Süleyman Seyfi Öğün – İşçiler Neden Yandı?
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” çağı kitlesel üretimin hızla artması ve tüketimden çok üretimle birlikte aç gözlüğünün yükseldiği bir zamanın meyvesi olarak 1929’daki Büyük Buhran’la birlikte son buldu. Derken mevcut sistemin işleyişi için yani “merkez” ülkelerin salahiyeti için sistemde ciddi bir revizyon gerekti. Bu işi geçtiğimiz yüzyılın “iktisat kahramanı” Keynes formulize etti. Geçtiğimiz yüzyıla verilen isimlerden birinin ”Keynes Çağı” olması da bu anlamda oldukça manidar. Savaşı ihraç et, içeride huzuru sağla ve pazarı genişlet… Ancak bunun için malum devlet müdahalesinin gerekli bir şey olduğu ve işçiler olmadan meselenin üstesinden gelinemeyeceği kesindi. O tarihten sonra dünyanın geri kalanına savaş, tüketim malzemesi, umut ve haliyle sos niyetine demokrasi ve sendikalar ihraç edilmeye başlandı. ABD meselenin kendisine zarar vermeye başladığını Vietnam Savaşı ve Petrol Krizi’nden sonra anladı. Akabinde daha şeytanca olan neo-liberal ekonomi zihniyeti ve üretmeden kazanma düşüncesinin ihracı için bir dizi darbe ve ince ayarla dolu bir zaman dilimine girildi. “Merkez” ülkeler dışında kalan sanayileşme ve toplu üretim plantasyonları yeni yeni oturan, günümüz tabiriyle gelişmekte olan ve 3. Dünya Ülkeleri olan yerlerde “merkez” ülkelerdeki kadar oturmamış olan işçi hakları ve yasal çerçeve, bu neo-liberal faizci yaklaşımların gerek darbelerle gerek de siyasi komplolarla ciddi saldırılarına maruz kaldı. Malum günümüzde yargılanması başlatılmış olan 12 Eylül darbesinden önce 24 Ocak kararlarıyla kendi ayakları üstünde durmaya çalışan “3. Dünya harikası ülkemiz”in insanları 27 Mayıs darbesinden sonra bir daha diz üstü düşürülüp başka bir mecraya hızla ve başarıyla sürüklenmiş oldu. 10 yıllık nazlanma ve tohumlama döneminden sonra duvarın yıkılmasıyla birlikte barajın arkasından sular seller gibi McDonalds, Coca Cola… Ya da şairin dediği gibi “fly Pan-Am drink Coca Cola”. Hâsılı kelam tüketim kutsaldır artık.
İşin garip olan tarafı mevcut gelinen noktanın arka planında neler olduğuna dair sahici ve tutarlı eleştiriler pek fazla bulunmuyor. 12 Eylül davası bile “şov bizınıs” tadında ve getirdiği esas sorunları görmezden gelerek işletiliyor. Mesela 11 işçinin yanması, 5 işçinin donarak ölmesi, atanmayan öğretmenlerin intihar etmesi gibi olaylardan sonra kimsenin aklına 24 Ocak kararları ya da Keynesyen ekonomi zihniyetinin evrilerek daha bir şeytanlaşması gelmiyor. Süleyman Seyfi Öğün’ün biraz geç olsa da fark ettiğimiz bu yazısı meseleye biraz bu minvalden bakmaya çalışıyor. Buyrun:
SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN
Makro iktisadın en esaslı konusu, iktisadî faktörler arasında, ilişkilerin optimal olarak nasıl kurulacağı meselesidir. Makro iktisat, ağırlıklı olarak Keynes’in teorisinden hareket eden bir disiplindir. Emek, sermaye, fâiz, toprak vb olarak tanımladığı iktisadî faktörler arasında tam istihdama dayalı bir “kalkınma”; kalkındıysanız “büyüme” öngörür. Nixon bir keresinde “aslında hepimiz Keynesçiyiz” demekten kendisini alamamıştı. Gerçekten de bu; merkez kapitalist ülkeler, reel sosyalist ülkeler, bağımsızlık kazanmış taze uluslar olmak üzere herkesin bir şekilde nasiplendiği 20. yüzyıl yapımı bir iktisattır.
Faktörler arasında optimal bir dengeyi sağlamak, 19. yüzyılın vahşi kapitalizminde geçerli olan formülü tasfiye ediyordu. 19. yüzyılda, emeğin sonuna kadar sömürülmesi üzerinden düşük maliyetli bir üretim fetişizminin hayata geçirilmiş; ama bu büyük üretimin, yaygın düşük alım gücü sebebiyle tüketimi olmadığı için ürünler elde kalmış; sık sık durgunluk ve iflâslar baş göstermiş, toplu bir iflâs kaçınılmaz olmuştu. Bu büyük iflâsı ise ancak savaşla gidermek mümkün olabiliyordu. Onun için, kronolojik olmasa bile rûhen gerçek bir 19. yüzyıl kahramanı olan Rosa Luksemburg’un bedelini hayatıyla ödediği tespiti üzerinden söyleyecek olursak, vahşi kapitalizmin ikizi, dünya emekçilerini birbirine kırdıran sonu gelmeyen savaşlardı. Rosa Luksemburg’a göre kapitalizm bir üretim tarzı değil, barbarlığın ta kendisiydi.
İşte Keynes işte bu kısır döngüyü ortadan kaldıran bir formül önerdi. Buna göre kapitalizmin ikizi olan savaş, merkez ülkelerden yarı-merkez ya da çevre ülkelere kaydırılacak; steril kılınmış merkez ülkelerde siyaset demokratikleşecek, işçi sınıfının hayat standartları orta sınıfınkilere kavuşturulacak ve emeğin kaliteli kılınmasıyla üretim ve tüketim dengesi sağlanacaktı. Bu da üretim fetişizmi ile savaş arasındaki kısır döngüyü sona erdirecek bir yeni yapılanma anlamına geliyordu. Devletin kamusal müdahaleleri de bu süreci hızlandırmak ve garantili kılmak adınaydı.
21. yüzyıl kapitalizmi, sermayenin yeni dinamikleri ile Keynesgil formülleri karşı karşıya getirdi. Sermayenin hücreleri denetimsiz bir büyümeye uğradı. Sermaye Keynesgil bir iktisadî yapıyı ayakta tutmak adına ağır mâliyetler ödüyor; şu ya da bu şekilde devletin uygulamalarıyla sınırlandırılıyordu. Yeni iktisadî akıl, bu bedellerin ağırlığına ve gereksizliğine itiraz etti. Bunu aşmak adına, yeni iletişim teknolojilerinin desteğini arkasına alan finans kapitalin fırsatlarını sundu. Bu, borçlanarak tüketme imkânlarıyla, para üzerinden para kazanmanın sayısız fırsatlarını harmanlayan yeni bir iktisadî cinlikti. Bu cin şişeden çıkınca bütün dünya görüşlerinin, ideolojilerin ve hepsinden önemlisi ahlâkî kaygıların sonunu getirdi.
Sermayenin başına buyruk dinamizmi, emek-sermaye ilişkilerini de dönüştürdü. Emeğin üzerindeki bütün garantiler kalktı. Sanayiler parçalandı ve katma değer payları merkez ülkeler de tutulmak kaydıyla, geniş bir taşeronluk ağı üzerinden yarı-merkez ve çevre ülkelere dağıldı. Bu aynı zamanda , üretimin, işgücü açısından saatlik maliyetlerin ortalama 20 Amerikan Dolarının üzerinde seyrettiği yerlerden, 70-90 Cent olan yerlere doğru dağılmasıdır. Bu dünyada eşitsizliğin makası açılmaktadır. Ama ne gam ! Nüfusların sadece yüzde biri olabilecek zümrelerin tüketim hayatları sürekli teşhir edilerek, özendirilerek büyük kütleler tüketime şartlandırılıyor. Karşılığı olmayan kartlarla alış veriş yapılıyor . Herkesin borçlu olduğu, ağır faiz ödemeleriyle teslim alındığı; esnek iş dünyasının yarınsızlaştırdığı insan hayatları artık insanlık durumlarının merkezî gerçeği haline geldi. Sıkıntı bunu görememek. Küreselleşme vurgulu iktisadî güzellemeler ve ona eşlik eden her türlü kültürel güzellemeler bu odaklaşmayı engelleyen optik sorunlar.
İktisat artık her zaman olduğundan daha iktisadîdir. Mübârek olsun. Ama unutmayalım ki ; iktisadın iktisadîleştirilmesi, insansızlaştırılması pahasınadır. Yakın gelecekte bir şeyler olacaksa , bu iktisadî aklın başarılarının hangi insanî mâliyetlere karşılık geldiğini ; buna değip değmediğini, sürdürülebilir tartışma konusu kılabilmeye bağlı.
Yeni Şafak, 19 Mart 2012
Kaynak: https://www.yenisafak.com/yazarlar/suleymanseyfiogun/iciler-neden-yandi-31573