Muhammet Çelik – Gezi’deki Müslümanlar…
Gezi parkı eylemleri ile ilgili yazılan eleştiri yazılarının çoğunda yaşanan toplumsal kalkışmanın dinamiklerini ele almak yerine “destekleyen-desteklemeyen” ekseninde tartışmalar yürütülüyor. Genellikle ya büyük resmi görmeyen masum eylemci profili çizilerek eylemlere katılanların iradesi hiçe sayılıyor ya da marjinaller ve samimi çevreciler gibi ikikiler yaratılmaya çalışılıyor. Gezi parkı eylemleri ile ilgili Muhammet Çelik’in yazısı ise gezi eylemlerine şu veya bu şekilde katılan veya söz söyleyen müslüman grup ve kişileri tek tek ele alarak, toptan mahkum etme hatasına düşmeden eleştirilerini ve fikirlerini belirtiyor. Yazının uzunluğu sürecin kendisinin zorluğundan olsa gerek diyerek, her paragrafı tartışmaya açılması gereken bu değerli yazıyı sizlerle paylaşıyoruz:
MUHAMMET ÇELİK
Bir gün şöyle bir tivit attım: “hey bütün insanlar! bi gün bi kafede buluşup çay içsek mi? bundan sonra ne yapabiliriz bi konuşalım..” Ama sadece bir RT oldu, kimse gelmedi çay içmeye, dedim ki “bu da bizim yalnızlığımız /bi sakıncası var mı?” ve bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Kalbin ve cihadın şairi Zarifoğlu“Parka dolalım /Park bizi alır önce” demişti. İdeolojinin şairi Ziya Gökalp’in “minareler süngümüz” şiirini bilen başbakanımız, bunu biliyor muydu, emin değilim, ama bildiğim kadarıyla gücü ele geçiren müslüman zümre, bu parka dolalım meselesini yanlış anlamış olmalı.. Zira ağaçları sökmek üzere kepçelerle doldular parka; ilk dizeyi yanlış anlayınca adamlar nihayetinde “park bizi alır önce” dizesinin nasıl sonuçlandığını da gördüler; park onları yirmi gün gecikmeyle alabildi ve Türkiye’nin birçok ilinden gelen takviye kuvvetler eşliğinde, muhteşem bir polis ve asker gücü ile parka dolabildiler. Zira o süre zarfında parktan başlayıp Kazlıçeşme meydanına kadar kovalandılar.
Bu süre zarfında okuduğum farklı yorumlardan biri ilgimi çekti, Rizeli bir abimiz Türkçe dilbilgisi kurallarını hiçe sayarak bir facebook iletisi yazmış, dokunmadan aktarıyorum: “birgun yaşlı babama sruyorum işte baba çalişma yurume stırahat et yanı akil veriyorum kendısıne onun bana cevabi sen hiç yaşli oldunmu .evet olmadım .peki bız hep olaylara kendi penceremızden neden bakarız ozaman sorarım sen hiç polıs oldunmu sen asker oldunmu sen savcı oldunmu sen hiç asi oldunmu sen hiç taş atan oldunmu sen hiç yolda elıne negeldıyse cam çerçeve kırdınmı sen hiç esnaf oldunmu yarın çek veya senetın var ama dükkanın yağmalanmış oldunmu acaba sen hiç ınsan oldunmu.” Başka biri de altına yorum eklemiş: “Empati kuralım diyorsun abi, o zaman miraç kandilin mübarek olsun” Şimdi bunda ne var diyeceksiniz, bence çok şey var, ama başlığımıza bakarsak bundan bahsetmeyeceğiz. En son buna döneriz belki..
Taksim’de Gezi Parkı eylemcilerinin içinde bazıları başından sonuna kadar bazıları ise sadece ilk günlerde olmak üzere bir grup Müslüman da bu eylemlere destek verdi ve en önemlisi de kendi seslerini başbakana ve tüm hükümet yetkililerine duyurmaya çalıştılar. Bazı müslüman yazarlar da yazılarıyla başbakanı uyardılar. Bu eylemler hakkında hep söylenen bir şey var “sap ile samanı ayıracağız”. Bence bu sadece bir laftan ibaret, niye mi? Çünkü günümüz iktidar kafası, dünyanın neresine giderseniz gidin, küçük ve cılız sesleri duymaz, duysa da onları karalar, kendisi karalamasa da kendi takipçileri zaten çoktan karalamıştır bu marjinalliği.. Hükümet bunca tantanadan sonra sizce gerçekten samimi bir şekilde ağaçların kesilmesine karşı çıkan grubu mu muhatap aldı, yoksa içki içip sokakları ateşe veren grubu mu? Elbette ikincileri dikkate aldı ve muhatap olarak onları gördü, birincileri sadece kullandı. Bu noktada Sezai Karakoç’un bir sözü aklıma geliyor: “Çağda öylesine lanetli bir dikkat ruhu doğmuştur ki, ancak intihar, katliam, anarşi ve terör yankı yapmakta, yumuşak ve sessiz aksiyonlar açılım ortamı bulamamaktadır.” Dolayısıyla bu çağda siz marjinal [orijinal olsaydınız böyle demezdim] müslüman gruplar, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, başbakan sizi muhatap almayacaktır, çünkü çağın ruhu onun ve takipçilerinin iliklerine kadar işlemiştir.
İtirazları hepimiz ezberledik, hükümetin ve destekçilerinin itirazlarını da hepimiz ezberledik. Eylemler öyle iğrenilecek bir noktaya geldi ki, batıda sömürgeci Avrupa’nın güneyde katil Esed’in ve yardımcısı Mihraç Ural’ın desteğini kazandı. İsrail bile eylemcileri destekler oldu. Türkiye’de faşist Kemalist diktatörlüğünün, darbe isteyenlerin, Adnan Menderes’in asılmasını beğeniyle karşılayanların ve daha birçok iğrenç fırsatçıların desteğini kazandı. Bu noktadan sonra Gezi’deki müslümanlar çekilmeli miydi? Bu soru tartışılabilir. Nitekim olaylar bu noktaya vardığında çekilenler de oldu. Oysa “hakikatin” zıddı olan “propagandanın” hükümet tarafından ele geçirildiği bir dönemde, bu protestoların hükümetin lehine sonuçlanması, şaşılacak bir şey olmadığı gibi, zor da değildi. Nitekim İsmet Özel’in dediği gibi “Medyanın gücü yoktur, gücün medyası vardır.” Bu konularda en çok söylenen sözlerden birini Numan Kurtulmuş’tan dinleyelim ve ona bir soru soralım: “Gönül isterdi ki: Gezi Parkındaki o samimi duygularla başlayan, çevreci duyarlılığıyla başlayan protestolar o noktada kalsaydı!” diyen Sayın Kurtulmuş, Türkiye’de yüzlerce çevre eylemi oluyor, sessiz sedasız, siz hangisini dikkate aldınız bu güne kadar?
Biz konumuza dönersek, Müslüman gruplardan hangileri bu eylemlere destek verdi ve ne söylüyorlardı? Bu soruları ve cevaplarını, kulağını aklını ve kalbini hakikate kapayıp propagandaya açmış olanlara değil, propagandaya tıkayıp hakikate açmış olanlara aktaracağız.. Zira bu Müslümanlar, bugünkü “müslümanlar iktidarda, daha ne istiyorsunuz?” sorusunu, yıllar boyu bu ülkede sorulan “müslümanlar namazlarını kılıyor, her ibadetlerini yapıyorlar, daha ne istiyorsunuz?” sorusunun devamı olarak görüyorlar..
Antikapitalist Müslümanlar.. “Her gün bir milyar insan aç sabahlıyor” diyen bu arkadaşlar, kapitalizmin Allah’ın düşmanı olduğuna inanıyorlar. Ellerindeki bayraklarda bir âyet yazıyor: “Mülk Allah’ındır.” Müslümanların güçlü olması için zengin olmaları gerektiğini söyleyenlere karşı bunlar güçlü olmanın paylaşmakla mümkün olacağını savunuyorlar. Yeryüzü kaynaklarını insanların adil bir şekilde paylaşması gerektiğini söylüyorlar. İnternet ortamında bu gençlerin söylemlerinden çok onlara namaz kıldıran ve biraz da öncülük yapan İhsan Eliaçık konuşuluyor. Çünkü insanlar daha çok zayıf nokta ararlar vurmak için ve bu zayıf noktayı Eliaçık’ta bulmak zor olmuyor. Oysa insanlar hata aramak yerine bu gençlerin ne dediğine baksalar daha çok hakikatle karşılaşacaklar belki, istemiyorlar..
Emek-Adalet Platformu.. Bu platform “kula kulluğa ve sömürüye karşı” ilkesiyle yola çıkmış. Gezi olaylarıyla ilgili bir forum düzenleyip ortak bildiri yayımladılar. Paranın gücüne dayalı sömürüyü ve buna direnenlere karşı uygulanan polis şiddetini kınadılar. Ayrıca eylemleri bahane edip Müslümanlara saldıran grupları da lanetlediler. Bana kalırsa sapla samanı asıl ayıran bunlardı, yoksa hükümetin böyle bir ayırım yapabildiğini zannetmiyorum, zaten partinin bunu yapmaması kendi çıkarına uygundu ve yaptı.
Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar İnisiyatifi.. Kadına uygulanan şiddete karşı kurulmuş bu grup yine bir önceki gruplar gibi kaynağını Kur’ân ve sünnetten alıyor. Gezi’de eylemlerde yer almalarının yanında bunlar da hükümetin sözle söyleyip yapamadığı şeyi yani sapla samanı ayırmayı başaranlardan. Bunlar Taksim eylemleri boyunca biri Kabataş’ta diğeri Fatih’te olmak üzere iki ayrı gösteri düzenleyip, eylemler esnasında başörtülü kadınlara yapılan saldırıları kınayıp, bu saldırıları yapanları uyardılar. Bu gösteri ve basın açıklamaları bazı yayın organlarında tam metin yer alırken hükümet yanlısı organlarda kısmen yer aldı. Çünkü eylemci müslüman kadınlar, başörtülü kadınları savunurken hükümetin bunu oy malzemesi olarak kullanmasını da kınamışlardı.
Devrimci İslami Gençlik İnisiyatifi.. Bu grup devrimci ve halkçı olduğunu söyleyip internette “imani red” adlı bir siteleri de olan, ancak Suriye’de eli kanlı devleti ve rejimi destekleyen, imani ve İslami açıdan tutarsız bir grup.. Herhalde Esed’den eylemcilere destek gelince bunlar daha bir bilendiler, diğer gruplar biraz geri çekildi ama bunlar devam ediyor. Dikkatimi çeken bir şey sayfalarında Suriye rejimini desteklerken “Suriye halkının yanında olduklarını” söylemeleri.. Yani halka karşı halkın yanında, iç savaşın yanında, katliamın yanında, Amerika’nın yardım edeceğini söylediği muhalefete karşı İran’ın ve Rusya’nın yanında.. Bütün bunlar olurken tiwitter’da gördüğüm bir cümleyi buraya alıntı yapmak geldi aklıma: “Sünnilerin Amerika’sı var, Şiilerin Rusya’sı var; Tanrı ateistlere kaldı..” Bunları zikrederken burada biraz Nurettin Şirin ve biraz da Haydar Baş zikretsek fena olmaz, zira onlar için ayrı bir paragraf başlatmam, sonra Adnan Oktar için de bir paragraf açmamı gerektirebilir. Bunlar adaletten değil devirmek anlamındaki devrimden yanalar sanırım.
Yordam Dergisi: Kürt halkına yönelik uzun yıllardır uygulana gelen baskı, sindirme ve zulmün karşısında edebi ve fikri bir söylem geliştirmeyi amaçlamış bir grup. Taksim eylemlerine katıldıklarını ve sapla samanı ayırmak için kendilerine has bir üslupla amaçlarını açıkladıklarını twitter sayfalarından gözlemledik. Bu grup Türkçü-İslamcılara karşı müslüman Kürt (Kürtçü değil Kürt) direnişini temsil eder, Taksim’de de yerini aldı..
Mazlumder.. Olaylar boyunca polis şiddetinin durdurulması yönünde çağrılarda bulundu.. Sap saman meselesinde kendine yakışan bir üslupla “polis şiddeti de Vandalizm de meşru değildir” dediler. Ancak bazı müslüman gruplar bu derneği iğrenç bir üslupla kınadı. Zaten bu olaylar neticesinde müslüman çoğunluk öyle bir üslup geliştirdi ki, önceleri Akit gazetesi okuduğumuzda nasıl içimiz daralıyorduysa şimdilerde dışarı çıkıp biriyle konuşsak, öyle oluyoruz. Kin, nefret, kan kokusu almış kurt tavrı ve bunların yanında din sömürüsü..
Şehrengiz Dergisi.. Tiwetter’daki bir bağlantısında Gezi Parkı Kütüphanesinde insanların Şehrengiz dergisi okuduğunu görmem, onları da bu gruplara dâhil etmeme sebep oldu. Bizim arkadaşlar, Serkan, Mustafa falan..
Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi: Salih Mirzabeyoğlu’na özgürlük isteyen ve kendilerini İBDA cephesinde hisseden bu gruba göre “28 Şubat bitti diyorlar… Doğrudur… Müteahhitler için bitmiş olabilir ama Mücahitler için 28 Şubat tam gaz devam ediyor.” Bu arkadaşlar Taksim’e direnişe çağırmışlar ve öyle gözüküyor ki daha çok Mirzabeyoğlu için özgürlük mücadelelerini dile getiriyorlar. Cezaevi önünde yaptıkları protestolara alışıklar zaten. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” yazılı afişleri ve daha birçok afişleri var. Benim bildiğim kadarıyla bu grup yıllardır Salih Mirzabeyoğlu’nun suçsuzluğunu ve çıkması gerektiğini, ayrıca cezaevinde gördüğü işkencelerin hesabının sorulması gerektiğini dile getiriyor ama duyan yok! Yukarıda aktardığım Sezai Karakoç’un sözünü hatırlarsanız, hükümetin bu tür sesleri duymama sebebini anlamış olursunuz. Gösteriye, reklama, propagandaya ve bu dünyaya yönelmiş güç sahipleri, görünmeyene, öbür dünyaya ve azınlıklara kulaklarını tıkamış durumda.
TOKAD, Sakarya Adalet Girişimi Platformu ve Eğitim İlke-Sen.. Bunları birlikte zikrettim, çünkü beraber hareket ediyorlar. İlki Tokat’ta, diğeri Sakarya’da ve sendika Türkiye genelinde.. Tokat’ta “Şehri, tabiatı ve insanı yağmalayan kapitalist politikalara karşı birlikte direnelim!” diye eylem yapan arkadaşlar ve Sakarya’da “Eskiden mazlum olmak şimdi zalimin yanında olmayı gerektirmez” diyen bu müslümanlar ilginç bir eylem sürecinin de sahibiler. Taksim’deki polis şiddetini ve başörtülü kadınlara yönelik saldırıları aynı anda kınayan arkadaşların bahsettiğim eylem süreci başörtüsüyle alakalı.. Tam 406 haftadır başörtüsüne özgürlük isteyen eylemler yapıyorlar, hepsi de bu hükümet zamanında.. Peki, başbakan onları masasına çağırıp görüştü mü dersiniz? Görüşür mü dersiniz? Onlarda bir Hülya Avşar bir Polat Alemdar potansiyeli olmadığı için, onlar sokakları ateşe vermediği için belki de oy potansiyelleri çok da önemsenmediği için bağırıp durmaya devam etsinler, onları ancak Allah duyacaktır elbet..
Bu grupları saydıktan sonra şimdi de Müslümanlardan bireysel olarak söylenenlere (söyleyen değil söylenen, karşılığı yoksa söylenmek olur) bakalım. Mustafa İslamoğlu, cuma hutbesinde muhalefetin insanların en doğal hakkı olduğunu, parkta çadır kurup eylem yapanların çadırlarını sabahın köründe gelip yakan polis grubuna dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor. Olayların başlangıcı da zaten bu şekilde olmuştu. Muhalefeti yok etmeye çalışan hükümeti “düdüklü tencerenin düdüğünü kırmakla” suçluyor. Sonuç: patlama.. Yani meşru muhalefetin önünü tıkadığınızda gayrı meşru olan eylemlere sebep olursunuz, diyor. Yönetimin adaletini sıkıntılı görüyor ve eylemcilerin yaşını kurusundan ayıracak mümeyyiz gerekir diyor. İslamoğlu hocanın tek eleştirisi Taksim’le ilgili de değil. Genel olarak hükümeti de eleştiriyor. Şöyle diyor “İstanbul için 40 milyon nüfus planlanıyor, iki yeni şehir bir sahte boğaz yapılacak.. Allah’ınızın aşkına, bu çılgınlık!” Hükümetin böyle sağlıksız projeler üretirken neden doğru düşünemediğini “tekasür (çoklukla övünme) krizinde” olmakla açıklıyor. “Büyüklük tutkusu helak eder” âyetiyle de uyarısını tamamlıyor.
Şair İsmail Kılıçarslan “Arkadaşlar, bunu bütün samimiyetimle söylüyorum: AKP’yi adalet duygusundan daha çok seven varsa aranızda, lütfen beni takipten vazgeçsin” mesajı ile sosyal medyada tepkileri üzerine çekti; belli ki insanların çoğu adaleti değil adalet lafı etmeyi seviyor. Yeni Şafak yazarlarından Süleyman Gündüz “Çağ değişti, yeni bir dönem başlıyor, geleneksel düşünce kalıpları bunu kavramaya yetmiyor” dediği yazısında, “camide içki içildi” iddialarını araştırıyor ve hükümetin de dillendirdiği bu iddiaların gerçeği yansıtmadığı ve çarpıtıldığı sonucuna varıyor. Bu arada Bezmialem Valide Sultan Camisinin müezzini vali Mutlu’ya “siz adaletli olduktan sonra Allah zaten adaletlidir” demiş. Bir başka şair Alper Gencer, Gezi’deki gerçek eylemcilerin profilini şu sözleriyle ifade ediyor: “gezi’deki barış ruhunu bir insanın görememesi için; gönlünü önyargı prangalarıyla devasa putlara bağlayıp, gözlerini akılla dağlaması lazım!” Tabi hükümet ve devlet bunu görmeyecekti, bunu görmek onun işine yaramazdı. Hangi görüntü iktidarını daha sağlam kılmaya hizmet ediyorsa onu gördüler. Ama görülmek istenmeyen ayrıntılardı asıl olan ve onlar belki bir gün iktidarın başını daha da ağrıtabilir. Afili Filintalar sayfasında yazanlardan Murat Uyurkulak “el-veda” yazısıyla bu gruptan ayrıldığını ifade etti. Zira devrimciliği Tayyip hayranlığına evrilen arkadaşı Hakan Albayrak göstericiler için “müsvedde” demişti. Eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay bu süreçte hükümetin söylediklerinin aksini söyleyenlerden.. Şöyle demiş: “Bir kadına başörtülü olduğu için saldıran her kimse Allah kahretsin! Bir park yüzünden bunca anneyi ağlatanları da Allah bildiği gibi yapsın!” Ayrıca birkaç kez şu âyet-i kerîmeyi paylaştı: “Bir topluluğa duyduğunuz öfke sizi adaletsizliğe yöneltmesin” Niye böyle davrandığını soranlara rahmetli babasının ona olan öğüdünü hatırlatıyor: “Haklı olduğunu bildiğin birinin hakkına karşı çıkarsan, ben de sana hakkımı helal etmem” Tabi iktidar yanlısı din bezirgânları tarafından aforoz edildiği ilan edildi! Kendimle ilgili de bu süreçte şöyle demiştim: “Birinci Hrant Dink’te ikinci Roboski’de üçüncü Gezi Parkı’nda Resmi Din’den afaroz edildik.. Kiliseye göre artık şeytanız…” Hükümetin en sağlam destekçilerinden Ahmet Taşgetiren bile başbakana yönelik yazdığı yazısında “park için referandum yapılması kararından” ve “üçüncü köprünün ismine dair alınan Yavuz Selim kararından vazgeçilmesini” söylüyor. Bu uyarılar elbette yaklaşan tehlikenin farkında olan insanların uyarıları, ama kim dinler? Bu tehlikenin ne olduğunu Yusuf Kaplan da köşesinde belirtmiş: Önce “gerek hükümetin, gerekse hükümet-karşıtı çevrelerin ‘yalakalarla’ ya da ‘küfürbazlarla’ bir yere gidemeyeceklerini görmeleri gerekiyor” diyen Kaplan sonra da uyarıyor: “Zira uzun zamandır “pişirilen” Alevi sorunu ihdas edilmek üzere. O yüzden “aman dikkat” diyorum.” Peki, sizce devlet bu uyarıları dikkate alıyor mu? Dikkate alsaydı, üçüncü köprünün ismi konusundaki tartışmalara kulak tıkamaz ve başbakan mitinginde Reyhanlı’da ölenlerin “Sünni” olduğunun altını çizmezdi. Kent planlamasındaki hükümetin kapitalist yönelimlerine yönelik tepki içeren bir yazı Ali Bulaç’tan geldi: “..görünürdeki sorunun temelinde küresel sermayenin kendine kârlı yatırım alanları ararken gözünü İstanbul’a dikmesidir.” Böyle diyor. Mehmet Bekaroğlu, Taksim olaylarının nasıl okunması gerektiğine dair tespitlerde bulunuyor ve bir değişim sürecinde olduğumuzu şu sözleriyle haber veriyor: “Şu anda Taksim Meydanı ve Gezi Parkın’da eylemlerine devam eden genç insanlar, Türkiye siyasetini baştan sona değiştirdiler; artık bu ülkede yukarıdan aşağıya, buyurgan, insanı yok sayan, devleti ve gücü esas alan siyaset yapma biçimi iş görmeyecektir.” Bunun yanında Ulusalcı /Ergenekoncu çetelerin olaylara hâkim olma çabalarının ne anlama geldiğini ve bunları nasıl okumamız gerektiğini de anlatıyor. Lütfi Bergen, olayların ilk günlerinden itibaren kapitalizmin bizi getirdiği noktaya dikkat çekiyor, olayların kaydığı yerin farklılaşması bir yana, o yine de kapitalizmin oyununu fark etmemizde ısrar ederek şöye diyor: “Her taraftan bir gökdelen çıkıyor; bu komployu görmüyor musunuz?” Yalnız devlet erkânında bu kadar büyük bir komployu görecek kapasite olduğunu zannetmiyorum. Zira bu senin dediğin Lütfi abi, çağı tamamen değiştirmeyle alakalı ve bizdeki İslamcı iktidar çağa göre bir İslam elbisesi biçmişler kendilerine, onu bize giydirmişler. Timeturk haber sitesi yazarlarından Nevzat Çiçek başbakanın Taksim olaylarındaki tutumuna karşı şöyle diyor: “Sayın Başbakanım, Üzülerek ifade edeyim ki Taksim’de doğru bir süreç yürütülemedi. Diyeceksiniz ki bunda dışarının, içerideki iş birlikçilerinin kışkırtması var. Emin olun bu söyleminizi oradakilerin bir kısmı da söylüyor. Size zaten bu noktada çok kızgınlar herkesi aynı kefe içerisinde değerlendirmenizden muzdaripler.” Başbakan bunu görecek halde değil şu sıralar, çünkü eğer öyle davranmış olsaydı belki kardeşlik ve insaniyet ülkemizde artış gösterebilirdi ama AKP’nin oyları azalırdı. Ee mantıki olarak kardeşliği AKP sağladığına göre (!), öncelikle partiyi ve koltuğu koruma yoluna gidildi. Cihan Aktaş, artık gazetede yazı yazmıyor ama sosyal medyada paylaşımları var.. Kendini başbakanın çapulcu dediği kitlenin yerine koyup empati yapıyor: “Çapulcu” üzerinden empati fırsatı: Başörtülü kadınlara yıllarca resmen reva görülen “kandırılmış aklı kıt kadın” muamelesi çok inciticiydi.” Düşündüm de ben bir müslüman olarak ve Tayyip’e de çok uzak olmayan biri olarak bu kaba üslubundan bu kadar etkileniyorsam, bu üsluba direkt muhatap olanlar acaba ne hissediyordur? Bu arada C. Aktaş’ın ilk günlerdeki iletisi çok manidardı: “Barış sürecine kıymayalım. Hükümet Gezi Parkı eylemini başlatanları muhatap alsın. Sapla saman ayrılsın. Fırsatçılar dökülsün.” Murat Menteş, olaylarda orta yolu tutmayı denedi, huzurlu günlerin geldiğini zannetti ama yanıldığını da şu sözleriyle ifade etti: “Sanmıştım ki Alevi-Sünni, Türk-Kürt, dindar-laik, başörtülü-başı açık, sağcı-solcu… ayrımları tarihe karışacak.” Dolayısıyla o da aforoz edilenlerden, bu ayrımda dindarların öfkesine uğrayanlardan oldu. Ahmet Kekeç’in karşı yazılarına bakılabilir.. Bu örnekleri çoğaltmanın bir anlamı yok, geçelim..
Bütün bu eleştirileri getirdiğimizde bizi “büyük oyunu” görmemekle suçluyorlar. Büyük fotoğrafa bakmamakla suçluyorlar. Aynı suçlamayı Suriye rejiminin bekasını savunan Esad da söylüyor. Bence asıl büyük oyun, ayrıntıları göremeyecek kadar oportünist olmuş iktidar kafasının kendi evriminin bile farkına varamamasıdır. Sonuçta geldiğimiz noktada birçok arkadaş başbakanın dik durmasını alkışlıyor, onlara göre en akıllısı başbakanmış! Allah aşkına, yönettiği bir halkı yüzde elli yüzde elli ikiye bölen ve halka karşı halkı sokağa çağıran başbakan nasıl akıllı olabilir? Artık her gün sokaklarda eli satırlı, bıçaklı kişilerin göstericileri püskürttüğü haberleri geliyor. İnternet ortamında herkes birbirine “safını belli ettin mi?” diye soruyor. Savaş çoktan başlamış bile.. İnternetteki bazı AKP’li arkadaşlarım “ben Tayyip için adam bile vururum” gibi şeyler yazıyorlar. Bu olaylarda Başbakan’ı eleştirdiğimiz için bizim dinden çıktığımızı ve hatta bir daha giremeyeceğimizi söyleyenlerin ve Akit gazetesi tavrı ile sağa sola saldırıp küfredenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Ama başbakan hala gezi parkını yıkacağım, bina yapacağım diyor.. Safını iktidardan yana belirlemeyen müslümanlar, yani bizler, çoğu yerden tehdit edilircesine uyarılar alıyoruz.
Türkiye’de sağ ve sol, her ikisi de “İslâm düşmanlığı” üzerine kuruludur. Ancak sağdakiler ve soldakilerin bir kısmı, kurdun koyun postuna saklanması gibi kendilerini İslam’a saygılı gösterenlermiş gibi gösterip iktidarı paylaştılar.
On bir yıldır Kemalizmi Türkiye’ye iyice yerleştiren, onu kalplere ve çocuklarımızın zihinlerine kazıyan AKP iktidarı, bir anda kalkıp halkı Kemalistlere karşı kışkırtmaya, onlarla savaşmaya çağırıyor. Bu ikiyüzlülük ve iç savaş çığırtkanlığı bütün müntesiplerinde görülüyor. Bütün bunlara sebep olan bir başbakana akıllı diyerek sahip çıkan, peşinden giden insanlar, iç savaş ortamının psikolojik harp sanatlarını öğrenmiş görünüyorlar. Kan dökmeye, din savaşı çıkarmaya, Allah’ı ve başörtüsünü kullanıp insanları sindirmeye yönelik bir içgüdü patlak verdi. Freud psikolojisinin dikkat çektiği gibi bu iktidarın şu an gösterdiği tepki bırakın İslami olmayı insani olanın da en alt tabakasında, cinsellik ve saldırganlık eğilimleri gösteriyor. Kadınların başörtüsünü kullanması ve buna mukabil şaşırtıcı bir şekilde bedeniyle ün yapmış Hülya Avşar’la görüşülmesi cinsel sapıklığın; polis şiddetinden yakınıp buna mukabil şaşırtıcı bir şekilde Polat Alemdar denilen şiddet ikonuyla görüşülmesi saldırganlığı gösteriyor. Bu da gösteriyor ki ilk iktidara geldiğinde “muktedir olamadı” denilen Müslüman çoğunluk, artık muktedir olmakla birlikte adaleti bir kenara bırakmıştır. Dün biz mazlumduk, dün bize yapılanları bu gün biz de size yapacağız diyerek intikam mantığıyla hareket eden AKP zihniyeti, arada en çok da hem dünün Kemalizm’inden hem bugünün AKP tipi Kemalizm’inden bıkmış azınlığı ezecek gibi görünüyor.
Sanmayın ki AKP ve müntesipleri Kemalizm’e karşı olmakla ondan ayrılabilirler. Ben bunu İran-ABD karşıtlığıyla kıyaslıyorum. İran’ın üç yıldır Suriye’de imza attığı katliamlar onu ABD karşıtı yapar ama aynı zamanda ABD’nin yapacağı şeyin aynısını yaptığı için de ondan farksız kılar. Gelelim Türkiye’ye.. İslam’ı hayatın dışına atıp onu Diyanet şebekesine hapseden laik anlayış, İslam’ın kültürel olarak da yok olmasına sebep oluyordu. Bu katı Kemalizm’di ve bir süre gerekli görüldü. Şimdinin yeni Kemalizm’i ise İslâm’ı hayattan tamamen değil kısmen soyutluyor, onu hayatta sadece “kültürel bir tat” olarak barındırmaya müsaade eden yanıyla AKP-tipi-Kemalizm, bir öncekiyle hemen hemen aynı şeylere inanıyor: Bilimsellik, kalkınma, ilerleme, tek tip ulus, kapitalist konformizm..
Ayrıca İslam’ısoysuzlaştırma süreci bu denli ilerledikten sonra, toplumsal hayatta da onu soyluların dini haline getirme gayreti, İslam’ın da Roma tecrübesi yaşayan Hıristiyanlıkla aynı kaderi belki de kaçıncı kez yaşadığını düşündürüyor. Bu olayın sadece bir boyutu ve en tehlikeli boyutu, çünkü Kemalizm’in dinle bulanmış hali, şarabın sütle karıştırılmış hali gibidir. Bu dönemde Müslüman olmak bu saçmalıkla da mücadele etmeyi gerektirir. Oysa yetmiş yıllık bir seküler eğitimden geçmiş Müslüman halk bu bilince ulaşması için yeterince çaba harcamadı. Ne Mehmed Âkif’in “inmemiştir hele Kur’ân bunu hakkıyla bilin / Ne mezarlıkta okumak ne de fal bakmak için” dizesi bu güne kadar anlaşıldı, ne Rasim Özdenören’in “Halen beş milyara yakın insanın yaşadığı yeryüzünde, başka hiçbir ek faaliyete gerek duyulmaksızın mevcut nüfusun on mislini besleyebilecek seviyede bir üretim yapıldığı halde, milyonlarca insanın açlıkla pençeleştiği söylenirse ortada bir bozukluğun var olduğunu ileri sürmek için zeki olmak şart değildir” cümlesi bu güne kadar anlaşıldı, ne de Aliya İzzetbegoviç’in “Demokrasiyi öncelikle çoğunluğun yönetimi olarak değil de yasanın hâkimiyeti olarak tanımlayan bizler, küçük büyük bütün halkların yasa önünde tam anlamıyla eşit olduğu ilkesine ve dini ve ulusal azınlıkların haklarına bağlılığımızı vurgulamak istiyor ve bu hedefe ulaşabilmek için oy hakkından mahrum bırakmanın her türünü reddediyoruz. Yasanın denetiminde olmayan çoğunluk yönetimi kendisini kaçınılmaz olarak çoğunluğun tiranlığına dönüştürür ve çoğunluğun tiranlığı da en az diğerlerininki kadar tiranlıktır” cümlesinden bir şey anlayan var. Nuri Pakdil’in direnişten bahsetmesini de yanlış anladılar. Pakdil ustanın elini sürmeye bile tenezzül etmediği “kirli mülkiyete” boğazına kadar saplandılar.. Dolayısıyla iktidar Müslümanları bütün bu ağabeylerini birer “duran adam” haline getirmeyi başardılar, kendileri için “durmak yok, düşünmek yok, çılgın proje üretmeye devam” ruh hali sürüp giderken.. Olayın daha az tehlikeli ama hiç de önemsiz olmayan diğer boyutu ise hepimizi “Mustafa Kemalin askeri” yapan faşist eğitim sistemi ve faşist askerlik zorunluluğu.. Her sabah bu ülkenin dört bir yanında, şehirlerde, köylerde ve her yerde “her Türk asker doğar” saçmalığıyla Atatürk’e tapma ayinleri ve her yerde “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” rezilliği yaşanıyor.. Bu eğitime çocuklarımızı göndermemiz için her eğitim-öğretim döneminde imamlar tarafından öğütleyici hutbeler verilir.. Bu ortamda ölen askerler, aileleri üzülmesin diye “şehit” kabul edilir ve din yine laik bir sekülerizme kurban edilir. Bunlar dile getirildiğinde AKP sempatizanlarının ezberi hazırdır: “yavaş yavaş düzelecek..”
Öbür yandan kendilerini Antikapitalist Müslümanlar olarak tanımlayanlar da sanki hiç Ali Şeriati okumamış gibi, bütün eleştirilerini geleneğe yöneltip modern hayata, Kemalizm’e ve rejime laf söylemiyorlar; bu da sorunun başka bir yanı. Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar İnisiyatifi’nde de benzer durum görülebiliyor. Bu gün genel olarak karşımıza çıkan problem sanıldığı gibi “İslâm’a karşı muhalefet ya da İslam modernizmi” de değildir. Neyin ne olduğu açık değil bu ortamda. Kemalizm bir kere İslam düşmanlığının “İslam modernizimi” haline bürünmüş şeklidir. Diyanet de Kemalizm’in kuklasıdır. Öbür yandan AKP iktidarı Kemalizm’e göre daha çok “modern-ılımlı İslam” siyaseti gütmekte ve on bir yılını buna harcamaktaydı. Belki Kemalistlerin altmış yılda başaramadıklarını AKP on bir yılda başarmış ve Türkiye’yi Atatürk’ün dediği “muasır medeniyetler seviyesine” ulaştırmıştı, işte tam bu sırada iktidarın ellerinden gitme tehlikesini gördüklerinde “İslam modernizmine” karşı, “ümmetçiliğe” sarılıp ve bunu da yanlış yere yönlendirerek, yine Kemalizm’in hedefleriyle örtüşme çıkmazına girdi. Peygamber put kırıcıydı, putperest kırıcı değildi. Bunlar ise putlar dimdik ayaktayken ve buna bir de kendi putlaşmış hallerini eklemişken, putperest kırmaya yöneldiler. Burada kapitalizm karşıtı eylemci Müslümanlara söylemek istediğim şey şu: Siz muhalefete karşı olan muhalefete karşısınız. Yani zincirleme muhalefet gibi bir şey.. Oysa bundan bir şey çıkmaz. Bir şey söylemeniz için, çok eylem az düşünme değil az eylem çok düşünme gerekiyor. Durup soluk alarak, söylemlerinizi temellendirmeniz gerekiyor.
Muasır medeniyetler hizasına gelip tekno-dinamik ve ekonomik güç olmamız dışında, biraz önce bahsettiğim hedef (Kemalizm’in ve AKP-Kemalizm’inin hedefi) Anadolu’nun tek tipleştirilme hikâyesidir. Bu ülkede Kürt halkıyla Türk halkının beraber yaşamasını zorlaştıran bütün etkenler bu hükümet tarafından on bir yıl boyunca savunuldu ve gelinen noktada barış süreci hükümetin değil Kürt siyasetçilerin bir başarısıdır bana kalırsa. Zira bu kafa barış isteyen bir kafa değil, yeni-Kemalist kafada barış ne gezer! Biz “meşru olmayan iktidara” karşı olan Müslümanlar, Kemalizm’in putperest yorumuna karşı durduğumuz gibi, Anadolu’nun tek tip haline getirilmesi siyasetine de karşı durmalıyız. Anadolu’da Ermeniler, Kürtler, Aleviler ve diğerleri, hep birlikte yaşayabilmelidir. Dünyamızın sadece “müslümanlar” yaşasın diye yaratılmış bir yer olduğunu düşünmüyorum, o dediğiniz yer sadece cennet.. Kur’ân’a göre de bu böyledir. Eğer Müslümanlar ırkçılıktan ve milliyetçilikten, solcular Kemalizm’den ve Kemalizm de putperestlikten kendini kurtarabilirse, hepsi de kendi sosyal yaşantılarıyla bu halkaya katılıp beraber yaşayabilir. Bu anlamda Müslümanları uyarmak için şöyle demiştim bi tivitte: “Sevgili “dindar” insanlar! Kemalizme karşı olmak başka, Kemalizmi benimsemiş halka toptan düşman olmak başkadır. İkincisi günahtır. Kızmayın” Ancak şu anda görünen o ki, beraber yaşama tecrübesinin karşısında tehdit olarak duran “iki grup düşünce” var; biri iktidar sarhoşluğu içinde halkı barışa değil savaşa kışkırtan çoğul Müslümanlık, diğeri içki içmeyle ilerlenebileceğini zanneden ve savaşı en az birinci gruptakiler kadar isteyen Kemalist grup. O halde biz muhalif müslümanlar barıştan yana ama putperestliğe karşı, hem Atatürk hem Erdoğan putperestliğine karşı durmalıyız. Bence daha sonra aklımıza gelecek şeyi şimdiden söyleyelim: Bu içimizdeki kin ve nefretin durmasını mı istiyorsunuz? Kavgadan sıkıldınız mı? O halde iki putu da kalbinizden çıkarın, ikisi de insandılar ve çok yanlış şeyler yaptılar doğrularının yanında.. Kürt halkını Atatürk Türkiye’si zulmünden kurtarmak üzere olduğumuz şu günlerde ayrıca Apoculuk anlamında bir Kürt hareketi de, kendini Apo tek tipçiliğinden soyutlamalıdır.. Onlar halkların selametinden daha önemli olmamalı. Haydi yalanları görelim, “büyük oyunu” bozalım..
Bu arada muhalif Müslümanlardan bahsetmişken, Apo diktatörlüğü tehlikesine karşı ve onları dışlamadan, hatta zaman zaman onlarla birlikte Müslüman Kürtlerin temsilciliğini yapan Altan Tan da başbakanı uyarıyor: “Halkın yarısıyla savaşarak iktidar olunmaz, olunsa da bunun hiç kimseye faydası olmaz. Yeni bir Chavez’e yeni bir Ahmedinejad’a ihtiyaç yok.”
Bu arada Taksim’e gitmedikleri veya bu konuyla ilgili doğrudan söylem geliştirmedikleri için yukarıdaki gruplar arasında saymadığımız Saadet partisi, AKP’yi ikiyüzlülüğü hakkında şöyle uyarmış: “10 yıllık iktidarında faiz lobilerine 600 milyar dolar ödeme yapıp da, bu gün faiz lobisinden şikâyet edenlere.. Yazıklar olsun, IMF’ye borcumuz bitti diyerek ülkenin borcunun bittiği havasını oluşturarak milleti yanıltıp, 10 yıllık iktidarında ülkenin borcunu 217 milyar dolardan 600 milyar dolara çıkaranlara. Yazıklar olsun, Irkçı emperyalizmin istek ve arzularına uygun olarak, Türkiye’nin hava ve deniz limanlarını Amerikan ve diğer işgal askerlerine kullandırtanlara, Irak’ta milyonlarca Müslümanın katline sebebiyet vermek suretiyle ortak olanlara, Yazıklar olsun, Yine ırakta Müslüman kadınların namusunu iffetini kirleten alçaklara sözüm ona cesur ve yürekli sıfatı atfederek dua edenlere, Yazıklar olsun, Yazıklar olsun İsrail ve Amerika’nın isteği ve arzusu doğrultusunda hareket edip, Suriye’de uzun yıllar sürecek kardeş kavgasına sebebiyet verenlere. Yazıklar olsun, Sırf İsrail istemiyor diye toplanan yardımları, çaresiz, mağdur yardıma muhtaç Gazze halkına ve temsilcilerine gerektiği şekilde ulaştırmayıp, bu paraları bankada faize yatıranlara. Yazıklar olsun, Avrupa’nın peşine takılıp, hatta Avrupa Birliği Bakanlığı kurup, sonra Avrupa’dan şikâyet edenlere…” İşin ilginç yanına bakın ki Milli Görüş hareketini ortadan ikiye bölen ve iktidara gelen AKP zihniyeti bu kez kendi bölünmesine karşı koymak için bütün muhalif sesleri durdurmaya çalışıyor.
Bu tür eleştirilere yanıt verirken Tayyipçiler genelde “böyle dik durmasaydı bunları başaramazdı” diyorlar. Elbette ki başbakanımızın böyle kararlı görünmesi ne güzel! Ama genel karakteri mi böyle, yoksa bazen gerektiğinde çok da yumuşak olabiliyor mu? Kendi halkını tanımlarken, belki de politik intikam duygusuyla “ayyaş, çapulcu, bertaraf olmak, ucube, ananı da al git” gibi sözleriyle öne çıkan başbakan, muhatabı zengin bir işadamı olduğunda “binaları traşlayın dedim, yapmadılar, çok kırıldım” diyebiliyor. Demek ki yerine göre nazik de olabiliyormuş.. Yine muhatap ABD askerleri olduğunda “Kahraman Amerikan askerlerinin evlerine sağ salim dönmeleri için dua ediyorum” şeklinde gayet nazik bir demeç verebiliyor. Peki, diyeceksiniz, İsrail başkanı karşısında kükrediği zaman haklı değil miydi? Evet, haklıydı.. Zaten emin olun ki, şu an iktidara muhalif olan bizler, o zaman Tayyip Türkiye’ye geldiğinde onu havalimanında karşılamak için hazır bulunmuştuk. Yine biz muhalif müslümanlar, darbelere hayır diyerek istiklalde yürümüş halkın iktidarına destek vermiştik. Tabi, yukarıda saydığım grupların hepsi için konuşmuyorum, kendim ve arkadaşlarım için bu söylediklerim.. Şimdi ise başbakanın ve aynı zamanda bir kısım göstericilerin haksız olduğunu düşünüyoruz. Edep zannedilen ama aslında kötü bir adet olan toplumsal ahlak anlayışı yüzünden başbakanın yakınındakiler yanlış yaptığında onu uyaramıyor. Eleştirenler gidip yurtdışında eleştiriyor ya da başbakan Türkiye’de yokken konuşuyorlar, ya da nasılsa başbakan takip etmez diye tivit atıyorlar. Doğrudur, mesela ben babamın yanında da fazla konuşamam, doğru bildiğimi bile söyleyemem bazen.. Peki, bu nereye kadar böyle gidecek? Tayyip severlik öyle bir noktaya geldi ki göstericilerin yanlışlarını hiç kaçırmayıp onları “yalan haber” kategorisinde her gün yayınlayan sempatizanlar, başbakanın açıkça söylediği yalanları “yanlış” kelimesiyle bile nitelemediler, ne de olsa o söylediyse doğrudur.. Bence bu ayıptır, günahtır..Orantısız muhalefet kadar orantısız itaat da iflah olmaz bir hastalıktır.
Türkiye’de, Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da ve sair ümmet coğrafyasında Müslümanlar iktidara gelmenin kanlı ya da kansız bir yolunu buldular. Ancak bunların içinde Türkiye daha farklı.. Belki de diğerleri Türkiye’nin geldiği noktaya gıptayla bakıyor. İdeal olan şu an Türkiye gibi gözüküyor. Peki “müslümanlar” iktidara gelip muktedir de olduklarında, merak edilen soru, şimdi ne yapacaklar? Bu arada müslümanlar kelimesini tırnak içine alıyorum, zira kendi tanımladıkları bir İslam’a inanarak bu koltukları elde edebiliyorlar. İşte yaptıklarını gördük.. Gece içki satılmasın! İçkinin zararlarını elbette konuşmalıyız, kimse içki içip de sokaklarda ona buna sarkıntılık ederek, kadınımızın kızımızın yolda yürüme özgürlüğünü tehdit edemez! Ancak müslüman çoğunluk elitleşince, kendi hatalarını kendi günahlarını düzeltmek ve kendilerini Allah’a teslim olanlar (müslümanlar) kılmak yerine, başkalarını, ötekileri yani gözüne kestirdikleri kitleyi kendilerine teslim olanlar kılmak istiyorlar. Bu kabul edilemez. Biz günahsız mıyız ki? Şu müslüman iktidarı yıllarında kaç binlerce insan evsiz sokaklarda yaşıyor, haberiniz olan var mı? Kaç binlerce insan faiz ve borç batağına saplandı? Sömürenler, ezilenler, gönüllü köleleştirilenler, önüne kemik atılanlar, karnını şişirenler.. Atatürkçülere karşıyken Atatürkçüleşenler.. Türkiye AKP döneminde gerçek anlamda batılılaştı bence.. Bu ülkede “islam”laşma eğilimi yok bence. İki eğilim var: Zorla batılılaşanlar (kemalistler) ve kendiliğinden batılılaşanlar (müslümanlar).. Biz kendi ahlakımızla, adaletimizle insanlara ve dünyaya örnek olabilecek düzeyde bir İslam toplumu oluşturmamız gerekiyor. Sonra bu toplumu tehdit eden unsurlarla mücadele etme hakkını kazanabiliriz ancak. Ayrıca bugün hem Türkiye iktidarında hem de Mısır iktidarında görülen şiddete meyilli tavır, muhalefetteyken Müslümanların laik kesimlerle veya başka dinden ya da ırktan olanlarla yeterinde iletişim kuramadığını, “komşuluk ilişkilerinin” sadece kendi aralarında başlayıp bittiğini ama peygamberimizin yaptığı gibi farklı kesimlerle bağ kurma tecrübesinin sıfır olduğunun bir göstergesi ve bir sonucudur. “Ama karşı taraf da öyle” diyebilirsiniz ama ben kendimize bakıyorum bu sıralar. Müslüman iktidar kendini ve çevresindekileri konformist bir rahata kavuşturduktan sonra, her şeyin böyle güllük gülistanlık olacağını zannetti.. Oysa rahatlık gittikçe azalıyor, sebebi “rahatlığı sade kendi güruhuna isteyen topluluklardan müteşekkil” olmamızdı.. Bütün gücümüzü ve konforumuzu kendi fantastik zevklerimize harcıyoruz, hiç de İslami olmayan kabir ziyareti turlarından tutun, yine hiç de İslami olmayan Türkçe Olimpiyatlarına kadar, dernekler, vakıflar, sempozyumlar, gezmeler tozmalar ve daha bir sürü eğlence.. Peki sen herkesi kendin gibi rahata erdi mi sanıyordun? Şimdi her şey bitti de Müslümanlar Taksim’e ya da Çamlıca’ya cami yapılmasını mı istiyor? Hayır, elbette böyle bir talepte bulunan görmedim ben. Bunlar iktidar çevrelerinin fantezilerinden ibaret.. Ben Müslümanların başörtüsüne her alanda özgürlük istediğini görüyorum mesela.. Beytullah Emrah’ın bir sözü: “başbakan “başörtülülere saldırdılar” dedi, haklı. ama unutmayalım ki, daha dün on binlerce öğrenci ortaokul ve liselerde başını açtı!” Ama ne yaparsın işte, bunlar hep politika.. Madem ki politika zemininde oynuyoruz, bunlara katlanacağız. Ne demişti Sezai Karakoç: “Gönlüne politikanın kök saldığı insana tesir etmek artık son derece güçleşmiştir.” Ayrıca şunu da haber vermişti: “Belki de ilerde insanlığın kurtuluşu, insanları bu politika illetinden kurtarmakla başlayacaktır.” O halde demek ki Türkiyeli Müslümanların kafalarındaki iktidar özlemi buydu ve işte gelebilecekleri son noktaya geldiler ve şimdi ne yapacaklarını bilmiyorlar, beyin yandı, hata (ERROR) verdi. Nasıl beraber yaşanılabilir? İnsanları kırmadan onlarla birlikte aynı ortam nasıl paylaşılabilir? Bunlar hakkında bir bilgiye sahip olunmadığı için fantastik inatlaşmalarla zaman kaybediliyor. Ağaç kesme olayındaki diretme de bunun göstergesi. Evet, AKP halk iktidarıdır. Salih peygamberin halkı da halk değil miydi? Bu anlamda hükümetin gezi parkındaki ağaçları kesme sevdasını, [nedense] Salih peygamberin kavminin “Allah’ın devesini” kesme ısrarına benzetiyorum.
Gezi olayları yukarıda da söylediğim gibi öyle bir noktaya geldi ki, Türkiye düşmanlarının bir anda ağzı sulandı.. Böylece Avrupa’nın aslında dostumuz değil, düşmanımız olduğu, AKP tarafından da nihayet anlaşıldı. Hükümetin medya desteği var, onu da kullanarak bir anda olayları kendi lehine çevirdi ve göstericiler bir anda düşman saflarına itildiler.. On bir yıldır ABD’nin eteğini öpenler, ona kul köle olanlar, kendi koltuklarını korumak için bir anda ABD’ye ve Avrupa’ya kafa tutmaya başladı sanki.. Kur’âni bakış açısıyla bu olayları düşünüp, Allah’tan gelen mesajları dinleyebilecek kapasitede bir iktidara sahip olmadık hiç, varsa yoksa ABD ve Avrupa oldu hareketlerimizi ve niyetlerimizi belirleyen.. Hatta devlet dedi ki “ulan sizi az bile dövüyoruz, bakın Avrupa’da daha çok dövüyorlar!” Aklıma yıllar önce Arnavut kaldırımlarını söküp AB standartlarına uygun kaldırım yapan belediyeler geldi.. Ne zillet! Sabaha Amerikancı olan iktidar akşama Anti-Amerikan oluyor, akşama Anti-Amerikan olan muhalefet sabaha Amerikancı oluyor. Kapitalizme karşı başlayan ayaklanma bir anda kapitalistlerin desteğini kazanıyor. Öte yandan on bir yıldır kapitalizmi yayan, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan, AB standartlarında bir para politikası izleyip milleti faize bulaştıran hükümet, bir anda bakmışsın faiz lobisine diklenmiş, kapitalizme karşı olduğu görünümünü vererek ve yine medyası vasıtasıyla göstericileri haksız duruma kendini haklı konuma getirmiş.
Şimdi başta yazdığım (daha doğrusu copy-past yaptığım) Rizeli abinin orantısız empati seansına girelim hep birlikte.. Sen hiç iktidar oldun mu? Sen hiç halkın desteğiyle iktidar olup sonra da türlü türlü darbe girişimi atlattın mı? Hiç milyonların sorumluluğunu aldın mı? Sen hiç polis olup uykusuz sabahladın mı? Sen hiç biber gazı yedin mi? Göstericiyle konuşurken gülümseyerek “bilmiyorum, belki de siz haklısınız, ama ekmek parası ne yapayım” dediğini hatırlıyor musun hiç? Metrobüste sıkışarak yolculuk yaptın mı hiç? Sen hiç asker olup küfür yedin mi kendinden küçük komutanlardan? Senin hiç Allah’ına küfredildi mi? Senin hiç Allah’tan başka tanrın oldu mu? Atatürk’ü taparcasına sevdin mi hiç? Başbakanın bilmem neresinin kılıyım ben dedin mi hiç? Sen hiç kaldırım taşı söken belediye taşeron işçisi oldun mu? Sen hiç Ermeni oldun mu? Hiç Alevi oldun mu? Sen Kürt oldun mu? Kürtçe şarkı söyledin mi hiç? Kürtçe konuştuğun için, Kürtçe hayaller kurduğun için pislik yedirildin mi? Sen hiç laik-putperest devletin zoruyla değil de kendi teslimiyetinle Cuma kıldın mı? Sen hiç sivil Cuma kılan cemaate polisin panzerlerle tomalarla saldırdığını gördün mü? AKP döneminde sen hiç rahatsız edildin mi? AKP döneminde El-Kaide suçlusu zannedilip içeri alınan yüzlerce kişiden biri olup sonra pardon değilmişsiniz denilerek iki yıl sonra geri salındığınız oldu mu? Sen hiç cihattan bahsettin mi? Sen hiç gerilla oldun mu? Senin hiç Kemalist komşun oldu mu? Senin yakınların içeri alındı mı hiç? Sen hiç işkence gördün mü? Ya da işkence yaptın mı sen hiç? Senin haberin oldu mu hiç cezaevlerinde yatan binlerce Kürt çocuktan? Senin haberin oldu mu Pozantı’da tecavüz edilen çocuklardan ve bunu yapanların terfi ettirildiklerinden? Sen hiç solcu oldun mu? Sokakta kaldın mı hiç? Bir lokma ekmeğe muhtaç kaldın mı? Elbisesiz kaldın mı hiç? Evlenmeye para bulamayıp günaha sapanlarla konuştun mu? İçiyorsam sebebi var diyenlere sebebini sordun mu? Sen hiç ahlaksız oldun mu? Orospu oldun mu hiç? Eşcinsel duygular hissettin mi hiç? Sen hiç yalnız kaldın mı? Yakınların gözaltına alınıp da günlerce haber alamadığın oldu mu hiç? Sen hiç zengin sofralarına çağrıldın mı? Patlayıncaya kadar yiyip sonra da puro ya da nargile keyfi denedin mi? Sen hiç kadın oldun mu? Seni hiç kocan dövdü mü? Âşık oldun mu hiç? Dağlara çıktın mı? Yayla nedir bilir misin? Erik topladın mı dalından? Eşekler kovaladı mı seni hiç? Sen hiç yeryüzünü imar edeceğiz diye çıkıp yeryüzünü ifsat edenleri gördün mü? Sen hiç başbakanla konuştun mu? Senin hiç medya gücün oldu mu? Sen hiç “Kürtlerin mücadelesini bu medyadan dinlemişim bu güne kadar, bütün Kürtlerden özür dilerim” diyerek büyük yanılgılarından dönenleri işittin mi? Sen hiç Arap oldun mu? Evinden zorla çıkarıldın mı? Bütün çocuklarını ve aileni bir anda kaybettin mi? Sana hiç tecavüz edildi mi? Sen hiç Arakan’a gittin mi? Sen hamburger yedin mi hiç? Zılgıt nedir, bildin mi? Anne oldun mu hiç? Yaşlı oldun mu? Sen hiç asker çocuğu oldun mu? İmam çocuğu oldun mu? Orospu çocuğu denildi mi sana hiç? Sen hiç insan oldun mu?
Şimdi gelinen noktada AKP iktidarı, kendini AB’ye karşı salvolarıyla ve gerekirse ABD’ye karşı duruşuyla tanımlamaya mı çalışacak? İsrail’e sert çıkışları takdire şayan değil mi? İsrail’i özür dilemeye zorlaması.. Elbette bunlar güzel hayaller.. Ama hükümetin ve devletin de bu süreçte ortak olduğu cinayetler için tüm dünyaya özür borçlu olduğunu unutmayalım. AKP hükümeti yıllar önce olmuş Dersim katliamı için nasıl yarı-resmi bir ağızla özür dileyip takdir edildiyse, Roboski için de özür dilemesi gerekmez mi? NATO ve ABD eşliğinde Afganistan’ın ve Irak’ın işgalinde, ayrıca buralarda milyonlarca insanın öldürülmesinde “büyük oyuna gelen” devletimiz “büyük bir özür” borçlu değil mi bütün Müslümanlara? Faiz lobisine yıllardır boyun eğdiği için işsiz kalan, evsiz barksız kalan fakir fukaraya, işten atılanlara, başörtülü olduğu için çalışamayanlara özür borçlu değil mi? Hatalarını eksiklerini söylemek erdem değil mi? Varsın özür dilemesin, belki bu erdeme sahip değildir.. Ama siz ey muhalif müslümanlar, büyük bir fırsat yakaladınız, bunu değerlendirin bence! Siz değil miydiniz hükümeti ABD ya da AB karşısında zelil olmakla suçlayanlar. İşte şimdi devlet onlara karşı burada kendi bağımsızlığını kazanma mücadelesi verecek. Bütün samimiyetinizle hükümeti bu yola sevk edin ve destekleyin. Onların da samimi olup olmadıklarını görürüz bu süreçte. Ve siz değil miydiniz hükümeti kapitalist olmakla suçlayan? İşte hükümet şimdi faiz lobisini hedef aldı. Haydi, siz de ona destek çıkın da faizin kökünü kazıyalım bu ülkeden, bankalar kapatılsın! Gelir dağılımındaki adaletsizliği yok edelim. Böylece hükümetin samimi olup olmadığını da görmüş olursunuz. Eğer samimiyse onu devirmek isteyenleri de beraber durdururuz. Ve siz değil miydiniz başörtüsüne her alanda özgürlük isteyenler? Bakın şimdi hükümet başörtüsü lafları ediyor. Haydi, şimdi onu zorlayalım da ona her alanda özgürlük verilsin. Sakın siz de AKP gibi politik düşünmeyin. Destekleyin onu bu alanda. Hani onlar sırf BDP teklif etti diye başörtüsüne özgürlük kanun teklifini kabul etmemişlerdi. Olsun, biz onun bu samimiyet söylemini iyi niyetle karşılayıp üzerine gidelim!
Sonuç cümlesi: Ben bunları kendim adına yazım. Meselem AKP meselesi değildi. Eğer ben de demokrasinin selamet getireceğine inansaydım, kültürel bir din olgusuna inansaydım, Kemalizm’in değerlerine inansaydım, teknolojiye inansaydım, Tayyip’ten iyi kimi bulabilirdim? Ama bunlardan hiçbirine inanmıyorum ve bunları sevmiyorum.. Peygamberler yolu bunlarla yürünmez.. O halde: Akpli değiliz, herhangi bir partili de değiliz, olmak zorunda da değiliz. Elhamdülillah müslümanız.
Kaynak: http://parksesleri.wordpress.com/2013/06/19/gezideki-muslumanlar/
“Taksim’de Gezi Parkı eylemcilerinin içinde bazıları başından sonuna kadar bazıları ise sadece ilk günlerde olmak üzere bir grup Müslüman da bu eylemlere destek verdi ve en önemlisi de kendi seslerini başbakana ve tüm hükümet yetkililerine duyurmaya çalıştılar.” Koskoca yazıdan elbetteki sadece bunu farketmedim 🙂 Okumaya ilk başladığımda işaretlediğim için yazının sonuna gelince buna değinmek istedim.Yaptığım alıntıda “bir grup Müslüman da bu eylemlere destek verdi” cümlesine bakarak “bir grup müslüman dışındakiler gayri müslim miydi? ” sorusunu sorarsam çok mu yanlış yorumlamış olurum?