“Fiilî Grevler: Bir Eşik Atlama Fırsatı” Alpkan Birelma ile Son Günlerdeki İşçi Eylemleri Üzerine Söyleşi
Arkadaşımız Alpkan Birelma’nın Ocak ayıyla birlikte yükselen işçi direnişleri dalgasına ve bugünün emek mücadelesinin dair Birikim Dergisi’ne verdiği ve durumu değerlendirdiği röportajı iktibas ederek ilginize sunuyoruz.
Emre BAYIN
İletişim Yayınları’nın 2014’te yayımladığı çalışmanız Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi‘nde 2000’lerin ikinci yarısıyla 2010’ların başındaki üç işçi hareketinin gerçekleştirdikleri “direniş” eylemlerine odaklanıyorsunuz. 2015’ten beri yıllık işçi eylemleri raporları çıkartan bir çalışmanın da içerisinde olduğunuzu biliyoruz. 2022 yılındayız ve son günlerde yine birçok direnişe tanık oluyoruz. Trendyol Express ve HepsiJet kuryelerinden sonra Yemeksepeti işçileri… Bugün yaşanan eylemleri nasıl tanımlarsınız?
Ocak ayından bugüne şahit olduğumuz eylem dalgasında en öne çıkan mesele yeni yıl ile birlikte ücretlere ne kadar zam yapılacağı meselesi. Yüksek enflasyon ve asgari ücret zammının nominal yüksekliği bu işin ana nirengi noktaları. En öne çıkan eylem biçimi ise fiilî grev. Binli sayılarla ifade edilen kitlesellikte ve üç gün süren bir fiilî grevin sonunda Trendyol’daki esnaf-kuryelerin istedikleri zammı elde etmesi epik bir zafer oldu. Sermayenin işçileri güvencesizleştirip bölmek için devreye soktuğu kendi-hesabına-çalışan statüsündeki işçilerden böyle bir gol yemesi ayrıyeten ilginç ve önemli. Bu zafer hem genel olarak kamuoyunu hem de işçi sınıfının geniş kesimlerini etkilemiş görünüyor. Trendyol’dakinin kitleselliğine ulaşamamış gibi görünseler de Hepsijet, Sürat Kargo, Scotty, Yurtiçi Kargo ve Aras Kargo esnaf kuryelerinden de benzer eylemler gördük. Yemeksepeti işçileri geçmişten gelen sendikalaşma mücadelelerini ileri taşımak için eylemlere başladılar. Başka sektörlerde de fiilî grevler yaşandı ve yaşanıyor. 12 Ocak’tan 6 Şubat’a tespit edebildiğim grevlerin etkileyici listesi aşağıda. BBC hariç hepsi fiilî grev. Eksiği vardır ama fazlası olduğunu pek sanmıyorum.
26 günde yaşanan 1 yasal, 32 fiilî grev ciddi bir grev dalgası ile karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor. 7 vakayla dikkatimizi en çok kuryelere çekse de 8 vakayla İstanbul’daki çorap işçileri, 5 vakayla Antep’teki tekstil işçileri ve 5 vakayla metal işçileri diğer belirgin öbekler. BBC, Divriği Demir Madenleri, Trendyol, Alpin Çorap, Kıraç Metal gibi örneklerde işçiler net kazanımlar elde ettiler, diğer pek çok vakada patronların kazanım sözü üzerine grevlere son verildi, bir bölümü ise sürüyor ya da sonuçlarına dair net bilgi yok. Grev yapan işçi sayısının tespiti meşakkatli bir konu, ancak muhafazakâr bir tahminle 33 greve 6-7 bin civarı işçinin katılmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu listenin sadece grevleri içerdiğini vurgulayalım. Grev dışı işçi eylemlerini de kapsayan bir liste için, bu işin emektarı Evrensel gazetesinin çok güzel bir iş yaparak yeni hazırlamış olduğu haritaya yönlendirelim.
Yasal grev olduğu için BBC’yi çıkartarak 26 günde yaşanan 32 fiilî grev üzerinde bir duralım. Ülkemizde son yıllarda yaşanan fiilî grevlerin sayısını bilmek bize neyle karşı karşıya olduğumuz konusunda daha iyi bir fikir verecektir. Emek Çalışmaları Topluluğu çatısı altında 2015’ten beri basın taraması yöntemiyle işçi eylemlerini raporluyoruz. Kamuoyu doğal olarak bugünkü gibi büyük dalgalar olunca grevleri fark ediyor. Aslında ülkemizde her yıl küçümsenemeyecek sayıda fiilî grev gerçekleşiyor. Araştırmamıza göre 2015’te 151, 2016’da 80, 2017’de 99, 2018’de 122, 2019’da 89 ve 2020’de 93 fiilî grev gerçekleşti. Bir başka deyişle, geride bıraktığımız 26 günde 2020 yılında yaşanan tüm fiilî grevlerin üçte biri kadar fiilî grev yapılmış oldu.
Türkiye’de her şey çok hızlı değişiyor biliyoruz, sizce 2000’lerde yaşanan, kitabınızda incelediğiniz direnişlerle bugünkü direnişler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar neler?
Benim kitapta anlattığım vakaların üçü de sendikalaşma mücadeleleriydi. Sendika yasası ve onun uygulanma biçimi ülkemizde sendikalaşmayı müthiş zorlaştırdığı için bir işyerinin sendikalaşması uzun ve zorlu bir mücadeleye dönüşür. İşyerinde çoğunluğu sağlasanız, bakanlık sendikanıza yetki verse bile işverenin saçma bir itiraz hakkı vardır ve bu itiraz yaklaşık iki yıl sürecek bir dava sürecini başlatır. Patronlar sendikalaşmayı fark edince öncüleri işten atar, içerideki üyelere tam saha baskı yapar. Sendika mücadeleci bir sendikaysa işyeri önünde direnişe başlar, bir yandan içerdeki örgütlülüğünü korumaya ya da genişletmeye çalışır. Benim vakaların üçü de bu nitelikteydi. Vakalardan birinde işçiler İstanbul’daki fabrikalarında fiilî grev başlatıp fabrikalarını işgal etmiş, grev/işgal yedi gün sürmüş, yedi günün sonunda çevik kuvvetin gelmesiyle sonlanmıştı.
Bugünkü eylem dalgasında, benim kitaptakilere benzer sendikalaşma mücadelesi niteliğinde iki örnek göze çarpıyor: Farplas ve Yemeksepeti. Farplas patronu işçiler sendikalaşamasın diye aynı çatı altında tam sekiz farklı taşeron şirketle üretim yapıyor ve bu taşeron şirketlerin işkolları da farklı. İşçiler Birleşik Metal-İş’in öncülüğünde örgütlenmiş ve beş şirkette yetki alınmış. Patronun yetki itirazı ve baskıları karşısında işçiler artık yeter deyip fiilî greve çıkıyor. Aynı günün akşamında polisin müdahalesi ile grev bitiriliyor ve 100 civarı işçi gözaltına alınıyor. Yemeksepeti’nde ise önce Nakliyat-İş, ardından TÜMTİS’in örgütlenme girişimleri oldu. Nakliyat-İş’in örgütlenmesi patronun işkolu değişikliği yapmasıyla engellendi. İşkolu değişikliği yapılmayan, taşımacılıkta kalan bir grup işçiyi ise TÜMTİS örgütledi ve yetkiyi aldı. Ama orada da patron hem yetkiye itiraz etti hem de işten çıkarmalar yaptı. Şimdi bu eylem dalgasının etkisiyle iki sendika da Yemeksepeti’ndeki örgütlenmelerini geliştirmek için eylemler düzenliyor.
2000’lerin ikinci yarısıyla bugün arasında ana sabite Türkiye’de işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki engeller. Örgütlenme genişlemeyince haklar da genişlemiyor. Dahası, muhafazakâr sağın işçi sınıfı ve dolayısıyla Türkiye üzerindeki hakimiyeti kırılamıyor. Sendika üyeliğinde o günden bugüne bir miktar artış oldu, bunu anmadan geçmeyelim. Ama bu artış, kamu kurumlarında çalışan taşeron işçilerin yıllarca süren mücadeleleri sayesinde kamu işçisi statüsüne geçirilmeleri ve kamu işçilerinin sendikalaşmasının daha kolay olması sebebiyle oldu. Özel sektörde sendika üyeliği o günlerden bugüne milim artmadı, %6 seviyesinde sürünüyor. Bugünkü grev dalgasının heyecan vericiliğinin bir yönü, özel sektör işçilerinin başrolde olması.
O günden bugüne değişiklik deyince aklıma üç şey geliyor. Evvela artan otoriterleşme. Benim incelediğim fiilî grev ve fabrika işgali vakasında çevik kuvvetin yedi gün sonra gelmesi ile Farplas’ta aynı gün içinde müdahale edip 100 kişiyi gözaltına alması bir nüans gibi gelebilir ama öyle değil, çok şey anlatıyor. Artan otoriterleşme sebebiyle bugün iktidarın söyleminde eylem yapmak terör ve darbe ile eş tutuluyor. Ana muhalefetin de bu söyleme cepheden karşı çıkmadığını görüyoruz. Bahsettiğim işçi eylemleri araştırmamızda şunu görüyoruz: Kolluk güçlerinin eylemlere müdahale oranı 2015’te %9 iken, bu oran 2016’da %16’ya, 2017’de %21 çıkıyor, 2018’de %19, 2019’da %17 şeklinde devam ediyor. Bugün sokağa çıkmak, işyerinde ya da dışarıda eylem yapmak kesinlikle daha büyük bir risk içeriyor, ama binlerce işçinin bu onurlu duruşu sergilediğini görüyoruz.
O günden bugüne akla gelen ikinci değişiklik ekonominin kötülüğü elbette. Zam meselesinin en öne çıkan mesele olduğu söyledik zaten. Üçüncüsü ise hayırlı bir haber: 2010’ların ortasından günümüze Türkiye işçi sınıfında artan bir hak arama arzusunun emareleri var. 2015’te ülkemiz tarihinin özel sektördeki en kitlesel fiilî grev dalgalarından birine, Metal Fırtına’ya şahit olduk. 40’a yakın metal fabrikasında 15 bin civarı işçi günlerce süren fiilî grevlerle metal sanayini durdurdu. Bu grev dalgası özellikle metal işçilerini bir miktar militanlaştırdı ve sonraki toplu iş sözleşmeleri de öncesine göre daha hareketli ve eylemli geçer oldu. Öyle ki 2015’ten günümüze hükümet 228 işyerinde 170 bin işçinin katılmak üzere hazırlık yaptığı grevleri yasakladı. Bizim işçi eylemleri araştırmamıza göre 2015’te 749 işçi sınıfı eylemi gerçekleşirken, 2016 ila 2019 arasında eylem sayısı 608-633 arasında yatay seyretti. 2015’ten sonraki hafif düşüş ve yatay seyir bizce en çok otoriterleşme ile açıklanabilir. 2020’de pandemiye rağmen vaka sayısı 706’ya çıktı. 2021 araştırmasını henüz bitirmedik ama izlenimimiz 2021’de bu sayının bir miktar daha da artacağı yönünde. İşte bugünkü dalga, böyle bir arka plana sahip. Meraklısı için şunu da ekleyeyim, birkaç farklı araştırmada 2000’lerin sonundan itibaren tüm dünyada işçi grev ve eylemlerinde bir artış olduğu tespit edilmiş durumda. Böyle bir dünya tarihsel durum da söz konusu muhtemelen.
Twitter‘da “Kuryeler ‘devrim’i de ayağımıza getirecek,” minvalinde “yarı şaka yarı ciddi” şeyler yazılıyor. Sizce bu direnişler bize ne söylüyor?
Anlaşıldığı kadarıyla kendisi de esnaf-kurye olarak günde 14 saat çalışan genç bir Getir işçisinin geçtiğimiz eylül ayında Konya’da verdiği efsaneleşmiş sokak röportajını hatırlarsınız. Bu grevler işte o gencin bireysel ve sözlü isyanının örgütlü ve grevli hali.
Biraz daha açacak olursak üç faktöre temas edelim. Kuryeler özelinde, evvela pandemide sektörün müthiş büyümesinin etkisini vurgulamak gerekir. E-ticaret ve kargo şirketleri hızla büyüdüler, çalışan sayısı arttı, müthiş kârlar elde ettiler, ama işçiye gelince zamları minimum tuttular. Hem ekonominin hem de gündelik hayatımızın bu işkoluna olan bağımlılığının artışı, bu işçilerin üretimden gelen yapısal güçlerini bir miktar arttırmış oldu. Yani aslında pandemide ön plana çıkan, çok çalışan, çok yorulan bir diğer işkolu olan sağlıkçıların da eylemlerinde müthiş bir artış oldu 2020’den beri. İşçi eylemleri araştırmamıza göre 2019’da sağlık ve sosyal hizmetler işkolunun vakaların içindeki oranı %7 iken 2020’de bu oran %19’a çıkarak bu işkolunu birinciliğe taşıdı. Sağlıkçılar en son geçtiğimiz 15 Aralık’ta Türkiye çapında bir grev yaptılar. 26 Ocak’tan beri eylemler yapıyorlar ve 8 Şubat’ta çok daha kitlesel olacağa benzeyen bir greve hazırlanıyorlar. İşin böyle bir boyutu da var. Pandeminin yükünü çeken, hem yorulan ama hem de önemi, merkeziliği dolayısıyla gücü artan işçilerin kayıplarını telafi çabası söz konusu.
Öte yandan bu grev dalgası, kuryelerin örgütlü sınıf mücadelesiyle ilk teması değil aslında. Kamuoyu çok farkında değil normal olarak ama bugün Türkiye’de faaliyet gösteren en büyük kargo şirketlerinden UPS, DHL ve Aras Kargo işçileri 2010’lu yıllardaki uzun mücadeleler sonunda sendikalaştı. TÜMTİS sendikası hem mücadeleciliği hem de uluslararası emek dayanışması sayesinde 2009-2011’de UPS’i, 2012-14’de DHL’i ve 2014-2018’de Aras Kargo’yu örgütledi. Bugün bu işçiler toplu sözleşmeli çalışıyor. Sektörün en büyük firması olan Yurtiçi Kargo’da TÜMTİS’in örgütlenme çalışmaları sürüyor. Bu örgütlenmelerin şu an yaşadığımız eylem dalgasına pozitif bir etkisi muhakkak ki var.
Bir diğer mesele de esnaf-kurye meselesi. Taşeronlaştırma nasıl işçilerin hak arama gücünü kırmak, ücretleri aşağıya çekmek için uygulamaya konduysa, bu esnaf-kargo meselesi de öyle, bir nevi bireysel taşeronluk zaten. “Kendi işinin patronu ol”, “İş ortağımız ol” gibi sloganlarla pazarlanıyor. Gig/platform ekonomisinin büyümesi, Uber vesaire de bunu yaygınlaştırdı. Günün sonunda neoliberalizmin işçileri bölme/esnekleştirme biçimlerinden biri. Özellikle ABD üzerine çalışmalarda gördüğümüz, bizde biraz yeni çıkan bir şey. Kapitalizme içkin olan, neoliberalizmin daha da palazlandırdığı küçük girişimcilik, kendi işinin patronu olma arzusuna/fantezisine konuşan bir istihdam biçimi. Görebildiğim kadarıyla ülkemizde esnaf-kuryeler üzerine yapılan tek araştırmada görüşülen on iki esnaf-kuryenin on ikisi de kendisini işçi olarak görmüyor ve bu istihdam biçiminin işçiliğe göre daha cazip olduğunu düşünüyor. “En azından kendi işimizi yapıyoruz,” diyorlar. Büyük çoğunluğu SGK ödemelerini yapamıyor ve işverenle arasında yazılı bir sözleşmesi bile yok. Yıllık izin, kıdem tazminatı hakları zaten yok. Fakat işte insanları işçi bilincinden uzaklaştırmak, bölmek ve güvencesizleştirmek için uydurulmuş bu formda çalışan insanlardan Trendyol’daki gibi kitlesel bir grevin gelmiş olması müthiş güzel ve umut verici.
Bu direnişlerin sol/sosyalist tabanları var mı ya da grev ve direnişten kelime olarak bile korkan Türkiye toplumunun geniş kesimlerine direnişin korkulacak ya da kötü bir şey olmadığını gösterme gücüne kavuşabilirler mi? Mesela, çalışmanızda konu edindiğiniz fabrikalarda, bugün geçmişteki direnişlerin bir kazanımı mevcut mu?
Geçtiğimiz ay içinde hareketlenen işçiler arasında sol/sosyalist olanların oranının toplumun genelindeki orandan daha yüksek olduğuna işaret eden bir emare ben göremedim. Böyle bir dalganın oluşması için böyle bir şart da yok zaten. Çok küçük bir sınıf bilinçli azınlık da uygun koşullar altında çok büyük işçi kitlelerini hareketlendirebilir. Bu bazen işçilerin arasından birileri olur bazen sınıf sendikacılığını benimseyen sendikacıların dışarıdan gelip örgütlenmeleri ile olur. Benim kitaptaki son vakada sosyalist bir işçinin tek başına başlattığı mücadelenin nasıl bir fabrikanın örgütlenmesine vardığını anlatıyorum. Bu anlamda epey uç bir örnek ama böyle şeyler sadece filmlerde, romanlarda olmuyor. Öte yandan sosyalizmle alakası olmayan, örneğin milliyetçi ya da muhafazakâr işçilerin işyerlerinde liderleşip iş arkadaşlarını patrona karşı hak mücadelesine sürüklediği de olur. Benim incelediğim birinci vakanın liderleri arasında böylesi bir grup baskındı.
Türkiye toplumunun ne kadar geniş bir kesiminin direnişi korkulacak ya da kötü bir şey olarak gördüğüne tam emin değilim. Ancak tabii ki ne kastettiğinizi anlıyorum. Kitaptan şöyle bir örnek aklıma geliyor: AKP mahalle temsilciliği yapmış, orta yaşlı erkek bir işçi, arkadaşının zoruyla sendika binasına giderken yaşadığı korku ve tedirginlikten ötürü vücudunda hakim olamadığı bir titreme atağı yaşıyor. Sendikayı anarşist, komünist yuvası olarak bildiği, duyduğu için… Böyle insanlar var gerçekten ve sayıları az değil. AKP’nin özellikle 2010’ların başından bu yana uyguladığı politikalar ve kullandığı söylemlerle bu kesimin sayısını bilinçli bir şekilde arttırmış olduğu da muhakkak.
İşçi sınıfı arasında direnişi korkulacak bir şey olarak gören kesimleri ikna edip dönüştürmek için ise bugün şahitlik ettiğimizden daha büyük bir dalgaya ihtiyacımız var. Nihayetinde bu biraz da güç meselesi. İşçi eylemleri ezilir, eylemlere katılanlar bedel öder ve eylemler kahir ekseriyetle başarısız olursa, insanlar direnişten korkar elbette. Ne Gezi direnişi, ne Metal Fırtına bu çapta bir dönüşüme yol açabildi. Nihayetinde iki dalga da kendine koyduğu hedefler açısından çok başarılı olamadı. Metal Fırtına temel hedefi olan Türk Metal’den kurtulmayı başaramadı. Direnişin öncülüğünü yapan Renault’dan beş yüzü aşkın işçi işten atıldı.
Sorunuzun ikinci kısmına gelecek olursak, ufak bile olsa bir kazanım elde edebilen her işçi direnişi, katılımcılarında olumlu bir iz bırakır elbette. İnsanlar gerçekten de eylemden öğrenir, eylem sayesinde dönüşür, bir düzeyde bir sınıf bilinci kazanır. İşçi sınıfının kitlesel düzeyde bilinçlenmesi için bundan başka bir aracımız, yolumuz yok. Benim kitapta pek çok işçiden duyup alıntıladığım gibi: “Anlatmakla olmuyor, yaşamak lazım!” Sınıf mücadelesi ve aydınlanması öyle bir şey. Ancak naiflik de doğru değil. İnsanlar dönüşüyor ve öyle kalmıyor. Eylem ânında mikrofon uzattığınızda beyninizi patlatacak düzeyde bir berraklık, bilinçlilik ve heyecan içeren şeyler anlatan insanlar, o berraklığı ve heyecanı her zaman koruyamıyor. Bu meseleyi kitapta tartışıyorum. Pek çok insan gerçekten de eylem ânında ciddi bir aydınlanma yaşıyor. Ancak eylemin ardından bu dönüşümler, kapitalist yapıların direnci ve gündelik hayatın ezici rutini karşısında çok da kalıcı olamıyor. O noktada işte örgütlenme önemli. Yani bu deneyimi yaşayan insanların dahil olacağı sendikal ya da politik yapıların olması, bu yapıların üyelerinin halihazırdaki dönüşümünü canlı tutması ve derinleştirip geliştirmesi lazım. Bu noktadaki eksiklerimiz malum.
Kuryeler, kargo çalışanları işçi sınıfı içerisinde yeni bir “kol” gibiler. Özellikle pandemi ile beraber eve siparişlerin artmasıyla büyüyen de bir kol… Ken Loach da 2019 yapımı filmi Sorry We Missed You’da bir kargo şoförünün “ekmek ve haysiyet mücadelesi”ni anlatıyor bir bakıma. Dünya genelinde bu kolda çalışan işçilerin mücadeleleri üzerine ne söylemek istersiniz peki? Çalışma koşulları, örgütlenme biçimleri vs.
Bu tabii çok büyük bir soru. Türkiye kadar hakim olduğum bir alan değil ama bildiklerimi paylaşayım. Birincisi kurye/kargo işçilerini genel olarak taşımacılık işçilerinin bir parçası olduğunu hatırlatmakla başlayalım. Beverly Silver’in 1870-2000 arası işçi eylemleri üzerine yaptığı araştırmada en çok eylem yapılan sektör taşımacılık sektörü çıkıyor. Yani insanların ve metaların hareketini sağlayan bu sektör zaten eylemlere, grevlere, örgütlenmeye meyyal bir sektör. Depolamayla birlikte ele alınarak lojistik adı altında birleştirilen ve metaların taşınmasını üstlenen sektör, “tam zamanında” ilkesiyle hareket eden küresel tedarik zinciri için kilit önemde. Kimi çalışmalar bu kritikliğin sektördeki işçileri güçlendirdiğini ve bu işçilerin kapitalizmi tıkayabilecek bir dargeçitte konumlandığını iddia eder. Mahallemizdeki dönerciden bize ekmek arası döner getiren Yemeksepeti işçisi bu çerçeveye belki pek uymuyor ama, kargo şirketleri kesinlikle bu küresel lojistik ağının önemli aktörleri. TÜMTİS’in örgütlediğini andığımız UPS ve DHL gelir bakımından dünyadaki en büyük birinci ve ikinci lojistik şirketi.
Dünyada son dönemde kargo şirketlerinde belirgin bir eylemlilik ve örgütlenme dikkatimi çekmemiş. TÜMTİS’in yaptığı örgütlenmeler üzerine çalışırken TÜMTİS’in UPS ve DHL örgütlenmelerinin dünya çapında ses getirdiğini, sektördeki en büyük örgütlenme başarılarından biri olduğunu okumuştum. Bu bir yandan TÜMTİS’in başarısının önemini ortaya koyuyor, öte yandan da sektörde büyük bir örgütlenme dalgasının 2010’ların sonu itibarıyla henüz söz konusu olmadığına işaret ediyor. Son birkaç yılda, belki pandemi vesilesiyle bir dalga yaşandıysa ben kaçırmış olabilirim, yanlış olmasın.
Ancak e-ticaret devi Amazon’da bir eylem ve örgütlenme gayreti var. Amazon’un ABD’de kendi kargosunu artık büyük ölçüde kendisinin evlere teslim ettiğini belirtelim. Bizdeki Trendyol gibi. Bu arada kaçıran olduysa Çin’in Amazon’u denilen Alibaba’nın Trendyol’u 2018’de, Alman Delivery Hero’nun da Yemeksepeti’ni 2015’te satın aldığını hatırlatalım. Amazon’un ABD Alabama’daki bir deposunda Amerikan işçi hareketinin önem verdiği bir örgütlenme girişimi oldu, ancak girişim başarısızlıkla sonuçlandı. Öte yandan geçtiğimiz 25 Kasım’da, hani Kara Cuma dedikleri, Amazon’da küresel bir grev örgütleme girişimi oldu. Geniş bir sendikalar koalisyonunun girişimi olarak ilginç bir örnekti. Elbette çok mütevazı düzeyde kaldı, ama belli bir ses de getirdi. Önümüzdeki yıllarda devam edeceğini öngörmek zor değil.
Çin’deki işçi eylemlerini raporlayan China Labour Bulletin’de kurye ve yemek siparişi işçilerinin eylemlerinde artış olduğu belirtiliyor. 2020’de kuryelerin 31 grevi tespit edilmişken bu sayı 2021’de 136’ya çıkmış. Bir de gözüme çarpan, çevrimiçi yemek siparişi şirketlerinin kuryeleri üzerine bir raporda gördüklerimi paylaşayım. Araştırma, internet taraması yoluyla 2017 başından itibaren 3,5 yıl boyunca tüm dünyada bu türden şirketlerde çalışan kuryelerin 527 adet eylemini tespit etmiş. Bunların %20’si Çin’de, %13’ü Büyük Britanya’da olmuş. Eylemleri örgütleyen en baskın özne sendikalardan ziyade işçilerin enformel gruplarıymış. Eylemlerin %40’ı grev, %34’ü gösteri niteliğinde gerçekleşmiş ve en baskın konu (%63) ücret olmuş.
Yine, Türkiye’de bir sürü sol/sosyalist parti ve emekten yana bir çok sendika bulunuyor. Gözlemlediğiniz kadarıyla bu yapıların, işçi direnişleriyle bağı ne derece kuvvetli? Dışarıdan bakınca, uzun zamandır yapılar işçileri değil de, işçiler yapıları görece “hareketlendiriyor” gibi görünüyor.
Ocak ayından günümüze yaşanan bu direnişler arasında işçilerin kendi inisiyatifiyle örgütlenip kendi yağıyla kavrulanlar var. Ancak görebildiğim kadarıyla direnişlerin çoğunu örgütleyen veya işçiler tarafından geliştirilen sürece destek olup ileriye taşıyan sendikalar sol/sosyalist sendikalar. Trendyol grevinde Nakliyat-İş ve Umut-Sen’i gördük. BBC grevini TGS örgütledi. Yemeksepeti’nde Nakliyat-İş ve TÜMTİS’i; Farplas, Aryıldız, Kıraç Metal’de Birleşik Metal’i; çorap sektörüne yayılan grevlerde Deriteks’i; Migros deposundaki grevde DGD-Sen’i görüyoruz. Antep’teki tekstil fabrikalarında eylemlerde (sınıf sendikacılığıyla hiçbir alakası olmayan DİSK Tekstil’in kovduğu) Mehmet Türkmen’in yeni kurmuş olduğu Birtek-Sen’in bir etkisi olduğu kesin. Militanlık seviyeleri ve meşrepleri farklı olsa da bu sendikaların hepsi sol/sosyalist nitelikli sendikalar. Elbette herhangi bir sendikanın ya da sol yapının görünür etkisi olmadan yapılan grevler de söz konusu, Divriği Demir Madenleri, Digitürk, Kızılay, Akkuyu Nükleer Santral İnşaatı ve Hopa Limanı gibi.
Türkiye’de sosyalistler olarak çok eksiğimiz, yanlışımız var. Ama bu şu gerçeği değiştirmiyor: Ülkemizdeki işçi eylemlerinin büyük bir bölümünde sol bir sendikanın, sosyalist bir çevrenin ya da örgütsüz de olsa sosyalist kalmış birkaç işçinin bir öncülüğü, olmadı bir katkısı olur. Benim kitaptaki üç vakadan birinde sosyalist bir partinin üyesi bir grup işçinin, diğer iki vakada ise örgütsüz de olsalar sol/sosyalist görüşlü işçilerin öncülüğü, etkisi belirgindi. Bazı Amerikalı yazarların bu tipteki insanlar için güzel bir kavramı var: militan azınlık. Bir emek tarihçisi olan Montgomery bu kavramı şöyle tanımlıyor: iş arkadaşlarını ve komşularını kaynaştırmaya, onları işçi sınıfının bilinçli ve özverili birer üyesi haline getirmeye uğraşan erkek ve kadınlar. Bazen fraksiyoncu, hizipçi, kimlikçi davransak da nihayetinde tüm sosyalistlerin kalbi, bu tanımda ifade edilen amaca ve duruşa boş değildir.
Öte yandan Metal Fırtına’nın bu anlamda aksi yönde bir örnek olduğu çok konuşuldu. Yani Metal Fırtına’yı yaratan işçiler içinde sosyalistlerin etkisi vardıysa da dışarıdan bakıldığında bunu görmek pek de mümkün değildi ve işçiler desteğe gelen sosyalistlere gerçekten de pek sıcak davranmadılar. Bunu da aksi yönde büyük bir örnek olarak anmak lazım. Ancak bunun da bir tarihi, sebebi var. MESS ve Türk Metal bu fabrikalara giren işçileri on yıllardır çok sıkı bir elemeye tabi tutuyor, aykırı sesleri hemen ayıklıyor. Yani bu fabrikaların sosyolojisi de doğal, kendiliğinden oluşmuş bir şey değil.
İşçi sınıfına mesafeli durmak, Türkiye sosyalistlerinin en temel sorunlarından biri değil gibime geliyor artık. Tabii ki bu eleştiriyi hak eden yapılar var ama sayıları veya etkileri azaldı sanki. Bana rekabetçilik/fraksiyonculuk daha büyük bir sorun gibi geliyor. Temel görevi işçi sınıfının birliğini sağlamak olan bir hareketin farklı yapılarının hareketi bölmek gibi bir sonuç üretmesi gayretleri verimsizleştiriyor. Onca çabaya, yıllarca ortaya konan militanlığa rağmen örgütlerimizin büyümemesinin, Türkiye emek hareketinin ve sosyalist hareketinin hayatta kalma seviyesinin üzerine bir türlü çıkamayışının yorgunluğunu, hayal kırıklığını birbirimizden çıkarmasak keşke. Bazılarımızın daha fazla payı vardır belki ama hepimiz bu durumdan biraz sorumluyuz işte. Şili örneğine bakınca insan biraz utanıyor. Bu işi haklı çıkmak, diğer sol yapılara had bildirmek için yapmıyoruz diye biliyorum. Eşitliğin ve özgürlüğün birlikte ve el ele yaşanacağı sınıfsız bir dünya kurmak için yapıyoruz. Bu ortak hedefimize odaklansak bence biraz daha fazla, kalıcı ve tutarlı işbirliklerine gidebiliriz. AKP sonrası Türkiye’ye sanırım sonunda yaklaşıyoruz. Yaşanacak çok mütevazı bir demokratikleşmenin emek hareketini ciddi şekilde canlandıracağına şüphem yok. Türkiye emek hareketi ve sosyalist hareketine bir eşik atlatma fırsatı önümüzde duruyor. Bence bu işi becerebiliriz.