İftarların Köşe Yazılarındaki Yankıları (2) – Deniz Yıldırım – ‘İftar protestoları’ ve sosyalistler

DENİZ YILDIRIM, Birgün, 31 Ağustos ’11

Ramazan ayı bitti. Diğer taraftan bu yıl Ramazan’a damga vuran İslam, sınıfsallık ve yerlileşme tartışmaları üzerinde daha fazla durmayı hak ediyor. Bu elbette, öyle kolay kolay tüketilecek bir tartışma değil, yeni de değil, ama hiç bu kadar güncel de olmadı. “Ramazan’ın aşağıdan sınıfsallaşması” dediğim olgu da burada görünürleşiyor. Manifesto’nun veciz ifadesiyle, “katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor.” Pratikte bu tartışmaları tetikleyen, aslında Emek ve Adalet Platformu’nun “Orucunu Kapitalizmle Açma” sloganı eşliğinde başlattığı sokak iftarları oldu.

Sokak iftarlarının açığa çıkardığı kısmi sınıfsallık, birbirinden farklı iki kesimden iki eleştirinin yönelmesini de beraberinde getirdi. Bunlardan birincisi, özellikle İslami cephede ortaya çıkan ve bu sınıfsal yarılmadan duyulan rahatsızlığın dışavurumu olarak sokak iftarlarını neredeyse Ergenekon’la, Balyoz’la ilişkilendiren komplocu sınıf diliydi. Bu bakıştan anladığımız kadarıyla sokak iftarları, yeni hegemonyanın “kol kırılır yen içinde kalır” mutabakatına ve sınıfsal denetim ideolojisine bir tehditti.

Diğer eleştiri ise, “sol”dan gelen İslamileştirme tespitlerinde odaklanıyordu. İki pazar önce yine Radikal’in İKİ ekinde yayımlanan Aytek Soner Alpan imzalı “Yerlileşme mi Yersizleşme mi?” ile geçen hafta başında Radikal’de yayımlanan Özgür Mumcu imzalı “İftar Devrimi” başlıklı yazılar bu bakışa iki örnek. Özetle bu bakış, İslami dilin içinden konuşmaya başlayan bir yerlileşme pratiğinin, en sonunda İslamileşmeye, İslami hegemonyaya hizmet edeceği tespitinde birleşiyordu.

İNDİRGEMECİ TUTUMA ELEŞTİRİ

Bu ikinci görüş üzerinden konuyu tartışmaya açmaktan yanayım. Önce Alpan’ın yazısındaki indirgemeci tutuma dönük bir eleştiriyle başlayalım. Alpan’ın yazısında Murat Belge ile Sırrı Süreyya Önder’in, aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen, yerlileşme bahsinde birleştikleri belirtiliyordu. Yazının bu kısmına itirazım, aşırı indirgemeciliğinden kaynaklı, yönteme ilişkin bir eleştiri, onun için uzatmadan şunu belirteyim: Alpan, Belge ve bir akım olarak Birikimci analizin yerliciliğini teorik besin kaynağından bağımsız okuyarak, ulaştığı yerden soyutlama hatasına düşüyor. Belge ve kendisinin Hopa olayları üzerine verdiği söyleşideki o veciz ifadesiyle “çevresinin çevresindekiler”, Türkiye’de tüm kötülüklerin kaynağını, kendinden menkul, sınıflardan azade bir “ceberrut devlet”te buldukları için, onun karşısında yer alan her aktöre de kendiliğinden politik ilericilik atfeden bir bakışla yerliciliği harmanlıyor. Bu bakış, en sonunda Küçükömer’den bu yana muhafazakar sağ siyasal hareketlere ve doğal olarak bugün de AKP’ye ulaşan “sağdakiler sol, soldakiler sağ aslında” uyanıklığına uzanarak sınıfsal bağlamı yerinden eden bir anti-Kemalist yerlicilik arayışının ötesine geçemediği için, yerlilik, en sonunda bu siyasal dil içinde evrensel-kapitalist bir hegemonyanın yerlileştirilmesiyle birlikte işliyor. Bu nedenle yazısı, bir tuhaf eşitlemeyle başlıyor.

KUTSALLAŞTIRMAYA HİZMET EDİYOR

Gelelim İslamileşme tezlerine. Alpan ve Mumcu’nun yazılarında yöntem olarak sorunlu yan, yaşamın her alanında sınıfların izlerini görürken, dini bu izlerden muaf tutarak bu alanı ikinci bir kutsallaştırmaya tabi tutmaları ve bu alana dönük sosyalist okuma ve ilişkilenmeleri İslamileşmeyle irtibatlandırmaları. Bu bakış, İslamileşme olgusunu siyasal ve sınıfsal karakterinden bağımsız bir kültürel teknoloji olarak okuduğu oranda, ona karşı verilen tepkileri de kültürelci bir ürpertiyle karşılıyor. Oysa neoliberal ilahi adalet söyleminin (teodise) sermaye birikiminin sürdürülebilirliği açısından kapitalizme bu denli eklemlendiği koşullarda, bu alana dönük kültürelci okumalar yapmak, siyasal ilişkileri tarihselliğinden kopararak olağanlaştırmaya ve kutsallaştırmaya hizmet ediyor.

SINIF HİYERARŞİSİNİN YENİDEN ÜRETİLMESİ

Ramazan’ın sınıfsallaşması, bunun böyle olmaması gerektiğinin önemli kanıtlarından birisi. Olguyu anlamak için Ramazan hutbelerini inceleyerek yazıyorum. Memleketin genelinde hutbelerin ortak yanı, Müslüman öznenin mülk sahibi olarak kurgulanmasıyken, ezilenlerin de “Müslüman” kimliğin dışında tutulan yoksullar olarak nesneleştirilmesi. Mülklü Müslümanı özneleştirip mülksüzleri nesneleştiren bir sınıf hiyerarşisinin yeniden üretilmesi sözkonusu olan. Bu yeni bir olgu değil, ama giderek daha açıktan konuştuğu kesin.

Diğer taraftan Ramazan boyunca yerel gazeteleri izleyenler, işçilerle yapılan oruç söyleşilerine rastlamışlardır. Dikkat çekici bir ortaklaşma bu haberlerde karşımıza çıkar. Ezilenler, 45 derece sıcakta çalışmayı ve açlığı, öte dünya için bir sınav ve aynı zamanda öte dünyada cennete giderek dindirilecek bir fedai ızdırabı olarak görürler. Tahtakale’de hamallık yapan işçiler, orucun sevabını düşünerek sıcağa katlandıklarını söylüyorlar. Gaziantep’teki inşaat işçisinin sözü farksız: “Bu zorlukların mükafatı farklı olacağı için üzerimize farz olan orucu tutmanın lezzetini alıyoruz.” Mardin’den Beypazarı’na çalışmaya gelen 22 yaşındaki tarım işçisinin sözlerine bakalım: “zor olsa da mükafatı farklı olacak”. Dubai basınından bir alıntıyla bitireyim bu örnekleri. 45 derece sıcakta çalışan inşaat işçilerinden Pakistanlı Anwar Khan’a (28) “nasıl dayanıyorsunuz?” sorusu yöneltildiğinde, Khan’ın yanıtı da hemen hemen aynı: “Böyle zor koşullarda oruç tutmak, bize sonunda özel mükafat getirecek bir sabır ve fedakarlık testi (Gulf News).”

SINIFLARÜSTÜ KUTSALLIĞA SEVK

Tüm bunlar, toplumsal eşitsizliklerin doğal ve ilahi olduğunu bildiren açık sınıfsallığın hegemonyasını ele veriyor. O zaman karşı soru şu: Gündelik hayatın, sınıfsallığı farklı mekanlarda farklı zaman kiplerine dayalı olarak açığa vurduğu düşünülürse, sömürünün ilahi adaletmiş gibi sürdürülmesine karşı çıkanların protestolarında bir dünyevileşme aramak da gerekmiyor mu? Çünkü bu eylemlere ve seslendirdiği taleplere İslamileşme çerçevesinden bakmaktansa, ezilenlerden yana bir dünyevileşme vesilesi olarak bakmak daha mümkün. İslam üzerine her konuşmanın İslamileşme’ye ve İslamcı hegemonyanın güç kazanmasına yol açacağı yönündeki tespitler bu nedenle aşırı indirgemeci bir tutum izliyor. Kurtubalı İbn Rüşd üzerine konuşmak da İslamileşmeye hizmet eder mi? Bu toptancı bakışlar, dinler tarihi içindeki çatallanmalara mesafeli olduğu için, din alanını ideolojik ve siyasal içeriğinden soyutlayarak sınıflarüstü kutsallığa sevk ederek aslında, İslamileşmeye ve İslamcı hegemonyanın sınıfsal özüne daha çok hizmet eder hale getirmez mi örneğin? Sorular çoğaltılabilir.

YÜZLEŞMEYE HAZIR MIYIZ?
Sonuçta, sömürüyü “takdir-i ilahi”, madenlerde ölümü “kader”, Tekel işçilerine dönük tavrı “merhamet” olarak açıklayan, Müslümanlığı bir tür “mülklü”manlık olarak kodlayarak gündeme çıkaran teodise karşısında sokak iftarları, ezilenlerin dünyayı algıladıkları kültürel ve toplumsal dağarcığın içinden karşı duruş pratikleri aramaları için bir sinyal sadece. Tek başına bu, kurtuluşun imkanlarını sunmuyor, sunamaz da. İmkanları ilerletmek, başka dayanışma biçimleriyle bu alanı ilişkilendirmek ve ileri gidip eleştirmek önümüzdeki dönemin görevi. Ama sonuçta başta belirttiğimiz gerçeği unutmadan: “katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar hayatın gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor.” Bu yüzleşmeye hazır mıyız?

MARX’IN ONBİRİNCİ TEZİ BOŞUNA MI?

Bütün bunlar sorunun, toplumun çoğunluğunu oluşturan ezilenlerin ortak taleplerini, kimliklerini hiçe saymadan birleştirebilecek siyasal bir alternatifin eksikliğinden kaynaklandığını göstermiyor mu? Ramazan’ın sınıfsallaşması, “şimdi”yi geçmiş ile geleceğin esaretinden kurtaracak bir perspektifle donatmak gerektiğini bir kere daha ortaya koydu. “Öteki mekansal olarak uzağa itilemiyorsa, emekçi sınıfların kültürel ve ideolojik olarak geri kalmışlığını ima ederek zamansal olarak uzağa itilmesi söz konusu olur” diyor Arif Dirlik Postkolonyal Aura’da. Gericilik retoriği buna iyi bir örnek olabilir. Sosyalistlerin ezilenleri kültürel ve ideolojik olarak geçmişe aitmiş gibi yansıttığı koşullarda, ezilenlerin sahici kurtuluş özlemlerini “gelecek olarak” “cennet”e ötelemeleri bir çelişki olmaz. Her iki koşulda da “şimdi”, siyasal esaret altında. Sadece şimdi değil, ütopyalar da bu esareti deneyimliyor. Şimdiyi kurtarmak için, geçmişe ittiğimiz ezilenlerin geleceğe öteledikleri özlemleri arasında pratiğe girmek gerekiyor. Sokak iftarları, hiçbir şeyi değilse bunu başardığı için alkışlanmalı, eleştiri ardından gelmeli. Sahi, cennetin eleştirisinin yeryüzünün eleştirisine döndüğü koşullarda Marks, dünyayı değiştirme iradesine davet olarak onbirinci tezi boşuna mı önermişti?

Kaynak: http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1314780006&year=2011&month=08&day=31

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir