İftarların Köşe Yazılarındaki Yankıları
YILDIZ RAMAZANOĞLU – TAKSİM’DE YERYÜZÜ SOFRASI
Zaman, 23 Ağustos 2011
Bugünlerde kuyruklu yıldız görünmüş olmalı ki hava serinledi ve yakıcı sıcaklar ara verdi.
Yine de bir Ramazan rehaveti var belli ki, normalde her yolumuz düştüğünde en az birkaç gösteri ve protesto yürüyüşüyle karşılaştığımız İstiklal Caddesi’nde ses seda yoktu ve insanlar rutin işler ve gezinmeler için arşınlıyordu ara sokakları. Kafelerdeki müşteri sayısında belirgin bir azalma olsa da herkes yiyip içiyor, alışveriş yapıyordu olağan aylardaki gibi.
Bir iftara katılacaktım ve geç kalmaktansa erken gelmeyi yeğlediğimden vaktim boldu. Taksim Anıtı’nın içeriğine alıcı gözle hiç bakmamışım. İlk kez her veçhesiyle incelemeye aldım kendimce. İstiklal’e bakan cephede önde Atatürk, iki yanında İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak, Rus subaylar, sonra sivil giyimli halktan erkekler ve hepsi de bir şekilde başörtülü kadınlar. Daha arkada da çeşitli yönlere umutla ve onurla bakan insanlar. En arkada tuğ ve sancaklar. Bu bölüm Cumhuriyet Türkiye’sini simgeliyor. Heykelin 1928’de yerleştirildiğini unutmamak gerek.
Elmadağ’a bakan tarafta Atatürk öne eğilmiş heyecanla bir şey anlatıyor, yanında başörtülü genç bir kadın Atatürk Kültür Merkezi istikametini göstererek (tabii ki o zaman orada başka bir bina vardı, belki de henüz kırlık bir alandı) bir konuda fikrini söylüyor. Sağ tarafında ise başka bir başörtülü kadın kucağında bebek, yorgun bir yüzle oturmuş, hemen yanında muhtemelen taşımış olduğu top mermileri görünüyor. İki yanda komutan ya da askerler var, hatta biri arkada ve at üstünde. Bu yüz de Kurtuluş Savaşı’nı anlatıyor. Diğer iki cephede ise bayrak taşıyan asker figürleri. İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica’dan yadigâr.
Geçen yıl Afganistan’da bir uçak kazasında hayatını kaybeden, Afgan halkının esenliği için canını veren Bahattin Yıldız’ın Güllerin Vedası kitabını okuyabilmek için bir ağaç altı arıyorum. Gezi Parkı tek yeşil alan ve nefes alacak yer. Daha önce burada bulunan Halil Paşa Kışlası’nın harika mimarisini sadece resimlerde görebilen biri olarak, hangi aklı başında millet böyle bir yapıya kıyabilir diye bir kez daha düşünmeden edemiyorum tabii.
Yaşlı sakallı bir meczup şeytanla konuştuğunu, kendisinden başka hiç kimseyi bu denli saptıramadığını söylüyor ve sürekli bir silah sesi çıkarıp vurulmuş gibi kanepeye düşüyor. Bir adam geçiyor orta yaşlı iri pazulu. Pazuya herkesin görebileceği bir dövme yaptırmış: Kill For You. Mesajı tam alamıyorum doğrusu birçok ihtimal var. Bir hayat kadınının tatlı sert götürülüşüne tanık olmak sonra elden bir şey gelmeden. Gerçi bu konuda eskisi kadar aktif değil buralar.
Polonyalı bir aile çocuklarını ağzını kocaman açmış aslan heykelinin bulunduğu parka getirmiş, salıncakla birlikte uçuyorlar kuş gibi. Bütün kanepelere erkekler oturmuş. Kadınların yer tutması kolay görünmüyor. Asırlık kestaneler çınarlar ve envaiçeşit ağaçlar hiçbir ayrım yapmadan herkese eşit gölgelik sağlamaya çalışsa da.
Tam güzel bir yer bulup kitaba başlamışken Apaçiler geliyor. İlginç kıyafetleri, koyu renk ve çok sayıdaki dövmelerle kaplı omuzları, sırtları, yukarı doğru ürpertilmiş saçlarıyla belli ki buraları yurt edinmişler, kültür-fizik hareketleri yapıyor ve kaslarını sıkılıyorlar. Ellerinde yiyecek poşetleriyle geçen gençleri takip ederek iftar alanına varıyorum sonunda.
Emek ve Adalet Platformu’nun öncülük ettiği, Özgür Açılım gençlik grubunun yardımcı olduğu alternatif bir iftar programı. Rüzgâr Taksim’deki bütün kasveti ve ağırlığı giderir, bulutlar koyu pembeye dönerken mübarek vakit gelip çatıyor. Hiçbir ezan sesi duyulmadığından vakit girdi girmedi muhabbeti sonra. Sanki Avrupa’dayız ve ezan sesi olmadığından saatimize dikkatle bakmak zorunlu. Yer sofralarında huşuyla bekleyen katılımcılarla birlikte genç bir arkadaşımızın okuduğu ezanı dinleyerek orucumuzu açabildik. Taşeron İşçileri, Katı Atık İşçileri, Afrikalı Göçmenler, Sokak Çocukları, Tarlabaşı halkından kadınlar ve çocuklarla birlikte iftar yapmak karşılıklı olarak kalbimizi sevinçle doldurdu.
Avrupa İslam Üniversitesi’nden Nebiye Arı’nın iftar duasına Yeryüzü Sofrası’na gelen solcu gençler de âmin diyerek ellerini açmıştı. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” düsturu etrafında toplanmamızdan daha güzel ne olabilir? “Derede abdest alırken bile suyu boşa harcamayın.” diyen Peygamber’in hatırlanmasından…
Gençlerin yaşadıkları dünyada olup bitenlerin temel sebeplerine eğilmeleri, duyarlılıklarını Ramazan duyarlılığıyla birleştirerek kitlelere duyurma çabaları takdire şayan. Oruç günlerinde uğultusunu daha çok duydukları açlığın sesiyle küresel açlığın senfonisini birleştirdiklerini, kibir kulelerinin dibine umut sofrası ektiklerini söylüyorlar ki, genç olmak tam da budur. Meselenin tüketimle ilgili boyutu kadar üretimle ve üretilenin nasıl bölüşüldüğüyle ilgili boyutu da önemli.
Somali’de son üç ayda beş yaşından küçük 29 bin çocuk ölmüşken açlıktan, orada kim bilir hangi dertlere deva olacak paraların lüks tüketim için bir saatte harcanabilmesi bir Müslüman’ın vicdanını yaralamalı elbette. Emeği sermayeyi üretim araçlarını paylaşma biçimini gündeminize aldığınız tartışmaya açtığınız anda solun peşine takılmakla suçlanmak hak ve adalet duygusuyla bağdaşmaz. Vicdanların bir şekilde buluşmasının yollarını aramak kutlu bir çaba.
Ebu Zer Gıfari ilkelerin adamı olduğu için gadre uğramış, hüzünle andığımız bir sahabe. Onu hatırlatmak bütün zamanlarda sıkıntı yaratıyor, nefesleri daraltıyor. Sözünü esirgemeyen, Peygamberimiz’in vefatının hemen ardından uç vermeye başlayan saltanat emarelerini görüp kıyasıya eleştiren bir muhalif çünkü. “Herkes bir lokma bir hırkayla yaşamaya zorlanamaz.” denilerek haklı eleştirileri susturulmak istenmişti. Medine’den çıkarılmış, tatlı sert Rebeze mevkiine sürülmüştü. Günümüzde yüreklerin gizli arzusu insanlara mağrur bir duruşla “eşitim değilsin, kiminle konuştuğunun farkında mısın” diyecek dünyevi merhaleye, bu yüce makama erişmek. Tam da böyle bir zamanda Ebu Zer ruhu aramızda dolaşmalı, varlığını hissettirmeli ki, dünyayı ele geçirmeye limitsiz sahip olmaya seferber olmuş insanlığın ürkütücü gidişatı içinde toplumsal adaletsizlik küresel yoksulluk ve sefalet iyice kontrolden çıkmasın.
Apaçi gençleri, kill for you yazan adamı, çıldıran meczubu adalet yatıştırabilir. Eşitlik kardeşlik ve paylaşma duygusu yaraları sarabilir. Apaçi gençler bu kadar kalın pazuları ne güne geliştiriyor acaba? Arada Taksim Anıtı’na dönüp bakmalı, nereden geldiğimize. Yeryüzü Sofrası çok anlamlı geldi bana, safiyetle, halisane duygularla, gençliğin temiz yüreğiyle kotarıldı bu iftarlar.
CİHAN AKTAŞ – İFTAR DERSLERİ
Özgün Duruş, 22 Ağustos 2011
Bu sene iftar saatlerini sosyal bir ilişki boyutundan öte tefekküre yoğunlaştıran yanıyla yaşamak istedim. Geçen sene Ramazan’da bir otel iftarına katılmıştım, baktım ki bana göre değil. Hani, bir daha asla gitmem demem, bağlam önemli, bana vereceği bir ders varsa katlanırım da; ama ben Guy Carawan’ın “ …wellcome table” şarkısında konu ettiği “sıcak sofra”ya oturmayı önemsiyorum iftarda. Bir ucu açık sofra, kastettiğim. Arkadaşımla giderim, bir arkadaşım daha gelmek isterse bize katılır, bir masada salt bir numarayla yer bulan konuk olarak görülmem, sofranın bir ucuyla yoldan geçene de ait olduğunu bilmenin ferahlığını duyarım.
Geçen hafta teravih namazıyla Küçük Ayasofya’da süren bir iftar tertipledi Nevin Meriç, Sultanahmet’te bir pidecide. Havva Sula “1. Geleneksel Merdiven İftarı” koydu adını, adresin yanlış anlaşılmasından ileri gelen gecikmelere atfen. Nevin’in adres tarifinde tramvay durağına ait olan merdivenler, pidecinin bulunduğu sokağa aitmiş gibi gelmişti Ayla Kerimoğlu’na. Merdivenli sokak için dolaşırken iftara gecikti.
Ramazanda hep bir merdivenin basamaklarını tırmandığım hissine kapılırım, bu açıdan da isim hoşuma gitti. Tırmanışımız zorluyor önce, derken tırmanma temposuna alışıyor vücudumuz ve alışkanlık henüz kemikleşmeden sahanlığa ulaşıyoruz.
Alternatif iftar davetleri senesi bu sene. Bu davetleri galiba Mek-Der (Maltepe Kültür ve Eğitim Derneği) başlattı birkaç yıl önce aslında, Maltepe sahillerinde, fırsat buldukça katılıyorum. Emek ve Adalet platformunun medyada ses getiren protest iftarlarına gidenler de memnuniyetle anlatıyorlar gözlemlerini. Önce sanki salt otel iftarlarına nispet ediliyormuş gibi sunuldu parklarda sahillerde gerçekleşen alternatif iftarlar, ama öyle sürmedi akışta. Güzel, umut veren bir dalga bu. Ramazan duyarlığının çarpıtılmasına karşı mesnetli sorular sürüyor ileriye.
Ucu açık sofranın katılımcıları yıldan yıla çoğalıyor. “Devrimci Sosyalist İslam Platformu”, “soğanını kap gel” dedi mesela. Bu platformda da mesela “İslam” dendiğinde sosyalist demeye ille de gerek duyulmayabilirdi bana kalırsa; çünkü İslam namazın orucun zekatın gösterdiği üzere zaten toplumcu bir din. Bana Ali Şeriati’nin gençlik yıllarında Meşhed’te üye olduğu “Hüdaperest Sosyalistler Hareketini”ni çağrıştırdı bu platform ismi bir de. Keşke isim daha özlü ve özgün olsaydı, amacı anlamlandırırdı. “Soğanını kap gel” demek yerine de iftarla uyumlu daha ılık bir yiyecek-içecek seçilebilirdi. Mesela peygamberimizin (s.a.) iftarı suyla açma tavsiyesine göndermede bulunmak üzere, “mataranı kap da gel” denilebilirdi. Ne de olmasa İsmet Özel’in “Mataramda Tuzlu Su” şiirinden beri matara eyleme geçme maceramızın bir metaforuna dönüştü.
Tok açın halinden anlamazmış. Açlık çekenlerin dramının tokluk hastalıklarıyla muzdarip toplumlarda daha etkin bir şekilde bilinmesine medya desteği sınırlı olarak yardımcı oluyor, bıçak kemiğe dayandığı sırada. Bir deri bir kemik çocukların görüntüsüne katlanamıyoruz, bir yanıyla israfa açık ya da lükse bulaşan hayatlarımız yüzünden de. Bu nedenle de oruç ibadeti rabbimizin bir bağışı bizlere, kardeşliğin hak gözeten duyarlığına yabancılaşmayalım diye.
Antrparantez: Ramazan Türkiye’de ortak bir ruhu harekete geçirirken, “örgüt” kolektif ruhta canlanan umudu bastırma gereğinden şaşmıyor. Onlar öldürerek başka bir gündemin hesabını yapıyor, parçalama mantığına dayalı iktidar alanını elden vermemenin gücünü muhafazaya çalışıyorlar. Barış umurlarında değil, genç insanların gasp edilen hayatları davaları tarafından ipotek edilmiş sanki.
Aç ve açıkta olanlara dönük sorumluluğun coğrafyası o kadar geniş ki müminin sürekli teyakkuz halinde olmasını gerekli kılıyor. Geçenlerde bir cami soruşturması için Cevat Akkanat’ın sorularına cevap verirken dile getirdim, Bakü’de Teze Pir Mescidi ile ilgili üzücü bir hatıramı. Bir iftar sırasında kaçkın kadınlarının birinin sofrada kalan yemek artıklarını poşetine doldurmaya çalışması beni çok etkilemişti. Yıl 1995. Hayat güçlü insanlar için bile hiç kolay değilken kaçkınlar çok zor şartlar altında yaşıyorlardı Azerbaycan’da. Aç ve açıkta kalan insanlar için cami hiç değilse bir süreliğine umut kapısıydı o günlerde. Aradan geçen yıllarda neler değişti, bilmek isterdim.
Doğrusu İstanbul Ramazan iftarları konusunda eleştirel yaklaşımlar sunmada ve alternatifler ortaya koymada önde gidiyor. www.okumayeri.net’in yöneticisi Vedat Aydın’la yazışıyoruz internette. Aydın, Erzurum`da iftar furyasının belediyeler arasında bir yarış ve gösteri şovuna dönüştüğünü anlatıyor, esefle. “Ramazan eğlencesi” adı altında zevksiz ve kültürümüze çok da uymayan programlar yapıldığını dile getiriyor. Bununla birlikte Somali ve Afrika duyarlığı Erzurum`da da şuurlu kesim tarafında kendini hissettiriyor Aydın’ın yazdıklarına göre.
Her şeye rağmen bu sene sade iftar kampanyaları doğrultusunda oluşan dalgayı çok önemli buluyorum. Bir taraftan İstanbul AVM’lerle kaplanıyor, kentsel dönüşüm tozu toprağı içinde. Türkiye insanının dinsel ve manevi coşkusu, kimliğini tüketici bireye dönüştürmeye ayarlı bir çarkın dişlilerinin kanırtan tehdidi altında. Ancak iftar protestolarına gösterilen ilgi, paylaşılan tepkiler, bu uyumlaştırma operasyonlarının o kadar da kolay gerçekleşmeyeceğini koyuyor ortaya. Lüks otel davetlerinin iftar mönülerinin oluşturduğu sıkıntı o denli geniş bir yelpazede dile geliyor ki Ramazan’ın halkımızın benliğinde vicdani açıdan güçlü, koruyan, saklı tutan değerler manzumesinin önemli bir parçası olduğunu daha berrak şekilde müşahede ediyoruz.
Kaynak: http://www.ozgundurus.com/Yazar/Cihan-Aktas/Iftar-dersleri.php
NURAY MERT – ‘İSLAM VE SOSYALİZM’
Milliyet, 23 Ağustos 2011
‘Emek ve Adalet Platformu’ adı altında birleşen bir grup, ramazan boyunca, israfı, gösterişi kınamak üzere, lüks otel iftarlarına karşı, o otellerden bazılarının civarında iftar toplantıları yaptılar. Bu girişimin ilk başarısı, iktidar partisinden lüks iftarlara karşı uyarının ifade edilmesi oldu. Bu kadarı çok büyük, çok önemli bir başarı sayılmayabilir, konu derindir ama, yine de ‘fena mı oldu, bu konuda bir duyarlık gündeme geldi’ demek gerekmez mi?
Tabii destekleyeni de oldu, ama bu kadar halis bir girişim bile birçoklarının, her türden karalamalarına hedef olmaktan kurtulamadı. Bu gençlere, ‘Müslüman Kemalist’ hatta ‘ulusalcı’ diyen mi ararsınız, psikolojik hastalık teşhisi koyan mı, sosyalizm ‘günah’ına bulaşma uyarısı yapan mı, ‘Müslümanları fakir bırakmak istiyorlar’ diyen mi, denmedik şey kalmadı. Kapitalizmle barışık bunca Müslüman varken, sosyalizme gönderme yapan bir girişimin bunca hücuma uğraması anlaşılır gibi değil. Veya bir başka açıdan bakarsak çok anlaşılır bir şey.
Kırmızı görmüş boğa tesiri
Ruhunu kapitalizme teslim edenlerin en korktuğu şey, adaletten, eşitlikten, paylaşımdan, mazlumdan söz edenler, bu değerleri hatırlatanlardır. Kapitalizmin en korktuğu şey, bırakın sosyalizmi, insanı insan yapan değerlerin insanlığın gündemine gelmesidir. Özellikle de ‘eşitlik’ kavramı, kırmızı görmüş boğa tesiri yapar. Çünkü, ‘adalet’ kavramı etrafından dolaşmak, eşitsizliği haklılaştırmak istikametinde ilerleyebilir, ilerlemiştir. Çağdaş liberalizm söylemi eşitliğe karşı adaleti öne çıkarır. Egemenlerin İslam’ı ve egemen Müslümanlar, ısrarla aynı şeyi yapar. Ardından, bir yandan, ‘paylaşma’yı ‘sadaka’ya indirgemenin, diğer yandan, açgözlülüğün, zenginleşmenin, meşrulaştırmanın bir hesabı gelir. Akıllar bu yönde çalışır, diller bu yöne döner.
‘Eşitlik’ kavramı, kuşkusuz sorunlu bir kavramdır ama diğer tüm kavramlar gibi ve sadece diğerleri kadar. Liberalizm ve sosyalizm kuramları, eşitlik, adalet, özgürlük gibi temel kavramların tanımları, imkânları üzerine ilerleyen tartışmalardan ibarettir. İslam referanslı siyasal-kuramsal söylemler ‘eşitlik’ kavramını, baştan es geçmeye eğilimlidir. Bu eğilimin kalkış noktası da sanıldığı gibi teolojik-kuramsal ve derinlikli değil, ‘komünizmle mücadele’ geçmişinin, İslam dünyasının Soğuk Savaş deneyiminin sığ mirasıdır.
Herkesin eşitlendiği an…
Düşüncelerini, tavrını önemsediğim ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık, Emek ve Adalet Platformu’na verdiği destek çerçevesinde bir dizi söyleşi yaptı. Bunlardan birinde, ‘iftar’ın, ‘matematiksel eşitliğe’ gönderme yapan anlamından söz etti. ‘Zengin, fakir, okumuş, cahil herkesin eşitlendiği an’a dikkat çekti. Biliyorsunuz, ‘mutlak eşitlik’ vurgusu insanlığın en korktuğu ve hep kaçtığı şeydir. Oysa, çetrefilli bir mesele olmasına, eşitlik yerine adaleti koyarak bu sorundan kaçma çabasına karşın, hayat bizi sıklıkla bu insan gerçeği ile yüzleştirir. Eşitlik ve hatta matematiksel, ‘mutlak eşitlik’ gerçeği, hayatımız boyunca, en sert eşiklerde kendini hatırlatır, bizi uyarır. Nihayetinde hayatın en temel meselesi, Camus’nün hatırlattığı gibi, ‘ölüm’dür ve ölüm en büyük mutlak eşitlik uyarısı, hatırlatıcısıdır. İnsan gerçeğinden kaçışın en uç noktası ölümsüzlüğe yeltenmektir ve en büyük ‘şirk’tir.
TUNA KİREMİTÇİ – PROTESTO İFTARINDAN NE ANLADIM
Hürriyet, 23 Ağustos 2011
Taksim’deki protesto iftarında başörtülü bir genç kadın. İşsiz bir grafik tasarımcı. Portishead dinliyor, Murat Menteş okuyor.
İşsizliğinin nedeni, başörtüsü.
Reklam ajansları “kapalı” grafiker istemiyormuş.
Hakikaten yahu; Sinan Çetin’in dükkânında bile yoktur başörtülü çalışan. Çay ocağındaki teyzeyi saymazsak.
“Zaten yıllarca üniversiteye gidemedim. Şimdi de iş bulamıyorum” dedi: “Artık uğraşacak halim kalmadı.”
“Mütedeyyinlere ait ajanslarda çalışamaz mısın?” diye soracak oldum.
Eski Türkçe kelimeleri telaffuz eden yabancılara gülümsediğimiz gibi, acı acı gülümsedi: “Mütedeyyin mi kaldı Tuna Abi?”
Günümüzde AKP’nin kanatları altına girmeyen ya da giremeyen dindar muhaliflerin sayısı az değil.
Üstelik muktedirlerin bize olduğu kadar onlara da alerjisi var. Protesto iftarına gösterilen tepki bunun kanıtı.
Muhalif dindarların biz “ötekilere” karşı hisleriyse karışık. İhsan Eliaçık gibi “sanal duvarların yıkılmasını” isteyen de var, “Laikle oruç açmaktansa ölürüm!” diyen de.
Protesto iftarları kamuoyunu biraz hazırlıksız yakaladı. Kimse maske takmaya, poz kesmeye falan fırsat bulamadı. İyi de oldu.
Her şey samimiyet içinde cereyan etti, biraz kırıcı da olsa. Tepkilerin çoğuysa nedense bel altından.
Bu arada yeni ittifakların nerelerde olduğu da çıkıyor ortaya.
Mesela gay bir liberalle hızlı bir İslamcı, Twitter’da bendenize laf çakmak uğruna aynı seviyeye inebiliyor: “Sen bilmem ne otelinde düğün yapmadın mı? Ne işin var protesto iftarında!”
Oysa medeni ülkelerde genellikle tam tersidir: Bel altından girişmek muhalefetin, centilmenlik iktidarın lüksüdür.
Şeyh Edibali’nin dediği gibi: Öfke bize, uysallık onlara düşer. Şikayet bize, katlanmak onlara…
Ayrıca ben düğünden kaçalı bin yıl olmuş, onlar hâlâ oralarda. Bu ne lüks merakıymış ayol!
Kaynak: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=18553501
DENİZ YILDIRIM – ‘İftar protestoları’ ve sosyalistler
Birgün
Ramazan ayı bitti. Diğer taraftan bu yıl Ramazan’a damga vuran İslam, sınıfsallık ve yerlileşme tartışmaları üzerinde daha fazla durmayı hak ediyor. Bu elbette, öyle kolay kolay tüketilecek bir tartışma değil, yeni de değil, ama hiç bu kadar güncel de olmadı. “Ramazan’ın aşağıdan sınıfsallaşması” dediğim olgu da burada görünürleşiyor. Manifesto’nun veciz ifadesiyle, “katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor.” Pratikte bu tartışmaları tetikleyen, aslında Emek ve Adalet Platformu’nun “Orucunu Kapitalizmle Açma” sloganı eşliğinde başlattığı sokak iftarları oldu.
Sokak iftarlarının açığa çıkardığı kısmi sınıfsallık, birbirinden farklı iki kesimden iki eleştirinin yönelmesini de beraberinde getirdi. Bunlardan birincisi, özellikle İslami cephede ortaya çıkan ve bu sınıfsal yarılmadan duyulan rahatsızlığın dışavurumu olarak sokak iftarlarını neredeyse Ergenekon’la, Balyoz’la ilişkilendiren komplocu sınıf diliydi. Bu bakıştan anladığımız kadarıyla sokak iftarları, yeni hegemonyanın “kol kırılır yen içinde kalır” mutabakatına ve sınıfsal denetim ideolojisine bir tehditti.
Diğer eleştiri ise, “sol”dan gelen İslamileştirme tespitlerinde odaklanıyordu. İki pazar önce yine Radikal’in İKİ ekinde yayımlanan Aytek Soner Alpan imzalı “Yerlileşme mi Yersizleşme mi?” ile geçen hafta başında Radikal’de yayımlanan Özgür Mumcu imzalı “İftar Devrimi” başlıklı yazılar bu bakışa iki örnek. Özetle bu bakış, İslami dilin içinden konuşmaya başlayan bir yerlileşme pratiğinin, en sonunda İslamileşmeye, İslami hegemonyaya hizmet edeceği tespitinde birleşiyordu.
İNDİRGEMECİ TUTUMA ELEŞTİRİ
Bu ikinci görüş üzerinden konuyu tartışmaya açmaktan yanayım. Önce Alpan’ın yazısındaki indirgemeci tutuma dönük bir eleştiriyle başlayalım. Alpan’ın yazısında Murat Belge ile Sırrı Süreyya Önder’in, aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen, yerlileşme bahsinde birleştikleri belirtiliyordu. Yazının bu kısmına itirazım, aşırı indirgemeciliğinden kaynaklı, yönteme ilişkin bir eleştiri, onun için uzatmadan şunu belirteyim: Alpan, Belge ve bir akım olarak Birikimci analizin yerliciliğini teorik besin kaynağından bağımsız okuyarak, ulaştığı yerden soyutlama hatasına düşüyor. Belge ve kendisinin Hopa olayları üzerine verdiği söyleşideki o veciz ifadesiyle “çevresinin çevresindekiler”, Türkiye’de tüm kötülüklerin kaynağını, kendinden menkul, sınıflardan azade bir “ceberrut devlet”te buldukları için, onun karşısında yer alan her aktöre de kendiliğinden politik ilericilik atfeden bir bakışla yerliciliği harmanlıyor. Bu bakış, en sonunda Küçükömer’den bu yana muhafazakar sağ siyasal hareketlere ve doğal olarak bugün de AKP’ye ulaşan “sağdakiler sol, soldakiler sağ aslında” uyanıklığına uzanarak sınıfsal bağlamı yerinden eden bir anti-Kemalist yerlicilik arayışının ötesine geçemediği için, yerlilik, en sonunda bu siyasal dil içinde evrensel-kapitalist bir hegemonyanın yerlileştirilmesiyle birlikte işliyor. Bu nedenle yazısı, bir tuhaf eşitlemeyle başlıyor.
KUTSALLAŞTIRMAYA HİZMET EDİYOR
Gelelim İslamileşme tezlerine. Alpan ve Mumcu’nun yazılarında yöntem olarak sorunlu yan, yaşamın her alanında sınıfların izlerini görürken, dini bu izlerden muaf tutarak bu alanı ikinci bir kutsallaştırmaya tabi tutmaları ve bu alana dönük sosyalist okuma ve ilişkilenmeleri İslamileşmeyle irtibatlandırmaları. Bu bakış, İslamileşme olgusunu siyasal ve sınıfsal karakterinden bağımsız bir kültürel teknoloji olarak okuduğu oranda, ona karşı verilen tepkileri de kültürelci bir ürpertiyle karşılıyor. Oysa neoliberal ilahi adalet söyleminin (teodise) sermaye birikiminin sürdürülebilirliği açısından kapitalizme bu denli eklemlendiği koşullarda, bu alana dönük kültürelci okumalar yapmak, siyasal ilişkileri tarihselliğinden kopararak olağanlaştırmaya ve kutsallaştırmaya hizmet ediyor.
SINIF HİYERARŞİSİNİN YENİDEN ÜRETİLMESİ
Ramazan’ın sınıfsallaşması, bunun böyle olmaması gerektiğinin önemli kanıtlarından birisi. Olguyu anlamak için Ramazan hutbelerini inceleyerek yazıyorum. Memleketin genelinde hutbelerin ortak yanı, Müslüman öznenin mülk sahibi olarak kurgulanmasıyken, ezilenlerin de “Müslüman” kimliğin dışında tutulan yoksullar olarak nesneleştirilmesi. Mülklü Müslümanı özneleştirip mülksüzleri nesneleştiren bir sınıf hiyerarşisinin yeniden üretilmesi sözkonusu olan. Bu yeni bir olgu değil, ama giderek daha açıktan konuştuğu kesin.
Diğer taraftan Ramazan boyunca yerel gazeteleri izleyenler, işçilerle yapılan oruç söyleşilerine rastlamışlardır. Dikkat çekici bir ortaklaşma bu haberlerde karşımıza çıkar. Ezilenler, 45 derece sıcakta çalışmayı ve açlığı, öte dünya için bir sınav ve aynı zamanda öte dünyada cennete giderek dindirilecek bir fedai ızdırabı olarak görürler. Tahtakale’de hamallık yapan işçiler, orucun sevabını düşünerek sıcağa katlandıklarını söylüyorlar. Gaziantep’teki inşaat işçisinin sözü farksız: “Bu zorlukların mükafatı farklı olacağı için üzerimize farz olan orucu tutmanın lezzetini alıyoruz.” Mardin’den Beypazarı’na çalışmaya gelen 22 yaşındaki tarım işçisinin sözlerine bakalım: “zor olsa da mükafatı farklı olacak”. Dubai basınından bir alıntıyla bitireyim bu örnekleri. 45 derece sıcakta çalışan inşaat işçilerinden Pakistanlı Anwar Khan’a (28) “nasıl dayanıyorsunuz?” sorusu yöneltildiğinde, Khan’ın yanıtı da hemen hemen aynı: “Böyle zor koşullarda oruç tutmak, bize sonunda özel mükafat getirecek bir sabır ve fedakarlık testi (Gulf News).”
SINIFLARÜSTÜ KUTSALLIĞA SEVK
Tüm bunlar, toplumsal eşitsizliklerin doğal ve ilahi olduğunu bildiren açık sınıfsallığın hegemonyasını ele veriyor. O zaman karşı soru şu: Gündelik hayatın, sınıfsallığı farklı mekanlarda farklı zaman kiplerine dayalı olarak açığa vurduğu düşünülürse, sömürünün ilahi adaletmiş gibi sürdürülmesine karşı çıkanların protestolarında bir dünyevileşme aramak da gerekmiyor mu? Çünkü bu eylemlere ve seslendirdiği taleplere İslamileşme çerçevesinden bakmaktansa, ezilenlerden yana bir dünyevileşme vesilesi olarak bakmak daha mümkün. İslam üzerine her konuşmanın İslamileşme’ye ve İslamcı hegemonyanın güç kazanmasına yol açacağı yönündeki tespitler bu nedenle aşırı indirgemeci bir tutum izliyor. Kurtubalı İbn Rüşd üzerine konuşmak da İslamileşmeye hizmet eder mi? Bu toptancı bakışlar, dinler tarihi içindeki çatallanmalara mesafeli olduğu için, din alanını ideolojik ve siyasal içeriğinden soyutlayarak sınıflarüstü kutsallığa sevk ederek aslında, İslamileşmeye ve İslamcı hegemonyanın sınıfsal özüne daha çok hizmet eder hale getirmez mi örneğin? Sorular çoğaltılabilir.
YÜZLEŞMEYE HAZIR MIYIZ?
Sonuçta, sömürüyü “takdir-i ilahi”, madenlerde ölümü “kader”, Tekel işçilerine dönük tavrı “merhamet” olarak açıklayan, Müslümanlığı bir tür “mülklü”manlık olarak kodlayarak gündeme çıkaran teodise karşısında sokak iftarları, ezilenlerin dünyayı algıladıkları kültürel ve toplumsal dağarcığın içinden karşı duruş pratikleri aramaları için bir sinyal sadece. Tek başına bu, kurtuluşun imkanlarını sunmuyor, sunamaz da. İmkanları ilerletmek, başka dayanışma biçimleriyle bu alanı ilişkilendirmek ve ileri gidip eleştirmek önümüzdeki dönemin görevi. Ama sonuçta başta belirttiğimiz gerçeği unutmadan: “katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar hayatın gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor.” Bu yüzleşmeye hazır mıyız?
MARX’IN ONBİRİNCİ TEZİ BOŞUNA MI?
Bütün bunlar sorunun, toplumun çoğunluğunu oluşturan ezilenlerin ortak taleplerini, kimliklerini hiçe saymadan birleştirebilecek siyasal bir alternatifin eksikliğinden kaynaklandığını göstermiyor mu? Ramazan’ın sınıfsallaşması, “şimdi”yi geçmiş ile geleceğin esaretinden kurtaracak bir perspektifle donatmak gerektiğini bir kere daha ortaya koydu. “Öteki mekansal olarak uzağa itilemiyorsa, emekçi sınıfların kültürel ve ideolojik olarak geri kalmışlığını ima ederek zamansal olarak uzağa itilmesi söz konusu olur” diyor Arif Dirlik Postkolonyal Aura’da. Gericilik retoriği buna iyi bir örnek olabilir. Sosyalistlerin ezilenleri kültürel ve ideolojik olarak geçmişe aitmiş gibi yansıttığı koşullarda, ezilenlerin sahici kurtuluş özlemlerini “gelecek olarak” “cennet”e ötelemeleri bir çelişki olmaz. Her iki koşulda da “şimdi”, siyasal esaret altında. Sadece şimdi değil, ütopyalar da bu esareti deneyimliyor. Şimdiyi kurtarmak için, geçmişe ittiğimiz ezilenlerin geleceğe öteledikleri özlemleri arasında pratiğe girmek gerekiyor. Sokak iftarları, hiçbir şeyi değilse bunu başardığı için alkışlanmalı, eleştiri ardından gelmeli. Sahi, cennetin eleştirisinin yeryüzünün eleştirisine döndüğü koşullarda Marks, dünyayı değiştirme iradesine davet olarak onbirinci tezi boşuna mı önermişti?
Kaynak: http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1314780006&year=2011&month=08&day=31
https://istiraki.blogspot.com/2011/09/iftar-protestolar-ve-sosyalistler.html
http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=devrimci%20sosyalist%20islam%20platformu
Ekşi Sözlükte platformu da ilgilendiren yanlış bilgi var. Platformda yazar varsa düzeltilse iyi olur.