1995″te, annem ise 2010″da vefat etti. İkisinin de ağır, uzun süreli hastalıkları oldu. 1995″te yaşadıklarımızı anlatmam mümkün değil. Vatandaşın hademe karşısında tir tir titrediği, sabahın ikisine termoslarla numara almak için sıraya girdiği günlerdi. 2010″da ise annemi özel hastanelerde tedavi ettirdik ve mezara koyana kadar para harcayamadık. Mezar kazıcı çocuk da bahşişi “Abi yasak, işimden olurum” diye reddettiğinde “isyan” etmiştim.
AK Parti ataerkil mi, evet. Otoriter uygulamalara kaçıyor mu? Zaman zaman evet. Ama biz biliyoruz ki bu dindarlara dair bir “ideoloji” değil, ülkenin tüm kesimlerine sirayet etmiş, tarihsel nedenlere bağlı ortak bir karakterdir. Ben size bir gün burada özel üniversite, sol örgütler, sendikalar, STK”lar, medya ve odalarda yaşanan rezaletlerden bir kuple yazarım ve ataerkilliğin, yobazlığın, otoriterliğin ne demek olduğunu daha iyi anlarsınız. Bunu ucube bir egemenlik kavgasında dindarlara izale etmeye gerek yok.
Olayın aslı şu; toplam zihniyetimizde bir adamsendecilik var. Bunun fıtratla da bir ilgisi yok; süregelmiş devlet sisteminin bir sonucu… Devletin vatandaşını tehdit görmesi, kaynakların laik azınlığın arpalığına çevrilerek bugün Erdoğan”a savaş açmış seçkinlerin cebine faiz üzerinden akıtılması ile insanlar yıllarca sahipsiz ve sefalet içinde yaşadı. (Ataerkil AK Parti döneminde 10 yılda faiz yerine yatırıma giden korunmuş para miktarı 700 milyar lira.) İnsanlar cemaatleşerek kendilerini korumaya aldılar. Bu arada bir yolunu bulup “yırtmak” için yollar aradılar. Bu ortak ahlakı aşındırdı ve işini bilen vatandaş tipi yarattı. Ama nedeni fıtratta bulunan hakirlikten değil, devletin vatandaşı çaresiz bırakmasıydı. Dindarı, laiki vs ile burada aynı kural işledi. Çaresizlik, “Bize bir şey olmaz, Allah Kerim” türünden avunmalara sığınmaya yol açtı. Rüşvet devletle iş yapmanın tek yoluydu. Dürüstlük cezalandırılırdı.
Bir zihniyet en az iki/üç nesilde değişiyor. O da ancak tepede köklü bir ideolojik farklılaşma yaşanır, vatandaşın üzerindeki ekonomik/siyasi yükler azalırsa… Yoksa bin sene geçse değişen bir şey olmaz. Ama bugün ben bunun olduğunu, sürecin başladığını düşünüyorum.
Gelelim hükümetin yanlışlarına… İşte bu sorunlu zihniyetle malul bir bürokrasi/insan tipiyle (Bu kümeye Murat Belge, ben ve 77 milyon dahil) önemli bir iş yapmaya kalkıyorsunuz. Bu noktada tüm siyasi riskleri, darbe süreçlerini yüklenirken, temelde en büyük gücünüz ekonominin iyileşmesi, büyümesi ve istihdamı sürekli arttırmak. Bu şu demektir: Bir Murat 124″e 240 km hız yaptırıyorsunuz…
Her sene en az yüzde 5 büyümeniz, işsizliği düşürmeniz, ihracatı arttırmanız ve faizleri baskı altına alarak dış yatırımı çekmeniz gerekli. Enerji bağımlısısınız. Çökmüş bir altyapı devralmışsınız, zamanı durdurup her şeyi hazır hale getirdikten sonra gaza basma lüksünüz yok. Darbe süreçlerini sadece siyasi anlamda ahlaki yerde durmakla atlatamazsınız. İşsizlik yüzde 20″yi, enflasyon 30″u bulduğunda bütün büyünüz gider ve reformlar uzak bir hayal olur.
İşte hükümet bu ekonomik ilerlemeciliğe fazla abandı. Daha doğru terimle, ülke zihniyet ve altyapı olarak hazır olmadığı bir kapasiteye çıktı. Bu noktada, hükümetin bu riski öngörerek, ek önlemleri daha evvel ve hızlı alması gerekiyordu. Bunun ahlaki ve teknik iki önemli nedeni var: Bir tanesi, ülke demokratikleşirken işçilerin bu kadar kolay ölmesi hükümet üzerinde çok daha yıkıcı etki yapar. İnsanları hayatta tutmak için Çözüm Süreci başlatırken, trafik, kadın ve iş kazalarında bir içsavaş boyutunda kaybı birlikte taşıyamazsınız. Teknik neden ise, altyapı reformu ve zihniyet sıçraması yapmadığınızda, ekonomik ilerlemecilik de limitine dayanır ve duvara toslayabilir.
Bu konuda yapılacak adil eleştiri zannımca budur. Bazı aydınlarımızın fıtratında olan ataerkillik/kibir ile konuyu anlamak mümkün değil. Muhalefetin her konuyu siyasi krize çevirmeye kalkıp siyaseti dizayn etme takıntısı olmasaydı, asıl meselelerimizi daha soğukkanlı ve ortak aklı devreye sokarak tartışma/çare üretme şansına daha önce sahip olabilirdik.
İşçilerimiz bu yüzden de ölüyor.
KAYNAK: https://www.yenisafak.com/yazarlar/markaresayan/icilerimiz-neden-oluyor-56756
sanıyorum, her bol veballi iş cinayetinden sonra “ahlaklı kapitalizm isterük” diyenleri sahneye davet eden bilindik bir oyun havası çalınıyor. Sahneye çıkanlar da bıkmadan usanmadan hala ‘eski elitler’in tenkidini yapmayı marifet sayabiliyorlar.