Lütfi Bergen – Emek, Adalet ve Mesleğin Teolojisi
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve yeni başbakan tartışmaları süredursun, daha kalıcı sorunlarımızın izini sürmeye devam ediyoruz. Lütfi Bergen çoğu zaman bizden ayrı bir ray hattından emek meselesine bakıyor görünse de her zaman mühim soruları sorup tartışmaya açmasıyla kıymetli geliyor bize. Aşağıdaki yazı da bunlardan biri:
LÜTFİ BERGEN
Kim çoban olacak?
İşçi sınıfı çok katmanlılaştırarak emek içi eşitsizliğe maruz bırakılıyor. 1960’lardan sonra Fordist modelin çok sayıda işçiyi birarada üretim bandında tutmasının sakıncaları farkedilmiş ve üretimin küçük parçalara ayrılarak taşeron firmalara devri konusu gündeme gelmişti. İşçilerin sermaye karşısında sendika birlikleri kurarak daha güçlü çıkışını engellemeye yönelen üretim biçimi hem emeğin toplu pazarlık gücünü kırmayı hedeflemiş ve hem de yeni emekçi tipleri / iş biçimleri ile emeğin birbirine yabancılaşmasını sağlamaya yönelmiştir. Ayrıca bu süreç mekânın politize varlığını gözden ırak tutmayı da mümkün kılmaktadır. Mekân, ekonomi-politik bir tasavvurdur. Eşitsizliği sistematize eden sermaye, birbiri ile eşit olmayan emek biçimleri, emekçi tiplemeleri ile mekânı sermaye lehine politize etmeyi başarmaktadır. Eşitsizliğin önüne geçmenin mümkün bulunmadığını savunan Aristo’ya göre insanlar arasındaki eşitsizlik doğal bir durumdur. O’na göre “gerçek eşitlik eşitsizliktir.” Aristo, servetin kimine çok kimine az bölüşümünün dağıtıcı adalete göre bir paylaşım olduğunu, insanlardan kiminin yoksul kiminin zengin olmasının doğal olduğunu, denkleştirici adaletin bozulan dengeyi inşa sürecinde ortaya çıktığını ifade ediyor. Daniel Dorling’e göre ise sosyal eşitsizliğin, eşitsizlik doktrinlerine inancın sürmesi nedeniyle hayatta kaldığı fikrindedir. Ona göre eşitsizlik “doğanın kanunu” olarak görüldüğü takdirde büyük eşitsizlikler kendine normalliğin fotoğrafı içinde yer bulur.
Eşitlik meselesinin teolojisi “adalet” kavramı üzerinden ele alınabilir görünmektedir. Mu’tezilenin Emevîler döneminde sultanın halka karşı işledikleri zulmü Allah’a fatura eden zihniyetlere bir tepki olarak ortaya çıkması Müslüman toplumlarda eşitsizliğin “doğanın kanunu” olarak ele alınmadığını gösterir. Mu’tezileye göre Allah çirkin fiilleri yaratmaz; insan fiillerini pratize ederken (iyi veya kötü) Allah’tan bağımsız olduğu bir kudretle hareket eder. Mu’tezileye göre “insan kaderinin önceden tayini diye bir şey yoktur. Yani, insan seviyesinde bir kaza ve kader yoktur. İnsan, kaderini tayinde ve belirlemede Allah’ın müdahalesinden uzaktır. Bu teoriye göre işçilerin burjuvalar karşısında eşitsizliği ile işçilerin işçilerle aralarında doğan eşitsizlik Allah’a fatura edilemeyecektir. Ancak burada sorun şu şekilde ortaya çıkmaktadır: Eşitsizlik “doğanın / Tanrının kanunu” değilse; 1) Mekânın bütün insanlara adil bölüşümü nasıl tesis edilecektir? 2) Servetin üretimi sırasında maden çıkarma, lağım temizleme, yüksek fırında çalışma, vs. gibi ancak istihdam edilemeyince tercih edilebilen meslekleri “eşitlik / adalet” kavramının muhtevasında nasıl değerlendireceğiz?
Emek ve eşitlik meselesinin teolojik sorgulamasında başka sonuçlara ulaşılabileceği açıktır. Kindi, her biri farklı görevleri icra eden ve topyekün canlılığın tahakkuk ettiği canlı varlıkların biraradalığını her şeyi büyük bir hikmetle düzene koyan el-Müdebbir olan Allah’ın nizâm koyuculuğu, gayeliliği ve ilahî inâyetiyle açıklamıştır. Yani bu düzen ve nizâm, bu âlemde gördüğümüz sağlam düzenden kaynaklanan tertip, uyum ve insicama dayanmakta, küçük-büyük herşey tam bir inayetle kuşatılmaktadır. Nitekim, “Hiçbir canlı yoktur ki Rabbim onun perçeminden tutmuş olmasın. Kuşkusuz ki benim rabbim sırat-ı müstakim üzerinde bulunur” (11 Hud 56) ayeti varlık ağacının (kevn-oluş) dallarının farklılığını ve onları icat edenin “Hakiki Fail” (el fâilü’l-hakkü’l-ûlâ) Allah tarafından yaratıldığını gösterir. Bununla beraber Mutezile, “Allah hiç kimseye, hiçbir haksızlık (zulüm) etmek istemez / ve mâllâhu yurîdu zulmen lil âlemîn” (3 Al-i İmran 108) ayetini “Allah zulmün hiçbir çeşidinin faili olamaz. Allah’ın asla zulüm işlememesi ve kullarının fiillerinin faili olmaması gerekir. Bu ayette, Cenab-ı Hakk’ın, zulmün ve kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığı ve kulların kötü fiillerini irade etmediği sabit olur” şeklinde yorumlamakta ve çift dünya algısı geliştirmektedirler. Buna göre Allah’ın yarattığı tabiat olarak “doğa-dünya” ile endüstriyel ya da post endüstriyel beşerî failin “el-illetü’l ûlâ” olarak varettiği bir “dünya”dan bahsedilebilecektir. Tanrının kulun fiillerinin yaratıcı olmaması emeğin sömürülmesinin sonuçlarını insana yüklemeye yarayan bir kartezyeni yeniden üretmektedir. Bununla beraber varlık (endüstriyel toplumun insanı) sürekliliğini devam ettirebilmek için Allah’a muhtaçtır. Allah tüm yaratıklar için Mübdi ve Müheymin’dir.
Mu’tezile’ye göre Allah’ın adil olması, yalnızca güzel (hasen) olan fiilleri işlemesi, kötü ve çirkin (kabih) hiçbir fiili işlememesi değil aynı zamanda yapması gerekenleri de terk etmemesi demektir. Bundan dolayı adalete riayet etmek Allah için vaciptir. İyilik ve kötülüğün ne olduğunu akıl veya vahiy yoluyla insanlara bildiren Allah, buna dayanarak onları yaptıkları işlerden sorumlu tutmuştur. Kulun sorumlu tutulabilmesi için ayrıca ihtiyari fiillerini kendine has tam ve müstakil bir irade ve kudretle yapabilir durumda olması gerekir. İnsanın sorumlu olduğu hiçbir fiilini Allah yaratmadığı gibi, onun inkara sapmasını, zalim ve kötü olmasını, isyan içinde bulunmasını da dilememiştir. Aksi takdirde onu mükellef tutup cezalandırmak, ‘Adl’ sıfatını ihlal eden bir zulüm olur (Çetin, 2013: 404).
Post endüstriyel toplumda iş ve işlik düzenlemesiyle işçi; birbirinden koparılmakta, birbiriyle ilintisiz mağaza, ofis, fabrika ve işliklere hapsedilmektedir. Kent düzeni, şehirleri bozarak kapitalizmin ihtiyaçları için yapılandırmaktadır. Modern insan kentlerde bir üçgende yaşamaktadır. İşyeri, ev ve içtimailiğe ilişkin mekân. Birey; kentin içinde, kentin bütününü ihtiva etmeyecek denli küçük bir üçgene sıkıştırılmaktadır. Bu nedenle kentte yaşam kentin bütününde yaşam değildir. Modern bireyin kentin bütününe yabancılaştırılması, emeğin metropol kentlerde birlikte mücadelesini mümkün kılmayacak şekilde tecrit edilmesini de beraberinde getirmektedir. Bu süreçte emeğin çeşitlendirilmesi, ücretlerin de farklılaştırılması sermayenin bireyi ezen, makinenin insanı yutan imajını da kıran yeni bir paganlaşmayı belirginleştirmektedir. Emek daha aşağı kaymamak için modernleşmenin kendisine fırsat sağladığına inanmaya başlamıştır. Emekler arasında bu farklılaşma bilincinin, eşitsizliğin sağladığı imtiyazı muhafaza güdüsünden beslendiği söylenebilecektir. Çöp kamyonunda çalışan belediye işçisi, ofiste müşterilere poliçe düzenleyen emekçiden çok farklı bir dünya kurgusu içinde tanımlanmaktadır. Ancak “dışarıdan” yapılan bu tanımlama, “seçkinleşen emek” tarafından kabul edilmektedir. Emeğin biri çöpleri toplayan olarak dünyanın kirletildiğini düşünürken, diğeri “çöp üreten bir tüketimin hayatın kendisi olduğu” algısı içinde yaşamaya hapsedilmektedir. Her iki emek sahibinin kokusu farklılaşmaktadır. “Kokudan kurtuluş” algıları değişmektedir: Biri üstüne sirayet eden kentin çöp kokusundan arınmak için, tabii kokusuna ulaşmak için yıkanırken; diğeri tabii kokusunun başkalarına rahatsızlık vermemesi için, ondan arınmak için yıkanmaktadır ve tabii kokusunu saklamak için parfüm kullanmaktadır.
Bu örnekten hareket ettiğimizde “kötülüğün kaynağı Allah değildir” yargısının “kötü nedir?” sorusu ile karşılanması gerekmektedir. Çöpleri kim toplayacaktır? Adalet kavramı, kentin pisliğini süpüren ilk okul mezunu işçi ile kentin sinyalizasyonunu yapan elektronik mühendisi işçi arasında nasıl denkleştirme yapacaktır? Herkesin mühendis, doktor, avukat, inzibat olması halinde çobanlara, kanalizasyon temizleyicilerine, madencilere, uzak yol şoförlerine muhtaç olan toplumun eşitsizliği yeniden üreteceği kaçınılmaz görünmektedir.
Emek ve kazanç biçimlenmeleri Müslümanlık biçimlenmelerinin çok katmanlılaştırılması ile de sonuçlanmaktadır. Bu zaten Müslümanlarca da istenen bir şey haline gelmektedir. Müslümanlar parayla-servetle-meslekle ilişkileri oranında birbirlerine yabancılaşmaktadır. Her servet grubu bir mezhep ya da meşrep haline gelmektedir. Kentin büyümesi bunu kolaylaştırmaktadır. Kentler, kent kabilelerinin, entelektüel kent cemaatlerinin mekânı haline geliyor. Her kabile kendi inanç ve ritüellerini üretmekte, her grup partileşmekte ya da STK haline gelmektedir. Bilgi camialaşarak; grubu ayakta tutan, gruba ruh veren bir pagan nefesine dönüşmektedir. Ancak kent, tüm bu kabilelerin de üstünde kutsallığını kabul ettiren habitat olarak varlık bulmaktadır. Modern dönemin Leviathan’ı artık kenttir.
Kent “insan insanın kurdudur” felsefesinin mekanına dönüşmekte ve bu kaosu ancak kendine teslim olunduğunda kendisinin çözeceğine olan inancın çözeceğini iddia etmektedir. Kentliler de buna inanmaktadırlar. Müslümanlar bu anlamda bu kentlilerin içindedir. Kabileler halinde yaşarlar ve fıkıhları aynı olduğu halde birbirlerine yönelik silaha dönüşmüştür. Çünkü geçim biçimleri birbirlerinin parasını kapmaya ayarlıdır. Sendikalı müslüman, taşeron emeğe karşı bilenmiştir. Onu kardeşi değil, düşmanı görür. Kardeşlik algısı camideki safla sınırlıdır. Onlar aynı safta bir arada da olsalar iktisadî amaçları, dünya görüşleri bakımından birbirine düşmandırlar. Aynı mahallede yaşamazlar, camideki birliktelikleri tesadüfîdir. Çünkü ikisi de o camiye müdavim, o mahallede avarız akçesi veren bir komşuluğu ayakta tutalım diye bulunmamaktadır. Çöpçü ile ofis elemanı o an o cami/mecsidde bir daha biraraya gelmemek için birarada namaz kılarlar. İkisi de birbirinin kokusundan iğrenmektedir.
Günümüzdeki “Adalet kavramı” farklı mesleklerin teolojisini inşa edememektedir. Müslümanlar modernite ile uyumlu kültür üretimlerinde toplumun hizmetçiliği rolünü üstlenebilecekleri meslekî tercihlerden kopmaktadırlar. Bu durumda teoloji, meslekî farklılaşmaların kendisinin de adalet kavramı ekseninde tartışmaya mecburdur. Kentsellik kendine mahsus dinamikler içermektedir. Kent, insanı saran simge, işaret, mekânın organizasyonu ile politize edilmektedir. Kent, insanın fiillerinin yaratıcısının kendisi olduğu iddiasını haklılaştırır görünmektedir. Ancak kent, meslekî farklılaşmaların yaratıcısı değildir. İnsanların ve toplumların varlıklarını sürdürebilmek için mecbur oldukları meslekler ilahî yaratmanın gereği olarak ortaya çıkmaktadır. Sosyal eşitsizlik felaketinden, yoksulluğun büyümesinden sorumlu olan sermaye birikimini, kent yapılanmasını çözmeye yönelik taakkula devam edelim. Ancak toplumların varlıklarının idamesi gereği beliren “mesleklerin doğası”nın eşitsizlik ürettiğini aklımızdan çıkarmayalım.
* Çetin Maksut, Mu’tezile’nin Adalet Anlayışı Ve Sosyo-Politik Nedenleri, Ekev Akademi Dergisi Yıl: 17 Sayı: 57, 2013
Kaynak: http://lutfibergen.blogspot.com.tr/2014/08/emek-adalet-ve-meslegin-teolojisi.html