Hayri Kırbaşoğlu’nun Fikir Zamanı Yazıları
Ülke(leri)mizde (Hangi) Kriz Derinleşiyor!
Ülke(leri)mizdeki entelektüel fakirleşme, çoraklaşma, sathileşme, kısırlaşma sürecinin giderek bir krize dönüşme eğilimine girdiği, bütün hızıyla yokuş aşağı yol aldığı bir dönemde bu sürecin kısa sürede tersine döneceğini beklemenin safdillik olacağı kanaatinden yola çıkarak, meselelere ve olaylara ters açıdan bakmaya, akıntıya kürek çekmeye, egemen ve yaygın yaklaşımları çekinmeden sorgulamaya “durun kalabalıklar burası çıkmaz sokak…” diye haykırmaya devam diyoruz, bu can bu bedende oldukça da haykırmaya devam edeceğiz.
Hemen her yerde, önce Sovyet Sosyalist Bloku’nun, buna bağlı olarak Sosyalizmin çöktüğü, ardından da tek kutuplu Kapitalist/Neo-Liberalist politikaların iflas ettiği söyleminin dillere pelesenk edildiği bir dönemde, herkesin ciddi bir endişe içerisinde, harıl harıl insanlığın geleceği konusunda yoğun bir arayış içerisine girmesi beklenirken, bu yönde ciddi olarak herhangi bir alternatif arayışına girilmemesi, yukarıda sözünü ettiğimiz krizin kapıda olduğunun açık bir göstergesidir.
Elbette Batı’da bir medeniyet krizin mevcudiyetinden söz eden entelektüeller hiç yok değildir. Bunlar içerisinde de bilhassa Roger Garaudy’nin ayrı bir yeri vardır. Yarım asrı aşan bir süredir yazdıklarıyla sürekli olarak, bıkmadan usanmadan önümüzdeki bu medeniyet krizine dikkat çeken ve sonuçta insanlığın yegane kurtuluş adası olarak “İslam” ın durduğunu ilan eden bu mümtaz şahsiyet ayarında memleketimizde bir tane olsun bir “mütefekkir” var mı? Peki bu günlerde vefatının seney-i devriyesini hatırlayıp sadece onu anmakla yetindiğimiz Bilge Kral Aliya ayarında bir mütefekkire sahip miyiz? O da olmadı – bendenizin Feylesûfu’l-Mukâveme (Direnişin Filozofu) unvanını hak ettiğini düşündüğüm – Mısırlı mütefekkir Hasan Hanefi çapında kimimiz var? Bir Ali Şeriati’miz var mı? İslami kesimin durumu bu olduğu gibi, Marksist, Sosyalist ya da Liberal cenahın durumu da farklı değil.
Bazılarımız bu topraklardan dünya çapında entelektüeller ne zaman çıktı ki, şimdi çıksın, diyebilir. Bu güçlü argüman karşısında bize söylenecek bir söz kalmasa da, bırakalım dünya çapında birinci sınıf entelektüelleri, bari en azından ikinci, üçüncü, dördüncü kalite entelektüellerimiz olaydı. Heyhât ki heyhât, spor olmaktan çıkıp bir eğlence ve hatta kumar aracı haline getirilmiş olan futbolda dünya çapında iddialı olmak için sarf edilen maddi-manevi çabalar, fazlasıyla düşünce dünyasında da ortaya konmadıkça “Dünya Fikir Ligi”nde birinci ligde oynamak şöyle dursun, ancak mahalle takımları ile boy ölçüşmemiz söz konusu olabilir.
Hadi entelektüel ve felsefi derinlikten vazgeçtik, peki yaşadığımız gündelik hayatta düşünce ve felsefenin bir yeri var mı, en azından bu konuda rasyonel adımlar atabiliyor muyuz? Ne gezer? Önce çuvaldızı kendimize batırmak adına işe Siyaset ve Yönetim ya da İktisat alanından değil de üniversitelerden ve ilim-fikir alanındaki sivil-resmi müessese ve yapılardan başlayalım.
Üniversitelerin en temel sıkıntıları, ilmi iradenin değil de siyasi iradenin üniversitelerin geleceğindeki asıl belirleyici oluşu (o kadar ki binası, yurtları ve diğer altyapısı olmadan açılan, hiçbir öğrenim faaliyeti yapmaksızın maaş alan kadroların bulunduğu üniversitelerimiz bile vardır) üniversiteler üzerinde çok güçlü merkezi yönetim (YÖK) (halbuki mevcut hükümet YÖK’ü kaldıracağını vaat etmemiş miydi???), üniversitelerin yönetimlerinin geniş katılımcı bir anlayıştan uzak oluşu, pozitif bilimler alanındaki fakültelerin merkeze alınıp baş tacı edilmesine mukabil sosyal-beşeri bilimler alanındaki fakültelerin ikinci, üçüncü plana itilmesi, fakültelerde de katılımcı anlayışın egemen olamayışı, bu sebeple üniversitelerde hemen her kademede “seçim”in değil, “ tayin”in esas oluşu, fakülte, üniversite ve YÖK yetkililerinin bürokratik konularla uğraşmaktan ilmi-fikri meselelere eğilmeye vakitlerinin kalmaması, üniversitelerde her yer doçent ve profesör ile dolup taşarken “asistan” neslinin neredeyse tükenmek üzere oluşu, “asistan-araştırma görevlisi” kadrolarına dair düzenlemelerin onları teşvik edecek yerde caydırıcı nitelikte olması (mesela doktora sonrasında ilim adamlığı yolunda ilerlemek için bir garantisi olmayıp, kendini tezi biter bitmez kapıda bulması, maaşlarının fevkalade düşük olması, araştırma görevlilerinin fakültelerde adeta hizmetli gibi idari işlerde istihdam edilmesi, hatta mesela ilmi toplantılarda salonda bulunanlara mikrofon tutma gibi işlerde kullanılması, bazı hocaların onları fatura yatırmak, pazara göndermek, fakültedeki kitapların tozunu aldırmak gibi şahsi işlerinde kullanması bunlardan sadece bazılarıdır. Bu şartlarda yetişen bir asistanın gelecekte ne kadar özgür ve yaratıcı olabileceği ciddi bir meseledir.)
Üniversitelerde yapılan öğretim faaliyetlerinin muhtevasının da durumu içler acısıdır. Pek çok üniversite ve fakültenin “gelişmiş” birer liseden öteye geçemediği kimsenin meçhulü değildir. Öğretim üyeleri içerisinde, aynı kitabı ve ders notlarını yirmi-otuz sene aynen okutmaktan ya da yazdırmaktan öte bir şey yapmayanların sayısı hiç de az değildir.
Üniversitelerin araştırma imkanlarının yetersizliği de ayrı bir ıztırap konusudur. Pek çok üniversitemizin -mesela en eski üniversitelerin başında gelen Ankara Üniversitesi’nin- bir merkezi kütüphanesinin bulunmaması çoğumuz için hayli şaşırtıcı gelecektir. Fakülte kütüphanelerinin de tam bir bürokratik mantıkla mesai saati sonunda kapanıyor olması ayrı bir derttir. (Bu vesileyle pek çoğumuzun küçümseyici nazarlarla baktığı Suudi Arabistan’da, bundan yirmi beş yıl öncesinde bile merkezi kütüphanenin yirmi dört saat istifadeye açık olduğunu duyunca daha da şaşırabilirsiniz).
Ülkemizde üniversite camiasının dünyada önde gelen bir camia olmadığı herkesin malumu olduğu gibi, bu acı gerçek dün meclis başkanı tarafından yapılan bir konuşmada da “malumu ilam” kabilinden son olarak tekrarlanmıştır. Bu fevkalade acı durumun ortaya çıkışında, üniversite hocalarından itibaren silsile-i meratip ile cumhurbaşkanına kadar hemen herkesin sorumlu olduğu aşikardır. Ne var ki bu içler acısı durum yıllardır bilindiği ve her vesileyle tekrarlandığı halde, bugüne kadar bu “bilimsel geri kalmışlık”ın hesabının herhangi bir kimseye sorulduğunu ben şahsen duymuş görmüş değilim, duyan gören varsa da beri gelsin. Üstelik bu kabul edilemez durumun etik kurullardan ve “performans ölçümü” gereğinden söz edilip durulmasına rağmen devam etmesinin tek bir sebebi olabilir, o da “umursamazlık”.
Üniversite sistemindeki bu başıboşluğu daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek vermek yeterli olacaktır. Bir asistan/araştırma görevlisinin otuz beş yaşında doçent olduğunu varsayalım. Üniversitelerde zorunlu emeklilik yaşının altmış yedi olduğu da göz önüne alınınca, bu durumdaki birilerinin otuz sene tek bir satır yazı yazmadan hatta derslere de asistanları sokarak tıkır tıkır maaşını alması mümkündür. Hele taşradaki bazı fakültelerde çift maaş alarak krallar gibi safa sürmesi de imkansız değildir. Bütün bunlar olurken kimse gelip de bu gibilere “yahu arkadaş sen ne yapıyorsun?” bile demez, hesap sormaz, hakkında işlem yapmaz. Zira üniversiteler bazıları için böylesi rahat bir “çiftlik”tir. Ama pek çok Batı ülkesinde tam aksine öğretim üyelerinin anlaşmaları üç-beş yılda bir yenilenir, tatminkar performans sergileyemeyenlere ise kapı gösterilir.
Çalışanlara gelince, bu performans ölçümü anlayışı gereğince, mesela çok çalışana çok, az çalışana az maaş uygulaması diye bir şey olduğunu ben duymadım, bilmiyorum. Bildiğim mesela ABD’de, ayda beş-on bin dolar alan öğretim üyelerinin yanında yine ayda elli-altmış bin dolar alan öğretim üyelerinin de bulunduğudur.
Bunlara bir de üniversitelerin, kendilerine tahsis edilen bütçelere karşılık, ülke kalkınmasında en azından yapılan harcamalara denk bir katkıyı, sunup sunamadığı sorusunu da eklemek gerekir.
Şimdilik son olarak, üniversitelerimizde yapılan çalışmaların dünyaya tanıtılması yönündeki çabaların da fevkalade yetersiz olmasının da temel sebebinin öğretim kadrolarının yabancı dilde (Arapça, Farsça, Rusça,İngilizce, Fransızca, Almanca v.s.) yazıp çizebilecek, ilmi toplantılarda sunum yapıp müzakere edebilecek seviyeyi yakalamaktaki başarısızlıkları olduğunu da ekleyelim.
Tabiatıyla bu konuda söylenecek olanlar elbette bunlardan ibaret değildir. Üniversitelerimizin maruz kaldığı bu sağlıksız durumun teşhisi ve tedavisi için ciddi bir çaba içerisine girilmedikçe de bu olumsuzlukların tam olarak tespiti mümkün olamayacak, bu yapılmayınca da mevcut olumsuzluklar daha da artmaya devam edecektir.
Üniversitelerimizin genel durumu budur. Bir okuyucumuzun geçen yazıma dair yaptığı yorumda işaret ettiği “yeşil sarıklı ulu hocalar” neslinin devamı olması gereken İlahiyat camiasının durumunu ise inşallah gelecek yazımızda ele almaya çalışacağız.
Çağdaş İslam Düşüncesi Entellektüel Krizin Neresinde?
İslam Dünyasında ve bu dünyanın bir parçası olan ülkemizde yaşanmakta olan fikrî atalet ve durgunluk, üniversitelerimizin ve bilgi üretme iddiasındaki diğer çevrelerin mevcut üretim ve verimliliğine bakılarak kolaylıkla teşhis edilebilecek bir “arıza”dır. Özellikle bu konuda öncü rolü oynaması beklenen üniversitelerimizin kendilerine yapılan yatırıma denk bir üretimi gerçekleştirmede başarılı olduğunu söylemek tabii ki mümkün değildir. Bu meselenin sistemden kaynaklanan yönleri olduğu gibi, üniversite camiasının “ahlâkî ve etik” zaaflarından kaynaklanan yönleri de söz konusudur. Aldığı maaşta “tüyü bitmemiş yetimin hakkı” olduğunu düşünen, bu maaşı hak etmek için gece gündüz çalışan, hak etmediği bir maaşın “haram lokma” olacağını her hatırladıkça zangır zangır titreyenler acaba akademik camiada hala var mı, yoksa nesilleri çoktan sona mı erdi? Eskiden ürettiği malın foyası meydana çıkanların ayakkabıları dama atılırdı, üniversitelerimizde ise ilim ve fikir camiası için âdi hırsızlıktan da kötü olan “intihal” in ne ölçüde yaygın olduğunu kaç kişi merak eder ve önemser. İntihal suçundan üniversiteden uzaklaştırılanlar ülkemizde tekrar üniversitelere elini kolunu sallayarak dönebiliyorsa, bunlardan bazıları profesörlük makamına kadar yüksel(til)ebiliyorsa, intihal suçunu işleyenler görevlerinde rahatlıkla kalabiliyorsa, bu gibilerden bazıları politikada bile baş tacı edilip, memleket yönetiminde söz sahibi olmaları mümkün olabiliyorsa, üniversitelerimizin bu memlekete bir şeyler verebileceğini düşünenlerimizin biraz daha temkinli olmalarında yarar var demektir.
Hadi İslamî kesimlere egemen olan söylem uyarınca üniversitelerin “seküler” yani İslami değerlere sırt çevirmiş çevreler olduğunu, dolayısıyla din-iman, hak-hukuk, helal-haram gibi İslamî kategorileri buralarda aramanın nafile olduğunu kabul edelim. Peki, bu değerlere sırt çevirmek şöyle dursun bu değerlerin eğitim-öğretimini kendine alan olarak seçtiği kabul edilen (resmi) İlahiyat ve Diyanet camiası ile bu alanda faaliyet gösteren (sivil) İslamî kesimlerin durumu farklı mıdır? Bu sorunun cevabını geliniz hep beraber arayalım.
İşe önce İlahiyat ve Diyanet camiasından başlayalım. Üniversitelerimizin durumu iç açıcı değil de üniversitelerimizin bir parçası olan İlahiyat fakültelerimizin durumu iç açıcı mı? Gelin hep beraber bakalım. Üniversitelerimizin diğer fakültelerinin durumları iç açıcı değil de – Iğdır İlahiyat Fakültesinin eklenmesiyle – sayıları yirmi dördü bulan bu fakültelerimizin durumu çok mu iç açıcı? Heyhât ki heyhât! Üniversitelerimizin diğer fakültelerinin durumu ne ise İlahiyat fakültelerinin de durumu aşağı yukarı aynı. Hem keyfiyet hem kemiyet, hem nicelik hem de nitelik bakımından İlahiyat fakülteleri de, bilgi ve çözüm üreten, bu üretimini eğitim yoluyla cemiyetimizin istifadesine sunan akademik bir camia olmaktan epey uzaklarda.
Kemiyetin, nicel olanın, sayıların egemenliğinden dem vurulan günümüz şartlarında, egemen zihniyetin anlayacağı dille konuşmak adına biz de meseleye önce bu yönden yaklaşalım.
İlk İlahiyat fakültesinin Ankara’da 1949 yılında açılmasından bu yana tam altmış yıl geçmiş ve ilahiyat fakültelerinin sayıları da bu süre içerisinde yirmi dörde ulaşmış durumdadır. Bu altmış yıllık döneme bakıldığında İslam dünyasında veya Batı’da parmakla gösterilen eser sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır. Bu dönemde ortaya konmuş olup da Arapçaya, Farsçaya tercüme edilip İslam ülkelerinde veya Batı dillerine çevrilip de Batı’da yayımlanmış ciddi kaç eser vardır? İslam ve İslam Düşüncesi alanında yapılmış ve yapılmakta olan uluslar arası seviyedeki toplantılara ülkemizden ciddi bir katılım olmuş mudur? Olduysa katılımcıların ses getirecek katılımları da söz konusu olmuş mudur? Daha acısı bu gibi toplantılara katılıp müzakere ve münakaşa süreçlerinde yer alabilecek kaç ilahiyatçı akademisyenimiz var? Normalde akademisyen demek bu sorunun sorulmasını abes kılacak bir donanıma sahip ilim insanı demektir. Ama Batı dillerinde yazıp konuşabilen ve çoğu Batı’da lisans üstü çalışma yapmış az sayıdaki akademisyen bir yana bırakılacak olursa, Farsça ama bilhassa Arapça yazıp konuşabilecek İlahiyatçı akademisyen sayısı son derece azdır. Acıdır ki ülkemiz dışında İlahiyatçısı Arapça yazıp konuşamayan bir başka İslam ülkesi yoktur. En azından ben böyle bir ülke bilmiyorum.
Daha da acısı, Kur’an’ı düzgün bir şekilde tilavet edemeyecek ya da cemaatin önüne geçip namaz kıldıramayacak durumda olan İlahiyat akademisyenlerinin varlığıdır. (Mamafih bu durumun sadece İlahiyat camiası için değil, Diyanet ve cemaat, tarikat v.b. yapılarına önderlik eden kanaat önderleri için de, hem de fazlasıyla geçerli olduğunu da hemen ekleyelim).
Bırakın dışarıda ün yapan ilahiyatçı akademisyenlerin ve uluslar arası önemi haiz eserlerin olup olmadığını, altmış yıldır yapılan çalışmaların ne kadarı memleket insanının istifadesine sunulmuştur? Yapılan bütün bu çalışmaların sonuçları dini orta ve yüksek öğrenim kurumlarındaki eğitim-öğretime, vaaz ve irşat faaliyetlerine, yazılı, sesli ve görüntülü medyaya ne ölçüde yansımıştır? Bu ve benzeri sorulara cevap verebilmek için bu sorulardan yola çıkan ciddi araştırmalara da ihtiyaç olduğu ama bunların da bugüne kadar ihmal edildiği muhakkak. Ama ülkemizdeki İslami düşüncenin mevcut durumuna bakarak cevabın menfi olacağını kestirmek te o kadar zor olmasa gerek.
Altmış yıldır yapılan ilmi çalışmaların kalitesine dair bu genel tespit ve teşhisleri biraz daha derinleştirelim. Şaşırtıcı olan, yirmi dört ilahiyat fakültesinde yapılması düşünülen akademik çalışmaların sadece fildişi kulelerde üretilen ve bilahare raflarda tozlanmaya bırakılan fanteziler olarak kalmaması tam aksine toplumdaki meselelerin çözümüne katkı sağlaması için herhangi bir yönlendirmenin ya da planlamanın ortada olmamasıdır. Resmi seviyede olmasa bile en azından akademisyenlerin kendi aralarında tesis ettikleri ortak bir zeminde öncelikleri tartıştıkları ve kendileri için bir “yol haritası” belirledikleri de vaki değildir. Büyük hocaların yetişmekte olan genç akademisyenleri böyle bir bakış açısıyla yönlendirip bilinçlendirdikleri de vaki değildir.
Mesela çok sevdiğim hocalarımın bile bir gün olsun beni dizlerinin dibine oturtarak “oğlum bak memleketimizdeki ve diğer İslam ülkelerinde İslam’a dair çözüm bekleyen pek çok mesele ve bu meseleler etrafında pek çok tartışma var. Sen ileride yapacağın akademik çalışmalarda yönünü ve alanını öyle belirle ki, yaptığın her çalışma bu meselelerin çözümü yolunda bir katkı teşkil etsin. Bunun için ilk olarak, acillik ve önem açısından ilk sıralarda yer alan meseleleri öne al. Bu öncelikli meseleleri de gelişigüzel, plansız ve programsız değil de, planlı-programlı bir proje dahilinde sürdür. Telif ettiğin her eser, yayımladığın her makale, sunduğun her tebliğ, çevirdiğin her kitap, bir bütünün parçaları gibi olsun, bir araya geldiğinde bir bütün oluştursun” d(iy)emediler. Elbette ben onların lisan-ı hal ile söylediklerinden ilham almayı ihmal etmedim. Ama daha önce fakültemizde görev yapan, şu anda ise Adıyaman üniversitesi öğretim üyesi olan, değerli meslektaşım ve ağabeyim Dr. Bekir Demirkol’un ısrarlı yönlendirmeleri olmasaydı, şu anda yarısına geldiğim ve dördüncü kitabını yazmaya hazırlandığım “İslam Düşüncesinde Sünnet” adlı çalışmamızda ilan edilen proje de muhtemelen ortada olmazdı. Bu proje olmayınca da proje uyarınca danışman olarak değerli meslektaşlarımla gerçekleştirmiş olduğumuz elliye yakın yüksek lisans ve doktora çalışması da ortada olmazdı, bunlardan ödül alan ve yayımlananlar da cemiyetin istifadesine sunulmazdı.
Hatta bir adım daha atıp, bu makro-mikro ölçekte plan-proje meselesini bütün İlahiyat fakültelerini kapsayacak şekilde düşünmek bile gerekir(di). Bu yapılmış olsaydı, mesela şu anda İzmir, Bursa, Marmara ve İstanbul İlahiyat fakülteleri Batı’daki gelişmeleri, Samsun ve Rize İlahiyat fakülteleri Rus Oryantalizmini, Diyarbakır ve Urfa İlahiyat fakülteleri Ortadoğu’daki gelişmeleri, Van ve Iğdır İlahiyat fakülteleri İran ve diğer Şii dünyadaki gelişmeleri, diğerleri de diğer bölgelerdeki (mesela Uman, Yemen, Suudi Arabistan, Pakistan v.b) gelişmeleri takibe alırlardı. Yahut bazı İlahiyat fakülteleri geleneksel yaklaşımları, bazıları çağdaş yaklaşımların takibini kendisine alan olarak seçerdi. Zamanla bu yaklaşım fakültelerin ekolleşmesine de yol açar, her bir fakülte ağırlıklı olarak ele aldığı konular üzerinde yaptığı çalışmalarla temayüz ederdi. Ama sonuçta bütün bunlar birbirini tamamlayan parçalar halinde, büyük fotoğrafı oluştururdu. Şayet bu zihniyet ve mantıkla meselelere yaklaşılsaydı, yapılan bilimsel araştırmalar, bilhassa Y.Lisans ve doktora tezleri kapsamlı bir plan çerçevesinde yönlendirilir ve oldukça kısa bir dönem içerisinde ülkemizin ve İslam dünyasının İslami İlimler ve İslam Düşüncesi alanlarındaki meselelerinin çözümü yolunda muazzam bir birikim ortaya çıkmış olurdu. Bütün bunlar asgari düzeydeki bir tefekkürle bile kavranması mümkün olan son derece makul önerilerdir. Buna rağmen bunların İlahiyat camiasının gündeminde yer al(a)mayışı ve bu konuların harıl harıl hummalı bir biçimde tartışma konusu yapıl(a)mayışı karşısında bu durumu özetlemek için söylenebilecek tek bir söz olabilir: Memur zihniyeti!
Buna mukabil gerek Batı’da gerek İslam Dünyasındaki önde gelen ilim ve fikir erbabının hemen hemen hepsinin bir “projesi”, hem hayatını adadığı, gece gündüz baş döndürücü bir tempo ile gerçekleştirmeye çalıştığı bir projesi mutlaka vardır. Mesela müsteşriklerin pek çoğu, ya Şia uzmanıdır ya Hanbeli-Selefi uzmanı ya Mu’tezile ya da Zeydiyye uzmanıdır. Kimisi ilk dönemleri kendisine alan seçmiştir kimisi de orta ve geç dönemleri, bazıları ise çağdaş dönem üzerinde ihtisaslaşmıştır. Onlardan her birinin uyguladığı yöntemler de farklıdır. Bu konuda Batı’dan verilebilecek örnekler saymakla bitmeyecek kadar çok olduğu için sırf bir fikir vermek amacıyla mesela Henri Laoust, Van Ess, Madelung, Junyboll, Motzki gibi isimler zikredilebilir. İslam dünyasından ise Fuad Sezgin, Hasan Hanefi, Muhammed Âbid el-Câbirî gibi isimler örnek gösterilebilir ki, zaten bu ilim ve fikir adamlarının her birisi kendi projeleri çerçevesinde yayımladıkları ciltler tutan kapsamlı eserleriyle de tanınan müelliflerdir.
Yirmi dört ilahiyat fakültesinde ise bu anlatılanlara uygun, örnek olarak zikredilenler ayarında maalesef tek bir ilim ve fikir erbabı bile bulunmamaktadır. Burada bu meseleye dair noktayı koyduktan sonra gelecek yazımızda İlahiyat camiasının başka yönlerini sizlerle değerlendirmeye çalışacağız. Gelecek yazımızda cevabını arayacağımız soru ise şu olacaktır: İlahiyat fakülteleri ne kadar ‘İslâmî’dir?
Milli Görüş Siyaseti: Hamam ve Tas Gerçekten Yenilenecek mi?
Sual tarzındaki bu gibi başlıkların genellikle cevabı da ihtiva ettiği düşünülür ve bu büyük ölçüde doğrudur. Mamafih biz burada bu başlığı gerçekten bir meseleyi tartışmak amacıyla sahici bir soru sormak için kullanmak istediğimizi açıkça vurgulayarak söze başlamak istiyoruz. Nitekim sayın Prof. Dr. Numan Kurtulmuş Saadet Partisi Genel Başkanlığına seçildiğinde dış medyaya ilk değerlendirmeyi Islamonline’a yapmış ve verdiğimiz beyanatta Saadet Partisi’nin programını, kadrolarını ve söylemini gözden geçirip köklü bir değişikliği gerçekleştirmedikçe başarı şansının olamayacağını açıkça ifade etmiştik. Daha sonraları gerek sayın Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu’nun Saadet Partisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adayı olarak izlediği sosyal adaletçi çizgi ve bütün siyasi analizcilerin onun “temiz, dürüst ve güvenilir” oluşu üzerinde hemfikir olmaları, gerekse sayın Kurtulmuş’un emperyalizm, sömürgecilik, kapitalizm, ezilen sınıflar, emek, üçüncü dünya ülkeleri, özgürlük, sosyal adalet gibi kavramları merkeze alan sosyal adaletçi söylemi Saadet Partisi’nin bir değişimin eşiğinde olduğu intibaını uyandırmış ve değişim beklentisi içerisindeki çevreleri umutlandırmıştı. Her ne kadar bu beklenti hala belli çevrelerde mevcut ise de, ortada ciddi bir değişim arzu, niyet ve çabası bulunup bulunmadığı konusunda karar vermek için elde yeterli verinin bulunduğunu söylemek zordur.
Bu noktada parti içerisindeki eski kuşak politikacıların ve katı muhafazakâr çevrelerin değişime karşı gösterdikleri direnç ve AKP’nin yükselişi karşısında sergiledikleri “içe kapanış ve gerçeklerden kaçış” sonucunda ortaya çıkan katılaşma ve marjinalleşme olgusu, değişim meselesinde karar verebilmek için göz önünde bulundurulması gereken önemli bir unsur olarak ortada durmaktadır. Saadet Partisi’ndeki gelişmeleri yakından takip etmeye çalışan bir gözlemci olarak bilhassa Saadet Partisi Genel Başkanının çizdiği tablonun pek çokları için ümit verici olduğunu da burada belirtmekte fayda vardır. Bu noktada son zamanlarda gerçekleştirdiği basın toplantıları ve verdiği konferanslar da bu ümitvâr beklentileri beslemeye devam etmektedir. Bu konferansların sonuncusu dün 11 Kasım 2009 tarihinde Ankara’da Kocatepe Kültür Merkezi’nde ESAM adına verdiği “Milli Siyasetin Dünü ve Geleceği” konulu konuşmasıydı. Kanaatimce bu konuşma Saadet Partisi’nin gerçekten beklenen değişimi gerçekleştirmede istekli ve kararlı olup olmadığı ya da bu konuda ne ölçüde başarılı olabileceği sorularının cevaplarını arayanlar için önemli ipuçları içeren bir konuşmaydı. Dolayısıyla bu konuşma üzerinden bir analiz yapmak, bu gibi soruların cevaplarını arayanlar için aydınlatıcı olacağı gibi bizzat Saadet Partisi için de önemli bir katkı teşkil edecektir.
“Seçilmiş Millet” Söylemi
Genel olarak İslami kesimlerde, özel olarak da Saadet Partisi çevrelerinde “Seçilmiş Millet” dendiğinde, Siyonizm karşısındaki hassasiyetten dolayı hemen “İsrail ve Yahudiler” akla gelecektir. Ancak tuhaf olan şudur ki Milli Görüş hareketi baştan beri benzer bir söylemi sahiplendiği halde bu husus pek kimsenin dikkatini çekmemiştir. Zira bilindiği gibi Milli Görüş partilerinin söylemlerinde bazen açık bazen de üstü örtülü olarak Türkiye’nin İslam ülkeleri arasında lider ülke konumunda olduğu daima ifade edile gelmiştir.
Türkiye’nin diğer İslam ülkeleri arasından “seçilmesi” ve bu “seçkin” konuma yerleştirilmesinin arkasında elbette Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nin vârisi olmasından kaynaklanan psikolojinin de önemli rolü vardır. Sayın Kurtulmuş’un konuşmasının daha ilk cümlelerinde görülen, “Türk milletinin özel misyonu” vurgusunda da işte bu “seçilmiş millet” ve “lider ülke” anlayışı dışa vurmakta ve bu noktada Milli Görüş siyasetinde bir değişikliğe ihtiyaç hissedilmediği intibaı kendiliğinden doğmaktadır. Durum ne olursa olsun, bu seçilmiş millet anlayışının ve söyleminin gözden geçirilmesi gereken yönleri olduğunu da unutmamak gerekir.
İster “seçilmiş” ister “lider” millet anlayışı olsun bu tür söylemlerin ciddi sıkıntıları beraberinde getirebileceğini açıkça ifade etmek, hem gerçekçi olmanın hem de dürüstlüğün bir gereğidir. Seçilmiş millet meselesine gelince, Yahudilerinki gibi Müslümanların da Türkiye’deki milletin Allah tarafından seçilmiş bir millet olduğunu iddia etmeleri ne ilmen ne de dinen mümkün görünmemektedir. Zira Kur’an-ı Kerim’de bu iddiayı doğrulayacak tek bir âyet dahi mevcut değildir. Kur’an’ın değer ölçüleri içerisinde bir millete, ırka veya kabileye mensubiyet yoktur. Bu konuda yegane Kur’ânî ölçü “ iman ve salih amel”den ibarettir; İslam nazarında fertlerin ve cemiyetlerin değer ve üstünlük ölçüsü budur. O halde İslami değerlere önem ve değer veren, hatta bunları merkeze alan Milli Görüş siyasetinin kendi milletinin seçilmiş bir millet olduğu söylemine başvurması, her şeyden önce Kur’an’ın öğretisine aykırı demektir. Bu meseleyle ilgili olarak ortada birtakım rivayetlerin Hz.Peygamber’in sözü (Hadis) olarak dolaştırıldığı bir vakıadır. Keza bazı rivayetlerin birtakım zorlama yorumlara tabi tutulması suretiyle bu seçilmişlik fikrinin desteklenmeye çalışıldığı da doğrudur. Bu rivayetlerin sahih olması da söz konusu değildir, zira bir milleti, ırkı veya kabileyi öven ya da yeren rivayetlerin, isnadı sağlam olsa da Hz.Peygamber’e ait olamayacağı pek çok İslam uleması tarafından da (mesela İbn Kayyım, el-Cevziyye el-Menâru’l-Munîf’inde) açıkça dile getirilmiştir. Zira tarihteki siyasi ve etnik çekişmeler sürecinde her ırk, kabile veya bölgenin kendi lehine ve hasımlarının aleyhine hadis uydurdukları malumdur. Dolayısıyla bu tür uydurma rivayetlere dayanarak bu milletin Allah veya Rasûlü tarafından seçilmiş olduğunu iddia etmek de mümkün değildir.
Öte yandan bu seçilmiş milletin Türk milleti olduğu yolundaki imalar da oldukça problemlidir. Zira bu topraklarda yaşayan herkes Türk değildir. Burada Türk kelimesine etnik sınırları aşan bir anlam yüklendiği de düşünülebilirse de, son yıllarda ve günlerde yaşanan gelişmeler bu yaklaşımın pek de sağlıklı olmadığını açıkça göstermiş bulunmaktadır. Özetle İslami açıdan bir millet, kabile veya ırkın Allah tarafından seçilmiş olmasının söz konusu olmadığı ortada iken, Milli Görüş siyasetinin bu söylemi benimsemesi açık bir çelişki gibi görünmektedir.
Lider millet meselesine gelince, bunun mantıken mümkün, ama mevcut şartlarda gerçek dışı bir iddia olduğunu ifade etmek yerinde olacaktır. Gerçekten de objektif olarak bir milletin veya toplumun, gerekli tarihi şartlar ortaya çıktığında bölgesinde veya dünyada liderlik konumuna yükselmesi imkansız değildir. İslam Dünyasında bu durumun son örneği Osmanlı devleti iken, günümüzde bu rolü ABD üstlenmiş görünmektedir, şu farkla ki, bu liderlik kendiliğinden değil, baskı, zulüm, haksızlık, sömürü ve işgal suretiyle oluşmuş bir liderliktir.
Bu şekilde kendiliğinden ve şartların gereği olarak Türkiye’nin liderlik unvanını elde etmesi de şu an için söz konusu olmadığına göre, seçilmiş millet söyleminin karşılığı olmadığı da kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır. Bu ise yıllardır Milli Görüş siyaseti çerçevesinde sürdürülen “seçilmiş millet” söyleminin, iyimser bir yaklaşımla bir özlem, dilek ve temenni sınırlarını aşamadığını, eleştirel bir yaklaşımla ele alındığında ise “kerameti kendinden menkul olma, böbürlenme, kendini dev aynasında görme, yalancı pehlivanlık” türünden nitelendirmeleri çağrıştırdığını söylemek mümkündür. Hatta eleştirinin dozunu biraz daha artıracak olursak, bu söylemin “boş ve kof bir iddia” olmaktan öte “tehlikeli ve zararlı” bir yaklaşım olduğunu da söylemek pek yanlış olmayacaktır. Çünkü “seçilmiş millet” söyleminde kastedilen milletin “Türk Milleti” olduğu sık sık zımnen veya alenen dile getirile geldiği, bu yüceltilen milletin mesela “Kürt milleti” olmadığı, Kürt milletinin adının, sadece günümüzde de olduğu gibi, Kürt meselesi gündeme geldiğinde telaffuz edildiği ve akıllara geldiği kimsenin gözünden kaçmamaktadır. Meseleyi daha da geniş bir perspektiften ele alacak olursak, Türk(iye) milletinin liderlik iddiasının Arap, Acem, Hind, Malay gibi milliyetçilikleri körüklemesi ve İslam Dünyasını parçalaması da söz konusudur. Nitekim şu anda bile İslam dünyasında Türkiye yanında liderlik kavgası veren İran, Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerin karşılıklı rekabeti sık sık düşmanlık noktasına varabilmektedir. Benzer şekilde yine Türkiye’nin bu “ağabeylik” sevdası ve bu sevdanın etkisiyle bir zamanlar sık sık tekrarlanan “Yirmi birinci yüzyıl, Türk asrı olacaktır” şişinmeleri yüzünden Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bile ülkemize karşı pek çok konuda tavır aldıkları herkesin malumudur.
Meselenin bu gibi siyasi yönleri kadar, ahlâkî yönü de fevkalade önemlidir. Zira fert planında olduğu gibi cemiyet planında da “ben” demek, benlik iddiasında bulunmak, kendini methetmek, böbürlenmek, şişinmek, İslam ahlakına aykırı tutumlardır. Tam aksine İslam ahlakına uygun olan, sizi ve cemiyetinizi, sizin değil başkalarının methetmesidir, sizin liderlik makamına layık olup olmadığını başkalarının takdir etmesidir.
Teolojik açıdan ise bu söylem daha da tehlikeli bir hal almaktadır. Zira “milletimizin özel misyonu” iddiası, geniş kitleler nezdinde bu millete Allah tarafından verilmiş özel bir görevi, bir başka ifadeyle bir “ilahi misyon” iddiasını gündeme getirir ki, bu durumda bu görevin bu millete Allah tarafından nasıl, nerede ve niçin verildiğinin ispatı gerekir.
Özetle “seçilmiş millet” ve “lider ülke” söylemi siyasi, ahlâkî ve İslâmî açıdan fevkalade mahzurlu, gerçeklerle örtüşmeyen, uluslar arası politika açısından da oldukça riskli bir söylem olarak değerlendirilmeye daha yatkın görünmektedir. Bu ise, Milli Görüş siyasetinin bu söylemi sürdürüp sürdürmeme konusunda ciddi bir öz eleştiri yapmasının zamanının çoktan geldiğini, hatta geçmek üzere olduğunu göstermektedir.
Sağlam ve Güçlü Bir Ordu
Sayın Kurtulmuş’un konuşmasında dile getirdiği bir diğer husus ise , “Türkiye’nin sağlam ve güçlü bir orduya ihtiyacı olduğu” değerlendirmesidir. Özünde soğuk savaş döneminin ve etrafındaki herkesi düşman gören bir ulus devletçilik ve ulusalcılık anlayışının ürünü olan bu söylemin, ciddi bir değerlendirmeye ihtiyacı olduğu ortadadır. Zira mevcut konjonktürde Türkiye’nin yakın ve ciddi bir askeri tehditle karşı karşıya bulunduğunu söylemek zordur. En azından Türkiye’nin bölgedeki bir İsrail olduğunu söylemek mümkün değildir. Türkiye’nin gerektiğinde kendisini savunabilecek normal bir askeri güce, hatta küçük ama etkili profesyonel bir orduya sahip olması anlaşılabilir bir şeydir. Ancak izahı gereken husus, niçin “sağlam ve güçlü bir ordu” gerektiğidir. Dünyanın en güçlü ordularından birine sahip olmanın Türkiye’nin sahici bir ihtiyacı mı olduğu, yoksa ABD ve NATO gibi emperyalist politikaların destekçisi ülke ve paktların bir dayatması mı olduğu ciddi bir soru olarak ortada durmaktadır. Kaldı ki komşu ve kardeş İslam ülkeleriyle dostane ilişkilerin geliştirilmesini ve bir İslam birliği idealini daima hararetle savunmuş olan Milli Görüş siyasetinin, ne gibi bir tehdit algılaması sebebiyle sağlam ve güçlü bir ordu fikrini savunduğunu açıkça ortaya koyması gerekir.
Diğer yandan Milli Görüş hareketinin kırk yıllık tarihi boyunca uğradığı siyasi kazalarda aslan payına sahip olan askeri vesayet zihniyetinin, ülkemizde, milletin egemenliği, demokrasi, özgürlükler ve sivilleşme konularında yol açtığı tahribatın, girişilen modern ve post-modern darbelerin, ihtilallerin, keza silahlanma konusundaki harcamaların yol açtığı ağır bütçe yükünün baş aktörü olan bir müessesenin güçlendirilmesini savunmakta aynı şekilde izahı gerektiren bir durumdur.
Hele mevcut güçlü ordunun, aynı zamanda Irak ve diğer İslam ülkelerini işgal eden ve bu ülkelerdeki kardeşlerimizi katleden ABD ve NATO güçleriyle işbirliği yapan, onların ülkemizdeki üsleri kullanmasına rıza gösteren aynı ordu olduğunu asla göz ardı etmemek gerekir. Bu “sağlam ve güçlü ordu” söyleminin arkasında, ülkemizdeki hemen her politik harekette rastlanan “orduya şirin görünme” düşüncesinin de bulunabileceği göz ardı edilmemelidir. Bu takdirde sağlam ve güçlü ordunun ülkenin güçlenmesine mi yoksa sivil siyasetin zayıflamasına ve hareket alanının daraltılmasına mı hizmet ettiği sorusu da sorulmayı hak etmektedir ki, Milli Görüş hareketinin bu konularda yeterince cesur, açık ve net olduğunu söylemek hayli zordur.
Aslında Milli Görüş siyasi hareketine yakışanın, silahlanmayı değil silahsızlanmayı savunan daha derin bir felsefi yaklaşım olduğunu da söylemek gerekir. Böylesi felsefi bir yaklaşıma göre, barışı, barışın egemen olduğu bir dünyayı, silahsızlanmayı, nükleer tehditle mücadeleyi asıl kabul etmek, orduları ve silahlanmayı ise mecburiyetler karşısında ve asgari düzeyde kabullenmek, insan ve İslam olmanın bir gereği olarak görülmelidir.
Küresel Rekabete Hazır İş Adamı
Ordu ve silahlanma konusunda ülkemizdeki mevcut siyasi yapıların kalıplaşmış yargılarının zincirlerini kıramayan, egemen söylemlerinin dışına çıkamayan Milli Görüş siyaseti, ekonomi konusunda da küresel statükonun ciddi olarak etkisinde kalmış gözükmektedir. Zira ekonomi alanında küresel rekabetten söz etmek, küresel sistemin egemenliğine boyun eğmek anlamına gelir. Halbuki Milli Görüş siyasi geleneğinin ekonomi kariyerine sahip bir üyesi olarak sayın Kurtulmuş’un ekonomi alanında söyleyeceği çok farklı sözleri olması beklenirdi. Küresel rekabete hazır bir iş adamı tipine vurgu yapmaktan ziyade, küresel sömürü, küresel gelir dağılımındaki adaletsizlikler, işsizlik, emek ve işçi sınıfının sıkıntıları, bankacılık sisteminin ıslahı, faiz, para teorisi, tüketim toplumu, israf, özelliklede tabii kaynakların israfı gibi hayati önemi haiz meselelere vurgu yapılması daha uygun olurdu. Hatta daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz ki, İslam dünyasına liderlik iddiasındaki bir siyasi hareketin, hem bu dünyaya, hem de bütün insanlığa, daha insani bir büyüme ve kalkınma modeli, daha adil bir ekonomik sistem sunulması konusundaki önemli katkılarıyla ön plana çıkması gerekirdi. Hele günümüzde “mücahitlerin müteahhitlere, “tasavvuf ehlinin tasarruf ehline” dönüştüğü, bir “abdestli kapitalistler” zümresini türe(til)diği, İslami kesimin de tüketim toplumu modeline hızla uyum sağladığı, “masa-kasa-nisa” şeytan üçgeni dahilinde “şehvet-şöhret –rüşvet” kıskacında hızlı bir “dünyevileşme” sürecine girdiği mevcut şartlarda, sayın Kurtulmuş’un ekonomi meselesini sadece bir rekabet meselesine indirgeyen yaklaşımlardan şiddetle kaçınması, diğer partilerin zaten savuna geldiği, değerlerden arındırılmış bir “kalkınma, zenginlik, refah, başarı” merkezli ekonomi anlayışına karşı daha tenkitçi bir yaklaşım sergilemesi isabetli olurdu. Dahası kendisinden asıl beklenen, mevcut statükoya karşı daha eleştirel bir tavır takınması, değerlere vurgu yapması ve ulusal ölçekte düşünmeyi aşarak bölgesel ve küresel ölçekli yaklaşım ve öneriler peşinde koşmasıdır.
Delege Yoklaması mı, Parti Üyelerinin Yoklaması mı?
Sayın Kurtulmuş siyasi partiler ve seçim sistemine dair birtakım isabetli eleştirileri dile getirirken, nedense bu eleştirilerinin mantıki sonuçlarını sonuna kadar götür(e)memektedir. Mesela parti oligarşilerine karşı çıkma adına haklı olarak merkez yoklamasını eleştirirken, daha demokratik bir yaklaşım olarak delege yoklamasına vurgu yapmakta, ancak nedense tam demokratik bir alternatif olan “parti üyelerinin yoklaması”nın sözünü etmemektedir.
Milli Görüşün Yaslandığı 150-200 Yıllık Gelenek
Sayın Kurtulmuş’un konuşmasının dikkate değer bölümlerinden birisini oluşturan bu başlık altında anlattıkları bir bakıma olumlu, bir bakıma ise tenkide şayan unsurlar içermektedir. Olumlu unsurlara örnek olarak, belki de ilk defa Milli Görüş hareketinin kendisini İslam düşüncesindeki belli bir gelenek çizgisine dayandırma çabası gösterilebilir. Bu açıdan Milli Görüşün köklerinin Şehbender zâde Filibeli Ahmed Hilmi, Said Halim Paşa, Mehmet Âkif ve Hüseyin Avni Ulaş gibi farklı yönleri olan İslamcı entelektüellere dayandığının açıkça ifade edilmesi, bu bağlamda Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Abdülaziz Bekkine, Mehmet Zahit Koktu, Sami Efendi ve Saîd-i Nursî gibi fikir ve kanaat önderlerine de yer verilmesi kayda değer bir gelişme olarak görülebilir. Ancak konuşmada yer verilen isimlere dikkatlice bakıldığında, ilk gurupta yer alanların İslam düşüncesi alanında nispeten tenkitçi ve yenilikçi, ikinci gurupta yer alanların ise daha gelenekçi ve taklitçi bir zihniyetin temsilcileri oldukları dikkatlerden kaçmamaktadır.
Ne var ki kendilerine atıfta bulunulan bu gibi şahsiyetlerin görüş ve düşüncelerinin Milli Görüş çevreleri tarafından bir tenkit süzgecinden geçirildiğini söylemek oldukça zordur. Bu da hareketin kırk yıllık geçmişinde sorgulayıcı, tenkitçi, içtihat ve tecdid (yenilik)ten yana bir yaklaşımın kendisine yer bulamamış olmasından ya da fevkalade cılız kalmasından kaynaklanmıştır. Bu sebepledir ki mesela Mehmet Âkif’in “Alınız ilmini Garb’ın…” şeklindeki önerisi hiçbir tenkit süzgecinden geçirilmeksizin onaylanmakta, ilimlerin temelindeki felsefelerinin ve dünya görüşlerinin farkına varılmadan, bu defa geleneğin taklidi yerine Batı taklitçiliği olgusu gündeme gelmektedir. Özellikle sosyal-beşeri bilimler söz konusu olduğunda “alınız ilmini Garb’ın” demenin ne kadar sağlıklı bir yaklaşım olduğu ise oldukça tartışmalıdır. Keza Necip Fazıl Kısakürek’in dile getirdiği ama aslında anonim bir ifade olarak da hayli yaygın olan “Batı, aklı ve maddeyi temsil eder, Doğu ise maneviyatı!” tespitin gerçekleri yansıtıp yansıtmadığı tartışılmaksızın benimsenmiştir. Halbuki mesela Fazlurrahman bu tespiti gözden geçirerek, Doğu’da gerçekten ve gerçek bir maneviyat olsaydı, Doğu’nun bu perişan ve üzücü durumda olmaması gerektiğini ileri sürmekle, söz konusu tenkit görevine kendi açısından katkıda bulunmaktadır. Keza Sezai Karakoç’un “Diriliş” kavramı benimsenmiş, ancak bu dirilişin istinat edeceği zihniyet ve metot konusundaki belirsizlik ve kapalılık pek de önemsenmemiş, bu konu üzerinde kafa yorulmasına pek de ihtiyaç hissedilmemiştir.
Daha da vahim olan ise, ikinci gurupta yer verilen isimlerin, duygusal planda kitleleri İslamî ideallere yöneltmekteki fevkalade önemli katkılarına mukabil, eleştirel akıl, düşünce ve zihniyet ile bilimsellik konusunda tam tersi yönde menfi bir rol oynamış olmalarıdır. Mesela üstat Necip Fazıl Kısakürek, muhafazakâr ve geleneksel bir âlim tipini temsil eden Hamîdullah Hocaya “Baîdullah (Allahtan uzak)”, Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî’ye “ Merdûdî”, Seyyid Kutub ve kardeşine “mezhepsiz” veya “reformcu” gibi sapıklık ithamı ima eden birtakım nitelendirmeleri reva görecek kadar insaftan yoksun tavırlar sergileyebilmiş ve bilhassa genç nesiller üzerinde hizipçi ve çatışmacı bir zihniyetin etkili olmasına âlet olabilmiştir. Halbuki üstadın bu eleştirileri ilmî bakımdan ciddiye alınabilecek nitelikte olmadığı gibi, bir kısmının mesnedi bile yoktur. Burada yanlış olan, bir yazar ve düşünür olan üstada Şeyhu’l-İslam muamelesi yapmak ve ondan, sahip olmadığı İslami ilimler formasyonunu gerektiren konularda görüş almaktı. Diğer şahsiyetlerin de durumu farklı değildi. Onların iyi niyetle de olsa çevrelerindekilere telkin ettikleri İslam tasavvuru, pek çok yanlışları ve sağlıksız unsurları bünyesinde barındıran bir tasavvur idi. Zira bu insanlar derin incelemelere girişebilecek, tahkik ve tetkik ehli ulema sınıfına mensup değillerdi. Hele Çağdaş İslam Düşüncesi alanındaki gelişmeler hakkında neredeyse hiçbir fikirleri yoktu, ya da fevkalade sathi seviyede bilgilere sahiptiler.
Son dönemde Milli Görüş Hareketi bünyesinde, dini düşünce ve tasavvur ile söylem ve yaklaşımlarda bir süredir gözlenen “sığlaşma, katılaşma, sertleşme ve dışlama” eğilimlerini besleyen de aslında bu “(bilimsel) bilgi olmadan fikir sahibi olan” iyi niyetli kanaat önderlerinin kitlelere sundukları “kontrolden geçirilmemiş dini kültür ve bilgi”den başka bir şey değildir. Bunun da temelinde, İslam’ın günümüzde ne anlama geldiği ve neye tekabül etmesi gerektiği konusunda herhangi bir problem olmadığı şeklindeki yaygın algılama hatasıdır. Aslında İslam ülkelerindeki pek çok İslami hareket için de geçerli olan bu değerlendirme ve eleştirilerin, en azından liderlik iddiasında bulunan Milli Görüş çevreleri için söz konusu olmaması beklenirdi. Hatta bu kadar büyük iddia ve hedeflere yönelmiş olan bir hareketin, ülkemizde ve İslam Dünyasında İslam Düşüncesi ve İslami Araştırmalar alanında en iddialı kesim ve kurumların başında gelmesi gerekirken, şu anda sıralamada kendisine yer bulmakta zorlanması ise oldukça düşündürücüdür.
Milli Görüş siyasi hareketinin her siyasi hareket gibi toplumun tamamına hitap etmesi, en azından İslâmî bir hareket olarak bütün İslamî akımları ve kesimleri kuşatan ve onların üzerinde bir kuşatıcı İslam algısıyla hareket etmesi beklenirken, kendisini Sünnilik ile sınırlaması da isabetli olmamıştır. Hareketin bu Sünni karakteri onun Alevilik, İmamiye Şiası, Zeydiyye, Nusayriyye, Dürziyye, İsmailiyye, İbâdiyye, Selefiyye ve benzeri mezhep ve gruplara mesafeli yaklaşmasına yol açmış, Sünnilik dahil bütün İslam mezhepleri karşısında eşit mesafede durma becerisini gösterememiştir. Dolayısıyla bu hususta Milli Görüş çizgisinin asıl belirlemesi ve karar vermesi gereken mesele, referans olarak kendisini sadece Sünni gelenekle mi sınırlayacağı, yoksa bütün gelenek, mezhep, akım ve eğilimleri kuşatan bir kavram olarak “İslam” ı mı seçeceğidir.
Bütün bunlar bir yana Milli Görüş hareketi, İslamî araştırmalar ve İslam düşüncesi alanında yetişmiş kadroların en iyilerinden yararlanmak için onlarla çalışma becerisini de gösterebilmiş değildir. Mesela yıllar önce Prof. Dr. Necmettin Erbakan ile görüşmesi için aracı olduğumuz Prof. Dr. Hasan Hanefi’nin görüşlerinden yararlanma cihetine gidileceği yerde, bu uluslar arası şöhrete sahip ilim ve fikir adamı sayın Erbakan’ı saatlerce dinlemek durumunda kalmış, kendi görüşlerini ise doğru dürüst aktarma imkanını bile bulamamıştır. Tam aksine sadece bu harekete gönül vermiş, hatta onun fanatik bir savunucusu haline gelmiş, ya da gelecekte bir çıkar sağlama düşüncesiyle bu hareket içerisinde yer almış olan kadrolarla çalışmayı tercih etmiştir. Hele hele İslami kesimin dışındaki entelektüellerden istifade etmeyi sistemli, kurumsal ve kalıcı bir ilişki biçimiyle sürdürmeyi gündemine bile al(a)mamıştır. Benzer dar(altıcı) yaklaşımları, ülke ve bölgede irtibat halinde olduğu sivil toplum kuruluşları konusunda da sürdürmüş ve yurt içinde kendi muhafazakâr gelenekçi çizgisine, yurt dışında ise genellikle yine İhvân-ı Muslimîn gibi muhafazakâr gelenekçi çizgiye yakın çevrelerle çalışmayı tercih etmiştir. Bunların dışındaki İslamî çevrelerle, hele sol, sosyalist, Marksist, Hristiyan, Hindu, v.b. çevrelerle temas kurmayı, onlarla işbirliği ve dayanışma içerisine girmeyi hemen hemen hiç denememiştir. Bu sebepledir ki, mesela Ahmedînijâd ile Hügo Chavez arasındaki ilişkiye veya Hizbullah içerisindeki Lübnanlı Şiilerin Hristiyanlarla olan dayanışmasına benzer bir ilişki içerisinde hiçbir zaman ol(a)mamıştır.
Boşluklar, Dile Getirilmeyenler ve Gündeme Alınmayanlar
Sayın Kurtulmuş’un Milli Siyaset konusunda kapsamlı bir konuşma yapma niyet ve kararlılığı açıkça görüldüğü halde, yine de hayati önemi haiz pek çok noktanın bu konuşmada ihmal edilmiş olmasının önüne geçilememiştir.
Yapılan nispeten kapsamlı konuşmada görülen boşluklara ve dışta bırakılan önemli noktalara örnek vermek gerekirse, mesela öz eleştiri, felsefe, rasyonalite/eleştirel akıl, ilmî zihniyet, sanat, kültür, emek, sosyal adalet, fırsat eşitliği, etnik ayrımcılık, cinsiyet ayrımcılığı, ataerkil zihniyet, parti oligarşisi, Alevi ve Kürt meselesi, sekülerizm/dünyevileşme, laiklik, şeriat, birey, şeffaflık, hesap verilebilirlik, işsizlik, medya, yolsuzluk, sömürü, şehirleşme, çevre kirliliği, küresel ısınma, tüketim toplumu, israf gibi temel kategorilerin hemen ilk planda zikredilmesi pekala mümkündür. Halbuki bunlar, en az sayın Kurtulmuş’un konuşmasında yer verilenler kadar hayati önemi haiz meselelerdir. Bu noktada yapılan değerlendirmelerin haklılık payının daha açık ve net olarak görülebilmesi için, mesela Aliya İzzetbegoviç veya Roger Garaudy’nin eserlerinde ele aldığı konular ve ele alınış biçimleri ile Milli Görüş hareketinin en iddialı metinleri ve fikri ürünleri arasında basit bir mukayese yapmak bile yeterli olacaktır.
Milli Görüş Bir “Medeniyet Projesi” Olarak Nitelendirilebilir mi?
Milli Görüş hareketinin kendisine nihâi hedef olarak bir medeniyet projesi ortaya koymayı seçmesinde garipsenecek bir yön yoktur. Ancak böyle bir hedefi benimsediğini ilan etmek elbette ona gerçek anlamda ortada bir medeniyet projesi bulunduğunu iddia etme hakkı tanımaz. Zira bir medeniyet projesi herhangi bir siyasi hareket tarafından tek başına üstelik kısa bir zamanda ortaya konabilecek bir şey değildir. İslam Dünyası söz konusu olduğunda, bütün Müslümanların katılımı olmaksızın böyle bir medeniyetin inşâsı veya yeniden ihyâsı mümkün olamaz. Zira medeniyet inşası, geniş katılımı gerekli kılan bir süreçtir. Olsa olsa böyle bir söylemi benimseyen Milli Görüş hareketinin bu hedefin bütün İslam toplumları tarafından benimsenmesi ve bu hedefe ulaşmak için ortak bir çabanın gerçekleştirilmesi uğrunda çaba sarf etmesinden söz edilebilir.
Kaldı ki “medeniyet” beşeri var oluşun bütün alanlarını kapsayan bir kavramdır. Özellikle yukarıda dikkat çekilen temel kategoriler alanındaki boşluklar ortada iken, bir medeniyet iddiasında bulunmak gerçekçi bir yaklaşım değildir. Geçmiş İslam medeniyetlerinden bugüne intikal eden mirasa bakıldığında, bunların “felsefe, fikir, ilim, teknik, sanat (mimari, musiki, edebiyat, tehzib, hat, minyatür v.b.)” gibi kategoriler altında toplandığını, bütün bu alanlarda Milli Görüş siyasetinin iddialı herhangi bir çabasının ise söz konusu olmadığını kabul ve itiraf etmek dürüstlüğün bir gereğidir.
Ortada ciddiye alınabilecek gerçekçi bir medeniyet projesinin mevcudiyetinden bahsetmek doğru olmadığı gibi, Milli Görüş siyasi hareketinin kırk yıllık performansına ve sahip olduğu entelektüel düzeye ve kadrolara bakıldığında, mevcut şartlarda bu konuda ümitvâr olmak, ancak aşırı iyimser veya ütopyacı bir ruh haline sahip olmakla mümkün olabilir.
Bütün bu mülahazalara ve tenkitlere rağmen, hakikati itiraf etmek adına şu hususu açıkça ilan etmekten kaçınmamak da dürüstlüğün bir gereğidir. İslam Dünyasındaki siyasi ve toplumsal hareketlere bakıldığında, yine de Milli Görüş çizgisinin gelecekte yeni bir medeniyet inşası yolunda rol oynayabilecek başlıca aktörler arasında yer alması imkansız değildir. Ancak bir şeyin “mümkün” olması onun fiilen “gerçek”leştiği anlamına gelmez. Mümkün olanı realiteye dönüştürmek ise ancak fikir ile eylemin uyumlu birlikteliği sayesinde mümkün olabilir. Bunun için Milli Görüş siyasetinin kırk yıllık tecrübeden sonra âcilen ilk atması gereken adım, Muhammed İkbal’in yirminci yüzyılın başlarında ilan ettiği “İslam Düşüncesinin Yeniden İnşâsı” projesinin hayata geçirilmesidir. Bu yönde atılması gereken ilk adım ise, işe önce Milli Görüş akımının kendini bir öz eleştiriye tabi tutma medeni cesaretini göstermesi olmalıdır. Aksi takdirde bir medeniyet inşası değil, şu anda yaşadığımız türden bir “savrulma ve dünyevileşme” ve nihayetinde de küresel statükoya eklemlenen bir “Dine karşı Din” ile karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olacaktır.
Ülkemiz dahil İslam Dünyası, karşı karşıya bulunduğu var oluşsal meselelerini çözmek için muhtaç olduğu entelektüel birikimden tamamen yoksun değildir. Yeter ki despotik liderler ve oligarşik yapılar yerine, özgür, eleştirel akıl sahibi, çağın ruhuna vâkıf, bilimsel zihniyete sahip, idealist entelektüellerden oluşacak bir “Ortak Akıl” bu dünyaya rehberlik etsin.
(Kaynak: Fikir Zamanı)