Pınar Öğünç – Emniyet-Sen’in Gözünden 1 Mayıs
Son derece ürkütücü bir ideolojik eğitim ve sosyalizasyonun tornasından geçseler, ciddi mesleki deformasyonlara uğrasalar da polislerin ekserisi halk çocuğudur. Onlar da her halk çocuğu gibi fazla bir şeyin değil, ekmeğinin peşindedir. Çarşamba günü üzerimize saldıranlar, kalkanlarıyla bizi ezenler, on santimetreden yüzümüze biber gazını boca edenler dahil. Yaradana değil, kullarının emirlerine tabi olmak zordur. Hem de çok. Bir kez daha haykırıyoruz: Tüm emekçilere olduğu gibi, polislere de sendika hakkı! İnsanları kula kul eden bu düzene yazıklar olsun! Pınar Öğünç’ün bu meseleye değinen son derece dakik yazısını paylaşıyoruz.
PINAR ÖĞÜNÇ
Türkiye’nin ilk polis sendikasını kurdukları için meslekten ihraç edilen yedi kişiden biri olan Ömer Osman Ceyhan, samimiyetle anlatıyor.
Tesadüf işte, aradığımda silahını, kimliğini teslim etmeye gidiyordu. Çünkü meslekten ihraç edilmişti. Altı ay önce emniyet mensuplarının sendikası Emniyet-Sen’i kuranlardan biriydi. Emniyet Genel Müdürlüğü, yedi kurucu hakkında Disiplin Tüzüğü’nün iki maddesi uyarınca ihraç kararı vermişti. İfadeleri bile alınmadı.
Emniyet-Sen’in İstanbul teşkilatından Ömer Osman Ceyhan’a 1 Mayıs’ta nerede olduğunu sordum önce. Alandalarmış; iki saikle. Bir, görevli polislerin mesai saatleri, çalışma koşullarıyla ilgili raporlamalar yapmışlar. İki, yaralananları ziyaret etmişler.
Emniyet-Sen için 1 Mayıs’ın anlamını merak ettim, bir de Taksim’i. Taksim’den başladı: “Orası bizim için de önemlidir. Çünkü 1977’de hayatını kaybedenlerden biri, bir polis arkadaşımızdır. Onun ismi anılmaz, hatta gizlenir” dedi. ‘Emekçinin bayramı’ndan devam etti: “İnşaattan kaynaklı sorun olmasaydı, Taksim’e çıkılabilseydi, gider çelengimizi koyardık, açıklamamızı yapardık, güzel de olurdu. 1 Mayıs işçilerin, emekçilerin günüdür. Biz vatandaşımızın karşısında değil yanındayız. Bayram havasında geçmesini isterdik. İstenmeyen olaylar yaşandı. Vatandaşımızda polise karşı ciddi bir antipati oluştu. Bunu biz istemeyiz.”
‘Bu antipatiyi körüklüyor’
Karşımda 1 Mayıs’ta yaşananlara hem içeriden hem dışarıdan bakabilen bir polis var. Bir kez o da bu tamlamayı kullandığı için açıkça sordum: “Marjinal nedir, oradaki herkes mi marjinal polis için?” Kelimelerini seçiyordu ama o da açıkça yanıtladı:
“Şimdi özellikle Beşiktaş’ta çeşitli sivil toplum üyeleri, parti mensupları vardı, biliyoruz. Orada aslında böyle bir şiddet kullanılmaması gerekirdi. Bir anda fitil ateşlenir gibi patlak verdi. Akabinde diğer bölgelerde müdahale başladı.”
Daha önce toplumsal olaylara bolca şahit olduğumuzu ama ‘düşmanca’ denebilecek bir tavır görmediğimizi söyledim. Özellikle ‘savaş stratejisi’ni kullandım. Örneğin Şişli’de bazı grupların özellikle bir yere toplanıp etraflarına demir parmaklık çekildikten sonra gazlandıklarını, Beşiktaş’ta bir saatten sonra polisin çekilerek kalan tüm grupların toplanmasına izin verdiğini, 10 dakika sonra da su ve gazla müdahale ettiğini anlattım. Karşınızdakinin, ‘düşmanın’ başka türlü düşünmesini sağlayacak hamleler yapmak ve gafil avlamayı planlamak savaş stratejisidir. Caydırmak değil, zarar vermek amaç gibi değil miydi? Ömer Bey derin bir nefes aldı:
“Bir meslek mensubu olarak bu gibi olaylara gerek olmadığını düşünüyorum. ‘Vatandaşın yanındayız’ derken böyle şeylerin yaşanması istenmeyen durumları doğurdu. Görüştüğümüz arkadaşlardan şöyle şeyler de duyduk. Bir grubun dağıtılması için emir geliyor ama emir veren ortada yok. Bir yönetim zafiyeti de söz konusuydu. Karşı grup amaçları dışında eyleme başladıysa dağıtmak için emir verilebilir. Ama ben şunu soruyorum: Hiçbir sebep yokken sadece grubun dağılması için gaz, su sıkılması doğru mu? Orada olmadığımız için kesin konuşamayız ama yönetimde zafiyet yaşanmış olabilir. Böyle olaylar halkın polise antipatisini körüklüyor”.
Söz ettiğim Beşiktaş’taki son ‘tuzağın’, gazetecilerin kulağına gelen şöyle bir arka planı var: Düzenleme komitesinden temsilciler alandaki yetkiliyle görüşüp son bir açıklama yaparak kendileri dağılmak istediğini söylüyor. Kabul ediliyor, polis geri çekiliyor, binlerce insan toplanıyor. O yılgınlığın üzerine gerçekten coşkuyla marşların, şarkıların yükseldiği bir an. Fakat helikopterle gezen valinin bu toplaşmadan mutlu olmayıp anında dağıtılması talimatı verildiği söyleniyor. Anlaşma bozuluyor, birden çok yoğun su ve gaz başlıyor. Öyle bir izdihamdı ki yaşanan…
‘Şahıs ve zümrelerin polisi olmayacağız’
Lafı dolandırmamak gerekiyor: Polis karşısındakinden nefret mi ediyor? “Neticede biz de insanız. Merhamet duygumuzun olması gerekir. Ama tek taraflı bakmamak da gerekir. Sabahın 4’ünde, 5’inde görev almış ve iki gündür çok yoğun biçimde çalışmış bir memurun psikolojisi nasıl olur?”
“Hep halkın polise antipatisinden, anlayışsızlığından söz ediyorsunuz. Siz haklarınız için örgütlenince de ihraç edilmişsiniz. Devlet polisini hakikaten seviyor mu? Siz kırgın değil misiniz” diye soruyorum. Bir soluk daha alıyor: “Kırgınlık olmaz mı? 168 yıldır faaliyet gösteren bir teşkilatın polisi olarak düşünmemiz gerekir, bize ne oldu, koşullarımız düzelsin diye ne yapıldı, bunun için uğraşanların başına ne geldi? Bakın, polisin önce istediği para değildir. İlgi, alaka ister polis. Halktan da devletten de hükümetten de bunu ister. Polis kullanılıp atılmak istemez. Ben 18 yıldır teşkilatta bir insanım. Hep yoğun tempoda çalıştık. Haksız ve keyfi muameleler hep vardı. Vatandaştan uzak tutulduk, vatandaşın polisi olamadık. Bundan sonra amacımız budur; şahıs ve zümrelerin polisi olmayacağız.”
Peki bunun önündeki engel ne? Lafını sakınmıyor Ceyhan: “Engel, müdür, amir hegemonyasının had safhada olmasıdır; insan yerine konmamamızdır. Bizim 1 Mayıs Meydanı’ndaki çok insanla talebimiz aynı. Sosyal hakları olan, ailesine zaman ayırabilen, huzurlu çalışabilen polisler istiyoruz. Dünyada sendika kurduğu için memuriyetten atılan polisler olarak ilkiz. Bu ayrıca Türkiye’nin de ilk polis sendikası. 12 Eylül öncesindeki Pol-Der, Pol-Bir dernekti, siyasi kuruluşlardı. Zaten o dönem mahallede, eğitim kurumlarında, her yerde siyaset vardı. Biz hiçbir siyasi partinin, derneğin, oluşumun ne arka bahçesi, ne ön bahçesi olmak istiyoruz.”
Ömer Osman Ceyhan’ın artık tüm mesaisi sendika. Hukuksuz ihraçları için yargı yoluyla haklarını arayacaklar bir de. Her gün ihbar ve şikâyet mektupları aldıklarını anlatıyor. Üye sayıları 10 bine yaklaşmış. Üyelere ‘kısmen’ baskı uygulandığını söylüyor. Bir de yanlış hesaptan söz ediyor: “Her şeye rağmen sendikayı destekleyen amirlerimiz, müdürlerimiz de var. Emniyet Teşkilatı’nın yüzde 90’ı sendikayı istiyor. Bizim ihraç edilmemizin nedeni üyeleri ya da olmak isteyenleri korkutmaktı. Üye azalırsa sendika kapanır gibi bir düşünce vardı. Fakat bu ters tepti, son üç günde 700’e yakın yeni başvuru var.”
Az içeriden, az dışarıdan manzara bu.
Kaynak: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/pinar_ogunc/emniyet_senin_gozunden_1_mayis-1132004
polislerin “halk çocuğu” olduğuna pek kani olmasam da, ciddi emek istismarına maruz kaldıkları bir gerçek. yasa adına eline silah alan, şiddet aygını tekeline alan, işkence yapan, öldüren insanlar. belki de ulrikenin dediği gibi başka türlü çağırmalı onları. sendikalaşsalar, emeklerinin hakkını arasalar, insanlaşırlar mı emin değiliz. ama yine de onlara duyduğumuz öfke, adil davranmamıza engel değil. emeklerinin hakkını alsınlar, biz başka türlü hesaplaşırız.
“Soyutlamalar, yaşayan insanların yerini aldığında, hegemonyanın araçlarına dönüşebilir; hem de soyutlama yapanların iyi niyetinden ya da kurtuluş ülküsüne duydukları sempatiden bağımsız olarak.” (Arif Dirlik)
Mustafa reis “polisler” diye bir şey yok. “Enteller”, “politikacılar” “işçiler” ya da “öğrenciler” diye bir şeyin olmadığı gibi. Çeviği var, trafiği var; asayişi var, cinayeti var. Üstü var astı var. Astın da astı, üstün de üstü var. Nurcusu var, ülkücüsü var; futbolcusu var, demokratı var. Alisi var Velisi var. Arkadaşımın sevgilisi Muhammet var, çok has bir adam. Oradan oraya sürüp duruyorlar. İkitelli’den öğretmenlik okuyup da kadro bulamayınca polis olan Adnan var. Benim uzak akraba, babası polis okuluna verdi diye polis olan Nusret var. “Tamamen hayal ürünü” olsa da hayali cihana bedel Behzat amirim var. Yani senin dediğin gibi polisler var olmasına var, sayıları da hiç az değil, ama olmayanları zorla kendimize düşman bellemeye, düşman etmeye gerek yok. Bu zaten sistemin sahiplerinin istediği şey. Bizi geçen tartaklayan iki saat burun buruna olduğumuz gençlerin çoğu hallerinden hiç de memnun gibi gelmediler bana. Velhasıl zulüm ile abad olanların hadlerini bildirmek için elimizden geleni ardımıza koymayalım, ama yaş-kuru ve yapı-özne diyalektiğini ıskalayıp faturayı yanlış adreslere de kesmeyelim. Biz kapıyı sonuna kadar açık tutalım, burası Halil İbrahim sofrası.
Başkan güzel demişin de madem bunun farkındasın; niye biz bazen halk diye bir şey varmış gibi konuşuyoruz ya da davranıyoruz. Yani şunu söyleyen bir insanın hem halkçılık söyleminin hem de onun benzer bir üretimi olan popülizm söyleminin karşısında olması gerekmez mi; halk, toplum gibi muhayyel kavramlar üzerinden siyaset yapmaya çalışmak çok sakat; halk Trabzon’da 5 tayatlıyı linç etmeye çalışan 5000 insan, halk televizyondaki görüntüleri izlerken polis şiddetine maruz kalmış insanlara tekrardan küfreden insan… Sosyal bilimlerde de everything is social cümlesiyle artık dalga geçiliyor. Neyse böyle işte:)
abi eyvallah. fii tarihinde bir konuşmuştuk halkçılığı da notları atılmamıştı, bak buradan filiz başkana taş atayım. halk diye bir şey yok zaten, halk diye bir şey olduğu için halkçı değilim ben mesela, konuşmuştuk bunu. bir grup insanı, oldukça büyük bir çoğunluğu “halklaştıran”, “ayaklaştıran” (ayak-baş muhabbeti) ekonomik ve kültürel sermayeden yoksunlaştıran, “orada bir köy var çok uzakta” mertebesine indiren, bir iktisadi düzen ve onun kültürel hegemonyası var. öyle bir düzenek ki hem milletin önemli bir bölümünü cahil ve yoksul bırakıyor, sonra da siz cahilsiniz, beceriksizsiniz o yüzden yoksulsunuz diyor. bu spesifik ve hegemonik söyleme karşı uyanık olmak, bu söylemin etkisi altında kalmamak için “halkçı” ya da daha iyi bir isim bulunabilirse o olmalıyız bence. çünkü sisteme karşı olanlar da bu hegemonik söylemden çokça etkilenebiliyorlar. solcuysa, kendisini en doğru sınıf bilincini kuşanmış entellektüel, işçi sınıfını da bilinç götürülecek bir tabula rasa olarak görebiliyor. islamcıysa, kendisini islamı en doğru şekilde kavramış alim, avamı da bu islamla aydınlatılacak cahil ve gelenekçi bir yığın olarak görebiliyor. Bu yaklaşımlar süreci de, verilecek hayrı da daha başlamadan bitiriyor. Sonrası ya patinaj ya da adaletin değil o spesifik grubun/görüşün iktidara yürüyüşünün hikayesi oluyor. halkçılık bu anlamda bir düstür. iktisadi, kültürel, siyasal sermayenin/iktidarın mümkün mertebe dağıtılması, yayılması; adalete, doğruya, hakka doğru giderken, bu kritik ilke es geçilmeden, beraberce, istişareyle, herkesin sürecin bir yerine yapacağı çok özgün ve kıymetli bir katkısının olacağı görgüsüyle yapılması. Kurtuluş yolunda ilerlerken bireysel, grupsal her türlü çıkardan (ille maddi değil, kültürel ve sembolik), kibirden, sembolik mevkiden, dışa biraz olsun kapalı bir cemaatçilikten zinhar uzak olunması. uzattım ama konu önemli diye. velhasıl halkçılık bir yöntemin adı, yoksa halk güzellemesinin değil. ha ama “halk” bunca küçümseniyor, hor görülüyorken, övülürken bile bıyık altından veya kapalı kapılar ardında makarası yapılıyorken taktiksel olarak arada “halk” güzellemesi yapılabilir ki bunca yamulan çubuk ortada bir yere gelebilsin. şunu diyebiliriz ve demeliyiz bence: “hayır, halk -en az seçkinler kadar- yer yüzünde iyiyi, güzeli, ahlakı temsil eden her ne varsa onun inşasında pay sahibidir. cahilin, bencilin, ahlaksızın, şerefsizin halk arasındaki oranı, bu tiplerin elitler arasındaki oranından daha çok değildir, daha az bile olması da muhtemeldir. zenginliğin yozlaştırıcılığı, yoksulluğun yozlaştırıcılığından çoğu zaman daha pis olur. “bizim taraf” epey daha kalabalık olduğu için oranlar aynı olsa da, çürüklerimiz daha çok görünüyor. elitlerin tepe tepe kullandıkları mevzu, hile bu. aga hakkını helal et, bu mevzuda bişi karalasam diyordum zaten, vesile oldu, allah razı olsun. inşallah buradan tartışırız da hem yanlışlarımı, muhtemel taşkınlıklarımı düzeltirim, hem de mevzuyu farklı yönlerden irdeleriz.
alp polisin “polisler” oluşu, buradaki tüm tekillikler, öznellikler “kula kulluğu”, emre itaati, silah kullanmayı, adam öldürmeyi meşru kılmıyor. polislerin tek tek özneler oluşu, aygıtı olmayı kabul ettikleri sisteme dahil oluşlarını, onun bir uzantısı olarak şiddet yoluyla yasayı uygulamaya koyulmalarını makul kılmaz, bilakis buradaki failiyetlerini tartışmaya açar. “polisler” insan iseler, fiillerinin hesabını vermek bu gayrı-ahlaki varoluşu bize açıklamakla mükellefler.
dediklerine eyvallah, zaten nasıl karşı olunabilir ki. benim vurgum, senden farkım şu: yoksul ya da dar gelirli halk çocuklarının polisleşme hikayeleri, ihtimalleri sanki senin öngördüğünden, ima ettiğinden biraz daha farklı oluyor. bir kaç somut hikaye bildiğim, epey fazla sayıda da bu tip arkadaştan “acaba polisliğe başvursam mı?” lafzını işittiğim için biraz farklı görünüyor bana. yani bizim gibi orta sınıftan çocukların, gençlerin bir noktada anlayamayacakları kadar yakın ve eldeki alternatiflere göre güzel ya da ehveni şer görünen bir ihtimal polislik. yıllarca kpss sınavına hazırlanıp, giremeyen bir sürü insanın kafayı yediği bir memlekette yaşıyoruz. ve iptidai gözlemlerimden hareketle bana öyle geliyor ki polis olanların epey büyük bir çoğunluğu da isteyerek polis olmuyor. keşke bir araştırma yapılsa. bugün polis olanlara sorsak böyle çıkmaz, ama misal polislik sınavına girmek üzere olan gençlere sınav öncesinde sorulsa bana sonuç böyle çıkarmış gibi geliyor. velhasıl bu tarihsellikten ve sınıfsal arkaplandan bakınca biraz nüanslı bakmak gerek gibime geliyor. insanların yaptıkları tercihleri toplumun onlara sunduğu alternatif imkanları gözönünde bulundurarak yargılayalım diyorum, hepsi bu. yoksa kimseden hesap sormayalım, üzerine bir bardak soğuk su içelim demiyorum tabii ki. daha karmaşık husus da şu: yıllar önce nevzat çelik öküzdeki bir röportajında diyordu, bir reklamcının bir öğretmenden daha günahkar olduğunu düşünmüyorum diye. o tabii günahkar demiyor da onun gibi bir şey işte. “profesyonel” yaşamımızda hepimiz sisteme biraz su taşıyoruz zaten. sanki önemli olan o işi nasıl yaptığımız ve “boş zaman” faaliyetleri:)
Yorumlarınızı okuyan bir polis olarak. Sendikacı bir polis olarak yorum yapıyorum. Bizler insanız. İnsan olduğumuz kadar polisiz. Polis olduğumuz kadar insanız.
Keşke sizlere çevikçi arkadaşların o sitemlerini gösterebilme şansım olsa… Keşke sizlere istemediği halde polis olan arkadaşlarımı gösterebilsem… Mesleksizliği ve artık ailesine olan sorumlulukları gereği polis olanların sayısı ve hatta polis olupta bu meslekten bir an önce başka bir yolunu bulup ayrılmak isteyenlerin sayısı teşkilatın yarısından fazla…
Ben ve arkadaşlarım da dahil olmak üzere kimseye kötü muamele yapmak istemiyoruz. Kimseye sesimizi yükseltmek ya da gaz sıkmakta istemiyoruz. Fakat öyle anlar oluyor ki uzun mu uzun mesailerin getirdiği agresiflik, gördüğümüz amir-müdür baskısı, mobbing, sürgün… İnanın çekilmez bir hal alıyor ve bu doğrudan vatandaşı etkiliyor. Kendisi ve kafası rahat olmayan meslektaşım, agresifliğini gerginliğini vatandaştan çıkarıyor. Bu insanın doğasında olan bir durum. Keşke olmasa. Eğer istanbul’da yaşayan arkadaşlar varsa Emniyet-Sen İstanbul ofisimize gelip bizimle tanışabilir. Konuşabilir. Bizlerin nasıl insanlar olduğunu gösterebiliriz.
Bizler sizin üniversiteden sınıf arkadaşınız yada lisede selam verdiğiniz, aynı mahallede büyüdüğünüz ya da bir akrabanızın çocuğuyuz. Sizlerden farkımız yok. Lütfen unutmayın. Selametle.
eyvallah kardeş yeriniz şirinevlerdeymiş, haberleşir, geliriz bir gün illa ki. selametle
Mutlaka bekliyoruz.