M. Sinan Mert – Gösterdikleri ve Gizledikleri İle Türklük Sözleşmesi
M. SİNAN MERT
Geçtiğimiz günlerde arkadaşımız İlker Cörüt’ün bir eleştirisini yayınladığımız, Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” adlı metni, farklı rezonanslar yaratmaya devam ediyor. Sinan Mert’in Dr. Hikmet Kıvılcımlı geleneğinden Sosyalist Dayanışma mecmuasında yayımlanan bu metni, Ünlü’nün kitabının tarihsel arka planındaki noksanlıklara dair kısa fakat incelikli bir eleştiri mahiyetinde.
Kaynak: Sosyalist Dayanışma, Mayıs 2018
7 Şubat 2017 KHK’sı ile üniversiteden uzaklaştırılan Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi adlı kitabı belli seviyede bir tartışmayı tetiklemiş görünüyor.
Sözleşme kavramının yazar tarafından kullanılması bilinçli bir tercihe dayanıyor. Hobbes, Locke Rousseau gibi burjuva siyasal düşüncesinin önemli isimlerinin kullanmayı tercih ettiği bir kavram bu. Ulus eksenli bir siyasal birimin oluşmasında karşılıklılığın, yöneten ve yönetilenlerin çıkar ortaklığının rolünü vurgulamak için öne çıkarılan bir kavram bu. Hegemonya kavramı daha ziyade egemen sınıfı ve devleti merkeze alan, merkezi aktörlerin çıkarlarının toplumun geri kalan kısımlarına çeşitli biçimlerde benimsetilmesini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir çerçeve kurarken sözleşme kavramında daha ziyade alttakilerin ve üsttekilerin çıkarlarının karşılıklı olarak örtüşmesi ön plana çıkıyor. Sözleşmenin kendisi iktidarı alttakilerin de çıkarına olan bir kurum olarak meşrulaştırıyor. Toplum içindeki güç asimetrileri, sınıfsal çelişkiler böylece büyük oranda görünmezleşiyor. Alttakilerin sözleşme yapabilme güç ve yeteneğine sahip olup olmadığı da tartışma dışı bırakılıyor. En uç biçiminde Hobbes, zorba bir mutlakiyetçi rejimi bile halka güvenlik vaat ettiği için meşru bir iktidar olarak takdis ediyor.
Barış Ünlü de benzer bir biçimde Müslümanlık ve Türklük Sözleşmeleri kavramları ile özellikle Ermenilere ve Kürtlere karşı yürütülen soykırım ve katliamlarda, toplumu da güçlü bir suç ortağı olarak işin içine katıyor. “Müslümanlık Sözleşmesinin Osmanlılık Sözleşmesinin aksine, asıl başarısı burada, yani devletle Müslümanlar arasındaki gerçek bir duygu ortaklığında, çıkar birlikteliğinde ve mutabakatlar bütününde gizlidir… eşitlik fikrine dayanan Osmanlılık Sözleşmesi toplumda bir yankı bulmamış devletin tutarsız politikaları nedeniyle sınır kalmış ve yapayken, Müslümanların üstünlüğüne dayalı Müslümanlık sözleşmesi gerçek anlamda çift taraflıdır bu nedenle de otantik ve işlevlidir” (Ünlü, 2017:100)
Anadolu gibi halkların yüzlerce yıl bir arada yaşamayı başardıkları, örneğin çok yakın bir geçmişte 1908 Devrimi’ni bile birlikte sokaklara çıkarak kutlamayı başardığı bir tarihsel arkaplan varken neden tüm gayrimüslimlerin katledilmesi ya da ülkeden gönderilmesi “tüm toplumun” çıkarlarını yansıtan otantik bir plan olsun? Ünlü, siyasetin belirleyiciliğini görmezden gelerek bir tür doğal sözleşme teorisi ile soykırımın bütün Müslümanların çıkarına bir uygulama olarak kabul edilmesini bekliyor. Peki, örneğin benzer bir imparatorluk bakiyesi olan topluma sahip olan Rusya’da ulusların kendi kaderini tayin hakkını benimseyen bir devrimin benzer yıllarda gerçekleşmiş olması yeterince otantik değil mi? Rusya’da gerçekleşen İşçi Sözleşmesi mi yoksa Türkiye’de gerçekleşen Türklük Sözleşmesi mi daha otantik? Ulus devletin ve bir yerli burjuvazinin de bu devlet eliyle tahkim edilmesi, bu burjuvazinin ilkel sermaye birikimi temin edebilmesi için Anadolu’nun kadim halklarının katledilmesi doğal ve olağan bir tarihsel-sosyolojik sürecin sonucu değildi, tam tersine Osmanlı bürokrasisi ile yerel eşrafın sentezinden doğan bir milli burjuvazinin, toplumsal dönüşüm sürecinin rotasını belirleme yeteneği kazanmasının bir ürünüydü. Siyasetin ve sınıfların görünmez hale getirilmesi, toplumun bir sözleşme aracılığı ile çelişkilerini bir kenara bırakıp kolektif hareket etme yeteneğine sahip bir varlık gibi algılanması ciddi bir sosyolojist sapma olarak değerlendirilebilir.
Ancak bugün içinden geçtiğimiz tarihsel momentte böylesi bir sosyolojist sapmanın çok ikna edici görünmesini de makul karşılamamız gerekiyor. 7 Haziran seçimleri sonrasında faşizmin inşasının anti Kürtlük ideolojisi üzerinden şekillendirilmesi, düzenin içerisi ile dışarısı arasındaki sınırın Kürt meselesinde alınan tutumla ilişkilendirilmesi Türklük Sözleşmesi tespitinin vuruculuğunu artırıyor. Özellikle sözleşmenin aynı zamanda bir duygusuzluk ve bilgisizlik sözleşmesi olarak da tarif edilmiş olması son derece aydınlatıcı. Filistin’li için ağlayan bir Müslümanın bir polis aracının arkasında sürüklenen bir Kürt gencin ölümüne sevinmesi, sokaklarda günlerce bırakılan cenazelere karşı hiçbir duyarlılık göstermemesi, “çocuklar ölmesin” dediği için bir annenin bebeğiyle cezaevine atılmasını makul karşılaması doğal olarak Ünlü’nün kimi tespitlerinin çarpıcılığını artırıyor. Özellikle yaşadıkları bunca baskıya karşı Türk toplumundan çok az dayanışma ve kardeşlik gören Kürtlerin bu tezlerde kendi yaşadıklarını bulmamaları düşünülemez.
Kitap, Türklük Sözleşmesinin krizi bölümü ile sonlanıyor. “Krizi sözleşme dışı bireylerin sözleşme içindeki bireyleri mücadeleleri ile etkilemeleri tetikledi”. Toplumsal gruplara özcü roller yüklemeyip siyasetin kurucu ve dönüştürücü rolüne daha çok alan açtığında Ünlü gerçeklere daha çok yaklaşıyor. Türklük ve Müslümanlık sözleşmelerinin krizi, aslında Kürtler başta olmak üzere tüm Türkiye’li ezilenlerin mücadelesi ile tetiklenen bir Cumhuriyet krizinin, devrim olmaksızın için kazanılamayacak bir demokrasi talebinin de tezahürü olarak okunduğunda çok daha anlaşılır hale geliyor.
Hrant Dink’ten yapılan şu harika alıntı tam da bugüne layık: “Cüretkar olduğumuz, zaman zaman çizmeyi hatta haddimizi aştığımız da doğrudur. Bu da bizim hakkımız. Devrimler, haddinizi, çizmeyi aştığınızda gerçekleşir”.