David Graeber – İşçi Sınıfının Laneti: Fazla Alâkadar Olmak
Son seçimlerle beraber daha sık duymaya başladığımız “halk neden tepki göstermiyor” gibi klasik ve yetersiz bir sorudan yola çıkarak, Amerika özelinde bir açıklamaya girişmiş David Graeber. Bu soruda ortaya çıkan hissiyatın açıklayıcı olmadığını kabul edip, biraz da işin “psikoloji” boyutunu gözeterek makul sayılabilecek bir cevaba soyunmuş. Zengin ve güçlü olanların altlarında yaşananları fazla önemsememe lüksü ile altta çalışanların hizmet etme ve alakadar olma duyularının karşıtlığından dem vuran Graeber, gün geçtikçe bu alakadar olma ve dayanışma duygusunun bizler için bir lanet haline getirildiğini ifade etmiş.
Polisantrik.blogspot.com‘un çevirisini sizlerle paylaşıyoruz.
DAVID GRAEBER
26 Mart 2014
Kemer sıkma mantığı neden herkes tarafından kabullenildi? Çünkü dayanışma fikri musibet gibi görülmeye başladı.
Para ve mevki sahibi ailelerden gelen insanların “Neden insanlar ayaklanıp sokaklara inmiyor, anlamıyorum!” gibi sözler ettiklerine zaman zaman tanık oluyorum. Bir tür inanmazlık seziliyor bu sözlerinde. Adeta bunları söylerken arka planda “Sonuçta bizim vergi ayrıcalıklarımıza dokunulduğunda biz yeri göğü inletiyoruz; hele birisi gelip de benim gıda ve barınma hakkıma el uzatacak olsa kesin gider bankaları yakar, meclisi basarım. Bu insanların nesi var yahu?” der gibi oluyorlar.
Aslında bu doğru bir soru. Normalde, direnecek en az kaynağa sahip insanlara -ekonomiyi de rayına oturtmaksızın- bu kadar baskı yapan bir hükümetin siyasi intiharın eşiğinde olduğu düşünülür. Ama öyle olmadı, bu basit kemer sıkma mantığı neredeyse herkes tarafından kabullenildi. Peki neden? İşçi sınıfı nasıl oluyor da aynı eziyetin devam edeceğini vaat eden politikacılara göz yumabiliyor, hatta destekleyebiliyor?
İlk başta değindiğim inanmazlığın bu durumu ancak kısmen açıklayabildiğini düşünüyorum. Bize sürekli hatırlatıldığı üzere, emekçi insanlar hukuk ve adabımuaşeret meselelerinde “üstlerindeki” sınıflardan daha özensiz olabilirler, ama emekçiler çok daha az bencildirler. Kendi arkadaşları, aileleri ve çevrelerine daha düşkündürler. Kitlesel olarak ele alındıklarında, en azından, temelde daha iyidirler.
Bir ölçüye kadar bu durum evrensel bir sosyolojik kanunu yansıtır gibi görünüyor. Feministler uzun zamandır her türlü eşitsiz toplumsal zeminde alttakilerin üsttekiler hakkında üsttekilerin kendileri hakkında düşündüklerinden daha fazla düşündüklerini, dolayısıyla onlara daha fazla alâka gösterdiklerini ifade ediyorlar. Dünyanın her yerinde kadınlar erkeklerin hayatı hakkında, erkeklerin kadınlar hakkında bildiğinden daha fazla şey biliyor, tıpkı siyahların beyazlar, çalışanların patronlar ve yoksulların zenginler hakkında daha fazla şey bilmesi gibi.
İnsanlar epeyce empatik yaratıklar olduklarından, bu bilinen şeyler bir tür merhamet duygusuna yol açıyor. Diğer yanda zenginler ve güçlüler ise ilgisiz ve kayıtsız kalabiliyorlar çünkü bunun onlara bir maliyeti yok. Psikoloji alanında yapılan pek çok çalışma bu durumu doğrulayan sonuçlara ulaştı. Diğer insanların duygularını kestirmek konusunda yapılan testlerde işçi sınıfından ailelerin çocukları zengin veya meslek sahibi ailelerden gelen beyzadelere göre her zaman daha başarılı oldular. Bir bakıma bu pek de şaşırtıcı bir sonuç değil. Sonuçta “güçlü” olmak aşağı yukarı böyle bir şey: etraftaki diğer kişilerin ne düşündüğüne ve hissettiğine dair kafa yormak zorunda olmamak. Zira gücü elinde tutanlar bu işi yapması için başkalarını çalıştırır.
Peki bu işlerde kimler çalışır? Çoğunlukla işçi sınıfının çocukları. Bu noktada, demek isterim ki, “gerçek iş” paradigması olarak fabrika işçiliğine (ve bunun romantikleştirilmesine, diye eklesem mi?) o kadar saplantılı bir şekilde sarıldık ki, insan emeğinin çoğunlukla nelerden oluştuğunu unuttuk.
Karl Marx ve Charles Dickens’ın yaşadığı dönemlerde bile işçi mahallelerinde kömür madeni, tekstil fabrikası ve demir döküm atölyelerinde çalışanlardan çok daha fazla sayıda hizmetçi, ayakkabı boyacısı çöpçü, aşçı, bakıcı, şoför, öğretmen, fahişe ve işportacı yaşıyordu. Bugün bu makas daha da açıldı. Arketipik olarak kadın işi diye gördüğümüz; başka insanlarla ilgilenme, onların arzu ve ihtiyaçlarını karşılama, patronun istediğini veya planladığını açıklama, temin etme ve öngörme ve tabii ki bitkilerin, hayvanların, makinelerin ve diğer nesnelerin bakımını yapma, bunları gözlemleme ve bunlarla ilgilenme gibi işler işçi sınıfının çekiç, testere, vinç veya orak kullanarak yaptığı işlerden çok daha fazlasına tekabül ediyor.
Bunun böyle olmasının tek sebebi işçi sınıfının çoğunu kadınların oluşturması (veya insanların çoğunu kadınların oluşturması) değil, erkeklerin ne yaptıkları konusunda bile epey çarpık bilgi sahibi olmamız da önemli etkenlerden biri. Geçenlerde metrodaki bilet kontrolcülerinin öfkeli yolculara açıklamaya çalıştıkları gibi, “biletçiler” esasında zamanlarının çoğunu bilet kontrolü yaparak değil, bir şeyler açıklayarak, bir şeyler tamir ederek, kayıp çocukları arayarak, yaşlılar, hastalar ve nereye gideceğini bilemeyenlerle ilgilenerek geçiriyorlar.
Burada biraz düşünecek olursak, hayat da özünde bu değil mi zaten? İnsan dediğimiz, karşılıklı bir yaratımın ürünüdür. Yaptığımız işin çoğu birbirimiz hakkındadır. İşçi sınıfı sadece bu yükte hissesine düşenden fazlasını omuzluyor. ”İlgilenen”, “alâkadar olan” sınıf onlar. Hep de öyle oldular. Bu gerçeğin –misal bunun gibi bir- kamusal alanda ifade ve kabulünü zorlaştıran şey ise yoksulların bu “alâkasından” faydalananların onları ardı arkası kesilmeyecek çabalarla şeytanlaştırması.
Bir işçi ailesinin çocuğu olarak diyebilirim ki, bizi asıl gururlandıran şey de tam olarak buydu. Sürekli olarak bize işin kendisinin bir erdem olduğu, insanın karakterini geliştirdiği falan söylenirdi ama buna kimse inanmazdı. Pek çoğumuza göre iş, başkalarına bir faydası dokunmadığı takdirde kaytarılması gereken bir şeydi. Ama başkalarına faydası dokunduğunda da –bu ister köprü inşa etmek olsun ister hasta lazımlığı temizlemek- göğsünü gere gere gururlanabilirdin. Kesinlikle gurur duyduğumuz bir şey daha vardı: bizler birbiriyle alâkadar olan, birbirini kollayan insanlardık. Bizi zenginlerden ayıran da buydu, çünkü çözebildiğimiz kadarıyla onlar ancak kendi çocuklarıyla, o da bazen, ve epey zorlanıp kendilerini hazırlayarak ilgilenebiliyorlardı.
En yüksek burjuva değerinin tutumluluk, en yüksek işçi sınıfı değerinin de dayanışma olması boşa değil. Ama tam da bu gerçeklik, işçi sınıfını kendi bacağından asan urganın kendisi haline geldi. İnsanın çevresindekilerle alâkadar olmasının işçi sınıfı için savaşmakla aynı anlama geldiği bir dönem vardı. “Toplumsal ilerleme”den bahsederdik o günlerde. Bugün ise işçi sınıfı siyaseti veya işçi sınıfı birlikteliği fikirlerine doğrudan açılmış durmak bilmez bir savaşın etkilerini idrak ediyoruz. Bu sürecin sonunda pek çok çalışan insan için bu “alâkayı” yöneltecek kimse kalmadı; aşırı milliyetçilik veya kolektif fedakarlık fikirlerince üretilmiş “torunlarımız”, “ulusumuz” gibi soyutlamalardan başka.
Bütün bunların sonucunda her şey tersine döndü. Kuşaklar boyunca sürdürülen siyasi manipülasyon, bu dayanışma duygusunu bir tür lanet haline getirdi. Diğerlerine duyduğumuz alâka hissi bize karşı bir silaha dönüştürüldü. Çalışanların sözcüsü olduğunu iddia eden sol, çoğu çalışma biçiminin nelerden oluştuğunu ve çalışanların en çok neleri erdemli gördüğünü ciddi ve stratejik bir şekilde ele alana kadar da bu durum pek değişecek gibi durmuyor.
* Orijinal makale: http://www.theguardian.com/commentisfree/2014/mar/26/caring-curse-working-class-austerity-solidarity-scourge
** Graeber’den son zamanlarda bir de (başlığı biraz sorunlu olmakla birlikte) yeşil gazete için şu makale çevrilmişti: http://yesilgazete.org/blog/2013/09/05/boktan-meslekler-fenomeni-uzerine-1/
Kaynak: http://polisantrik.blogspot.com/2014/03/isci-snfnn-laneti-fazla-alakadar-olmak.html