Erdoğan’ın Suriyesi?
Cihan Tuğal’in newleftreview.org için yazdığı Suriye’deki gelişmelere dair değerlendirmesini Gazete Duvar’dan iktibas ederek ilginize sunuyoruz…
Türkiye’deki hükümet yanlısı çevreler, yalnızca İslamcı bir koalisyon nefret ettikleri diktatörü devirdiği için değil, aynı zamanda tüm operasyonu kendi başkanlarının organize ettiğine inandıkları için sevinçten havalara uçuyor. Arap Baharı’nın ilk günlerinde AKP’nin yaptığı hesap, bu ayaklanmaların muhafazakar dini değerler, demokratik hükümet yapısı ve neoliberal yönetim anlayışını birleştiren bir ‘Türk modelini’ benimseyecek birkaç hükümet üreteceği yönündeydi. Suriye’deki İslamcılar, bu modele uygun bir profil sergiliyorlardı. Ancak Esad’ın sivil itaatsizlik eylemlerine yönelik şiddetli baskısı, bu tür bir dönüşümün mümkün olamayacağını ortaya koydu ve Türkiye, isyancı milis gruplarını silahlandırmaya başlayarak çatışmayı militarize etme ve mezhepleştirme yarışında Batılı güçler, Rusya ve İran’a katıldı. Bu durum, ülkenin fiili olarak Şii, Sünni ve Kürt bölgelerine ayrılmasıyla sonuçlandı. En az dört milyon Suriyeli Türkiye’ye göç etti, bu da burada göçmen karşıtı bir atmosferi körükledi. İslamcıların liderliğindeki güçler geçen hafta Şam’ı ele geçirene kadar, bu çıkmazın sonu gelmeyecek gibi görünüyordu.
O günden itibaren İslamcı gazeteler, Erdoğan’ı “Suriye Devrimi”nin komutanı, “Suriye’nin Fatihi” ve “21. Yüzyılın En Büyük Devrimcisi” olarak alkışladı. Türk sağında, hükümetin Suriye politikasını mülteci krizinden sorumlu tutanlar olsa da, şimdi Erdoğancılar kendilerini haklı hissediyorlar. Esad’ın devrilmesiyle birlikte, hem gücün iktidardaki AKP etrafında yeniden birleşmesini hem de bölge genelinde Türk nüfuzunun büyük ölçüde artmasını bekliyorlar – pek çok kişi, Batı’nın bölgedeki kontrolünün fiilen sona erdiğini ilan ediyor.
Muhalefet ise aksine Esad’ın düşüşünü, Erdoğan ve cihatçıların piyon olduğu bir Amerikan oyununun sonucu olarak görüyor. Erdoğancılar, Türkiye’nin etkisi altında demokratik ve İslamcı bir Suriye beklentisi içindeyken, Kemalistler ve diğer merkezciler, daha sonra Erdoğan’a mal edecekleri Suriye’nin hukuken bölünmesinden ve bir Kürt devletinin kurulmasınden endişe ediyor. Geçtiğimiz hafta boyunca her iki taraf da kendi bakış açılarını destekleyen kanıtları şişirip karşıt olanları bastırmaya çalıştı. Ancak asıl manzara çok daha karmaşık. Suriye’de kimlerin söz sahibi olduğuna dair hâlâ büyük bir belirsizlik var ve en kritik bilgilerin gün yüzüne çıkması yıllar alabilir. Bu nedenle bu yazı, Türkiye’nin olaylardaki rolüne dair bir taslak olarak kabul edilmelidir ve yeni detaylar ortaya çıktıkça değişebilir. Ancak şu anda kesin olan bir şey var: Güç dengesi Erdoğan’ın lehine değişmiş olsa da, Erdoğancıların bölgenin Türk imparatorluğu biçiminde yeniden yapılandırılması hayallerinin temelsiz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Türkiye, kuzey Suriye’deki birkaç silahlı grubu, Suriye Milli Ordusu (SMO, eski adıyla Özgür Suriye Ordusu) adı altında örgütlemiş durumda. Türkiye, SMO’nun ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) ortadan kaldırarak Suriyeli Kürtleri, Şam’daki İslamcı hükümete tabi kılmasını umuyor. Erdoğancılar ayrıca, SMO yetkililerinin Esad sonrası kabinede yer almasını istiyor. Ancak Türkiye’nin, Şam’a ilerleyişe liderlik eden Heyet Tahrir Şam (HTŞ) üzerindeki etkisi sınırlı. Aralık ayının ilk günlerinde Türkiye, Esad’ı devirmekten ziyade çatışmaları sonlandırma hedefiyle Rusya ve İran’la görüşmeler yapıyordu. Kasım ortasında ise Erdoğan, Esad’ın geçiş hükümetinde yer alması için çağrıda bulunmuştu. Bu durumda, operasyonun beyni olmaktan çok uzak olan Erdoğan, HTŞ harekete geçtikten sonra yeşil ışık yakmak zorunda kalmış gibi görünüyor. SMO saldırıya katıldı ancak liderliği üstlenmedi. Ayrıca, HTŞ ile SMO arasında çatlaklar olduğu ve bazı SMO mensuplarının Kürt sivillere yönelik kötü muamele nedeniyle tutuklandığı bildiriliyor.
Bütün bunlar, HTŞ’nin gerçekte neyi temsil ettiği sorusunu gündeme getiriyor. IŞİD ve El Nusra kökenli olan ve Washington’ın terör örgütleri listesinde yer alan bu grup, Batı için pek de sempatik bir figür gibi görünmüyor. Ancak ABD ve AB, grubun Şam’ı ele geçirmesinin ardında nispeten iyimser açıklamalar yaptı ve bu durum, ‘Direniş Ekseni’ni daha da sarsarak İran’ın bölgedeki rolünü zayıflattı. Türkiye’de ise HTŞ hakkındaki görüşler bölünmüş durumda. Muhalefet, HTŞ’nin ABD ve İsrail tarafından yaratıldığını savunurken, Erdoğancılar Türkiye’nin son yıllarda bu grubu silahlandırıp eğittiğini iddia ediyor. Bir başka söylenti ise HTŞ’nin İngiltere istihbaratı tarafından eğitildiği yönünde. Bazı uzmanlar, Şam’a yönelik saldırının Batı istihbarat servislerinin müdahalesi olmadan başarılı olamayacağını öne sürerken, diğerleri, bu istihbarat servislerinin HTŞ tarafından saf dışı bırakıldığını savunuyor. Demokratik Birlik Partisi (PYD) liderleri Salih Müslim ise, HTŞ’yi “Suriye’nin bir parçası” olarak tanımlayıp, Kürtlerin bir arada var olmak istediklerini belirtiyor.
Şu aşamada hangi anlatının daha tutarlı olduğunu söylemek zor. Ancak, İslamcıların bölge halkları arasında sempati kazandığı gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bazıları, onları statükoya karşı tek etkili muhalefet olarak görüyor. Birçok solcu, Hamas söz konusu olduğunda bunu kabul etmeye hazır; gerçekten de Hamas’ın anti-emperyalist kimliğini abartma eğilimi var (oysa kökenleri tam tersi yöndedir) ve diğer İslamcı grupların halk üzerindeki etkisi genellikle küçümseniyor. HTŞ’nin kimler tarafından desteklendiği net olmasa da, bu grup uzun vadeli bir eğilime işaret ediyor: Cihatçı örgütlerin ana akımlaşması ve kısmen ehlileşmesi, kurumlara sızması veya onları ele geçirmesi ve popülerleşmesi. Bu üç dinamik birbirini zaman zaman zayıflatıyor olsa da, Suriye’deki son gelişme, bunların HTŞ formunda birleştiğini gösteriyor.
Başka bir deyişle, olayların nasıl geliştiğinden bağımsız olarak bölgesel düzeyde İslamcılığın -daha spesifik olarak, cihatçı eğilimlerin- güç kazandığı tartışmasız bir gerçek. Türk muhalefeti, solcu hareketler dahil, bunun Amerikan dostu bir İslamcılık olduğunu ısrarla savunuyor. Ancak, Erdoğancılığın kendisinin yıllar içindeki dalgalanmaları, bu şekilde ateşle oynadığında Batı için riskler olduğunu gösteriyor. AKP, başlangıçta Amerikancı İslamın numunesi olarak görülüyordu: Bireysel özgürlükleri, aile değerlerini ve dini muhafazakarlığı serbest piyasa ile birleştiriyor ve Orta Doğu’nun Batı yanlısı olarak yeniden yapılanmasına katkı sağlıyordu. Ancak yıllar geçtikçe, zaman zaman Amerikan etkisi zararına olacak şekilde, büyük bölgesel hırslara sahip bir parti-devlet kalkınma modelinin hizmetinde piyasaları, aileyi ve dini hakimiyeti altına alırken bireysel özgürlükleri giderek daha fazla kısıtladı.
Esad’ın devrilmesinden bu yana İsrail, Suriye’de yüzlerce hava saldırısı gerçekleştirdi ve Netanyahu, Golan Tepeleri’ni kalıcı olarak İsrail toprağı haline getirmeyi amaçladığını belirtiyor. Başarılı olsun ya da olmasın, kuzeydeki rakibinin askeri kapasitelerini yok etmesi göz önüne alındığında, İsrail bölge üzerinde daha fazla nüfuza sahip olmaya hazır – bu da HTŞ’nin zaferinin Batı’nın gücüne darbe veya ‘İsrail yayılmacılığının sonu’ anlamına geldiği yönündeki Erdoğancı varsayımları çürütüyor. Ancak, eğer kastettiğimiz şey kaba kuvvete dayalı bir egemenlikten ziyade güç ve rızanın etkin bir birleşimi ise, ABD-İsrail hegemonyasının mutlak olarak güçleneceğini söylemek de yanıltıcı olur. Bu kaotik gelişmelerden gerçek bir baskın gücün ortaya çıkması şüpheli görünüyor. Ayrıca, özgür, demokratik bir devletin ya da kesin bir bölünmenin ortaya çıkması da olası değil. Önümüzdeki yıllar için en olası senaryo, artan İslamcı ve Erdoğancı askeri güç, diplomatik liderlik ve ticari genişlemeyle birlikte sürüncemeli ama belki de nispeten sınırlı bir çatışma olacaktır. Bu sonuç yine de Türkiye için bir kazanç niteliğinde olacak, ancak mevcut Erdoğancı hayallere kıyasla yetersiz kalacaktır.
Türk emperyalizmi için en büyük tehlike, Kürt güçlerinin giderek daha fazla resmileşmesi olacaktır. Kalıcı barş, Batılı devletlerce resmen tanınan Suriyeli Kürtlerin özerklik ya da bağımsızlık kazanmasını kapsayacaktır. Kürtler içinse bu resmileşmenin sonuçları belirsiz olacaktır. Artık küresel solun kahramanları olmayacaklar, ancak izolasyonlarından kurtulacaklar ve çürüyen uluslararası devlet sisteminin ‘normal’ bir parçası haline gelecekler. Türkiye’deki Kürtler ise kendi kaderlerine terk edilecek, ancak güneylerindeki bu normalleşme süreciyle cesaret bulacaklar. AKP (neo-faşist ortağı MHP ile birlikte) HTŞ’nin Halep operasyonundan önce, hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan ile temasa geçmişti; birçok yorumcu bunu Türkiye’nin Esad karşıtı operasyon hakkında önceden bilgi sahibi olduğunun bir kanıtı olarak değerlendiriyor. Ancak hükümetin bu açılımını, yasal Kürt partisinin ve seçilmiş belediye başkanlarının sert bir şekilde bastırılması takip etti. Bu da, Öcalan ile yapılacak olası bir anlaşmanın hükümetin şartlarına göre sağlanacağına ve hareketin bütünü için büyük kayıplar içerdiğine işaret ediyor.
Şu an için, Körfez monarşileri kenarda duruyor. Esad’ın rehabilitasyonu ve nihayetinde Suriye’nin Arap Birliğ’ne kabul edilmesi yönündeki son girişimleri başarısız oldu. Ancak bir süre sonra onlar da bu güç oyununa dahil olacaklar ve bu durum, Türkiye ya da ABD gibi herhangi bir aktörün tek başına salt bir liderlik kurma çabasını daha da karmaşıklaştıracak. Şimdiye kadar sessiz kalan Çin de en azından yumuşak bir güç olarak mücadeleye katılabilir. Daha fazla ülke, bölgeyi kendilerine göre şekillendirmek için nüfuz kazanmak uğruna yarışırken, Türkiye, maksimalist hırslarının buharlaştığını görecek.
Aynı zamanda, ortaya çıkan emperyalist rekabetin ekonomik bir boyutu da var. Suriye, birçok ülkenin vekalet savaşlarıyla harap olmuş durumda; bu savaşlar sadece yarım milyon insanın hayatını kaybetmesine ve on milyonlarca insanın yerinden olmasına neden olmakla kalmadı, aynı zamanda ülkenin altyapısını ve ekonomisini de tahrip ett. Şimdi, yatırım potansiyeli -yani yıkıntılardan yeniden yapılanma- dünya çapındaki girişimcilerin iştahını kabartmış durumda. 2018’de Türkiye bir askeri operasyonda 56 askerini kaybettiğinde, Erdoğan’ın baş danışmanlarından biri, “Şehit veriyoruz, ancak Türk müteahhitler pastadan daha büyük bir pay alacak” demişti. Piyasalar da buna katılıyor gibi görünüyor; inşaatla ilgili işletmelerin hisseleri son birkaç günde keskin bir şekilde yükseldi.
Ancak, özellikle ülkenin kuzeyinde ve güneyindeki askeri çatışmaların belirsiz seyri göz önüne alındığında, bu tür altyapı yatırımlarının gerçekten işe yarayıp yaramayacağı belirsiz. ABD ve müttefikleri bölgesel düşmanlarının çoğunu yok etmiş olsa da fonksiyonel ve uzun vadeli bir düzen kurma konusunda başarısız oldular. Esad’ın düşüşü farklı olacak mı? Bunu zaman gösterecek. Ancak şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, Amerikan liberal emperyalizminin başarısız olduğu yerde, Türk-İslami emperyalizminin başarılı olması pek olası görünmüyor.