Dostluk, Politika ve Cemaat
Kadimler için dostluk, “polis (şehir)”in politikanın icra edildiği bir ortak mekân olduğu ölçüsünce, neredeyse tanrısal bir lütuf olan politik bir yoldaşlıktır. Ama zamanla (belki de kimi istisnai zamanlar dışında her zaman) politika, Brütüs’leri Sezar’ların karşısına çıkaracak ölçüde çıplak bir çıkarsal iktidar savaşına dönüşür. Bu savaşın en trajik kurbanı olan dostluk ise, giderek bu politik kamusallıktan, mahrem bir dünyanın münzeviliğine sığınır. Yani politik bir mekânın aleniliği ve muhkemliğindeki o yoldaşlıktan, mahrem tutulan bir “sevda”nın utangaçlığına ve kırılganlığına doğru geri çekilir. Tıpkı “Ah, git bir sor doğuya (doğru) akıp duran şu ırmağa, / Sor, gidebilir miymiş bir dostun sevgisinden daha uzağa!” diye meydan okuyan kadim ozan Li Po’nun dostluğu alabildiğine yücelten bu eminliğine karşı, günümüzün şairinin, İsmet Özel’in, “Kendisinin bile ücrasında yaşayan benim için / Gidecek yer ne kadar uzak olabilir?” demekten başka bir yol bulamaması gibi. (Şükrü Argın, “Dostluk, arkadaşlık, başka bir diğerkâmlık ihtiyacı” yazısından, Birikim Dergisi, Haziran-Temmuz 2016 sayısı, s. 23) Üstelik kendisinin bile ücrasında yaşayan biri, bir dost için ne kadar merkezî bir muhkemlikte, kalbini alabildiğine açabileceği bir eminliktedir. Bu dostluk ise, “kendisinin bile ücrasında yaşayan” “modern” bireylerin varoluşsal yalnızlıklarını paylaşabilecekleri “mahrem” halleri, hadi hadi bir “sırdaşlık”ları olabilir sadece. Yoksa hayatın olumsuzluklarına karşı birlikte savaşarak olumlulukları inşaya çalışacakları bir “yoldaş”lığın eminliği değil. Bu yüzden mi olsa gerek, “modern” dostluklar çoğuleyin birbirlerinin yaralanmışlıklarına tanıklık veya dertlerini paylaşmak gibi acıların sağaltımı ve olumsuzlukların paylaşımında temellenir.
Platon ya da Aristo’nun diyaloglara ve politik yoldaşlığa dayanan dostluk anlayışlarına karşı “modern” dostluğun bir başka yönü ise konuşmaktan çok, susmaya ve suskunluğun paylaşılmasına dayanmasıdır. Şüphesiz ki bunda da kadim bir damar bulunmaktadır. “Deleuze’e göre arkadaşınız/dostunuz her şeyi konuşabildiğiniz kişi değil, bir suskunluğu paylaşabildiğiniz kişidir.” Çünkü onunla anlaşabilmek, dahası “konuşabilmek” için sesin ve sözün yardımına ihtiyacınız bulunmamaktadır. Kâl ile değil, hâl ile konuşmanın o içtenliği, muhabbetin de derinliğidir. “Deleuze arkadaşlar (dostlar) arasında var olduğunu teslim ettiği uyumu, diyaloga dayalı bir fikir birliğinden, mutabakattan ısrarla ayırır. Bu uyum daha ziyade karşımızdakinin bizi kendisine çeken ve Deleuze’ün bir delilikle, bir çatlaklıkla ilişkilendirdiği cazibesinden gelir. Deleuze’e göre birini sevebilmeniz için öncelikle ondaki delilik nüvesini görebilmeniz, o noktayı yakalayabilmeniz gerekir.” (Emre Koyuncu, Arkadaşlık ya da bir firarın tasviri yazısından, Birikim Dergisi, Haziran-Temmuz 2016 sayısı, s. 142) Bu yaklaşım, belki de bize modern toplumun boğuntularından kaçmanın yollarını sunan ve aslında bizi, oldukça opak olan bir toplumun dışına çıkarabilmenin, bu yabanıl sıkışmışlığı çatlatabilmenin, yani bir hakikat arayışının yollarını gösteren birinin yoldaşlığına işaret etmektedir. İnsanların çoğunun ancak birbirine yalanlar söyleyerek sürdürebildikleri modern hayatın içerisindeki bir dostluk, belli ki ancak bir delilik sayılabilecek olan doğruları, dahası söylenemeyeni söyleyebilmek ve her şeye rağmen hakikatin izini takip edebilmekteki yoldaşlıkla mümkündür. Öyle ki günümüzde, belki de karşısındakini hiç dinlemeyen aşırı bencil gevezeliklere ya da sanal ilişkilere gömülmüşlüğe karşı sadece susma ve dinlemede de, bir tür hakikati çağırmanın vecd halini müşahede edebiliriz.
Derrida’ya göre ise dostluk, bir tür “cemaatsiz cemaat”tir. Öyle ki, ona göre, “bir ‘dostlar topluluğu’ yoksa”, demokrasi de yoktur. (Şükrü Argın, “Dostluk, arkadaşlık, başka bir diğerkâmlık ihtiyacı” yazısından, Birikim Dergisi, Haziran-Temmuz 2016 sayısı, s. 44) Cemaatle dostluk ve politika arasındaki bu yakınlık, dostluğun birlikte dünyayı değiştirme azmiyle cemaatleşmesi kadar, bir politik yoldaşlığın, en azından başlangıcında bir dostluk iklimi içerisindeki o cemaatsel “hava”sına işaret eder. Dostlukla politikanın cemaatsel bir yolculuk içerisindeki birlikteliğinin bu gerilimiyle, adaletli, hakkaniyete dayanan, kardeşçe ve özgürce bir hayatın mümkün olduğu bir “yeni dünya”nın arayışı amacıyla derlenip toparlanan bu seferberlik havası içerisinde, neredeyse aşka dayanan bir birlikte oluşun, bu birlikte oluşla yenilenen bir “yeni dünya”nın, mevcut dünyaya açılan farklı bir perspektifin, bir ucu mevcut dünyanın reddine dayanan bir “ütopizm”in cemaatsel bir toplum içerisindeki somutluğunun ortaya konulma çabası, daha en başında paradoksal bir bütünlüğe dayanır. Ne var ki, kendi sonunu getirecek olan bir ikilemi, dostlukla politikayı daha en başından mündemiç olan bu paradoks, yürüyüşünün bir yerinde ister istemez çatlayarak, dostluk ve politika tercihlerinin ağır bastığı yönelimlerine ayrışır. Dostlukla politikanın yolları ayrışsa da, dostların kalpleri ayrışır mı, buna karar verecek olan ise, dostluğun kararı ya da kararlığıdır.
Bu bir yazgı değildir elbette. Ve her şeye rağmen sonuna değin sürdürülen bir yığın dostluk örnekleri de vardır. Ama bu yürüyüş ve yoldaşlık, kendisini adaleti ikame edecek bir politik duruşa adamışsa şayet, adaletin aksatıldığı bir iktidarsal (veya çıkarsal) sapma, ister istemez dostluk ve politikanın çatallandığı bir yol ayrımına çıkaracaktır bizleri. Hangisini tercih edeceğimiz ise kişisel önceliklerimize dayanacaktır. Bu yönelimlerle birlikte cemaatsel bütünlük de, iktidara doğru yürümeyi yeğleyen örgütsel bir kapalılık veya mutlaklık iddiasıyla, saf bir dostluk ikliminin korunmasından başka bir şeyi düşlemeyen estetik ve etik bir duyarlılığın açıklığına çatallanacaktır. Bu kerteden sonra, dünya salt bir iktidar kurgusundan ve hayat politik oyunlardan ibaretmiş gibi davranmamız mümkün değildir elbette. Belki bu çatallanma “reel politik” ile “ütopizm” arasındaki bir yarılma gibi de anlaşılabilecek ya da anlatılabilecek ve hatta bu yolla temellendirilebilecektir de. Ama her ne olursa olsun, “başlangıç”ın o saf iklimi, acı bir yel tarafından altüst olduğunda, artık hiçbir şey olmamış gibi davranmanın da bir imkânı kalmamıştır. Ve hatta bu saatten sonra, artık o başlangıcın/başlangıçların samimi havasını koruma, dahası bu başlangıçları tazeleme çabası bile beyhude bir gayret olmaktan öteye gitmeyecek; bu gayret, bir tuhaflık ve bir iç burkuntusu gibi, hatta bir dostun dahi olsa bir an önce gömülmesi gereken ölüsü gibi, sırtımızda ağır bir yük haline gelecektir.
Dostluğun başlangıçtaki bu “demokratik” (eş düzeyli, kardeşçe, yatay ilişkilere dayanan, hiyerarşik olmayan) iklimi, eşitler arası bir ilişki olmaktan çok, bir kardeşlik toplumu ilişkisidir. Biz bu kardeşlik toplumunun en ilginç örnekliğini de Peygamberin etrafındaki “ashab” arasındaki ilişkide ve hatta Ensar’la Muhacir arasındaki o öz-paylaşımsallıkta buluruz. Çıkarların ve iktidar kavgalarının örselemediği bu ilişki, dostluğu çoğaltan yanıyla, bir tür tahayyüle ve hatta belki de birlikte bir cennet düşlemeye dayanır. Ama bu düşleme, salt hayallerle yetinmeyerek, insanların kalplerindeki kinin ve bencilliğin söküp atıldığı o cennet hayatının bu dünyada da gerçekleştirilmesi için sahici bir çabanın da ortaya konulması, somutlaştırılmasıdır. Bu somutluk (somut mekân) ise, “polis”in karşılığı olan Medine’dir.
Ne var ki cemaatin kendisine kapanarak ve kendisini daraltarak örgütleştiği, iktidar hiyerarşisinin kardeşlik kadar eşitliği de belli bir çıkar amaçlı politikaya araçlaştırdığı bir kerteden sonra, dostluk da yerini bu iktidar kavgasında yer kapma mücadelesine bırakır. Bu saatten sonra geçerli olan ilkeler, Machiavelli tarafından, “modern” politik gidişatın düsturları olarak bu yolun yolcularına vazedilmiştir. Gerçek dostların ve dostlukların tasfiye edildiği bu aşama, cemaatin kendisine ve kendi içerisindeki “bir”in iktidarına kapandığı, kapanarak yok olmaya başladığı bir aşamadır. Ve hatta bu kimilerine göre bu, “devrimci” bir başlangıç noktasıyla “ıslahçılık” ya da romantizmin de yol ayrımıdır. Ama bu tür bir devrimcilik, siyaseti ahlakın önüne geçiren o Machiavellizmin darbeci ve tertipçi üslubuyla, ahlakı siyasete bile ontolojik bir temel kılan nebevî hikmet arasındaki bir farkı da koymaktadır ortaya. Bu yol ayrımında, cemaatin politikleşen, daha doğrusu iktidarın diline teslim olan yoluyla, dostluğun hasbiliği arasındaki mesafe açılır ve bu açılma giderek mekânsal bir kopuşa dönüşür. Dostlukların feda edildiği bu kopma noktası, tahayyüllerin yerine çıkarların ikame edildiği ve cemaatin dostlukların hasbiliğince kurulan doğasından, yoldaşlıkların cemaatin örgütselleşmiş amacına koşulduğu bir düşmenin başlangıcıdır. Devrimlerin de önünün Jakobenizm ya da Stalinizm tarafından kesildiği bu kerte, belli bir politik mutlaklığın cemaatin mensuplarına tartışılamaz hakikatler olarak dayatıldığı bir zorbalığın başlangıç noktasıdır. Nitekim Ali sonrası İslam toplumu da, kardeşlik ve dostluk duygularının yitirildiği, o “cennet” tahayyülünden uzaklaşılarak iktidar mantığına teslim olunan bu tür bir düşüşün tarihidir.
Beri yandan, dostluğun politikliğinin insana “ne ise o olma”yı sağladığını belirten Aristo’nun erdeme dayanan etiğine karşı, modernliğin düşünürü Hegel açısından erdem, insanın “ne ise o olmadığı” bir farklılaşma çabasına dayanan “varoluş” etiğidir. İnsanı kendi içerisinde bile yalnız kılan bu ürpertici tecrübe, dostlukları sorunsallaştıran ve hatta imkânsızlaştıran o Descartesçı kuşkunun iliklerimize değin işleyen güvensizliğine de işaret eder. Foucault içinse dostluk, “üretici bir gerilimi kışkırtan bir hakikati dile getirme ve kendisini bu hakikate açma deneyimidir.” Yani dostluk, hakikatle “birlikte” ilişki kurmanın somut tecrübesi ya da hakikat yolunda birlikte sürdürülen bir yoldaşlığın eminliği anlamına gelmektedir. (aynı yazı, s. 42) Bu dostluk deneyimleri, gerek kadimlerin “politikaya aktif katılımı esas alan antik özgürlük anlayışı”, gerekse hayatın mahremliğini merkeze alan bir tür “politikadan muafiyet peşindeki modern özgürlük” (aynı yazı, s. 45) anlayışı içerisinde olsun, bir gelgitlerin gerilimi içerisinde sürdürülebilen dostlukların doğasına işaret eder.
***
İktidarla imtihan olmak ise, belki de en zorlusu imtihanların. Şu yirmi yıllık süreçte olan bitenlere bakıyorum da; dostluklara, düşmanlıklara, tutulmayan sözlere, ihanete uğrayan dostluklara, politikanın ahlaki ilkeleri hiçe sayan baskınlığına… “Kalıcı olan ne var, ne kaldı ki?” diye sormadan edemiyorum. Nitekim Ahmet Davutoğlu’nun bir tür romantik dostluk şartına bağlı politik tahayyülünün bitişi esnasında sözünü ettiği “önce refik, sonra tarik” sözünde, günümüzün modern politik atmosferi içerisinde, yol ile yolcuyu birbirinden ayıran bir bakış açısının safdilliğini görmek, bir açıdan da yürek sızlatan bir gerçeklik ilkesine uyandırır bizleri. Çünkü yol ve yolcu, daha en başında ayrımsız bir bütünlüktür; bir eklemlenmenin veya bir uzlaşının parametreleri değildir. Zaten bu tür bir algılama, yol ile yolcuyu birbirine ekleyen bir yabancılığı/yabancılaşmayı daha en başından varsaydığı için, sonunu da bu “en başında” öngörmüştür. Çoğu kez zannedildiği gibi (ve her işimizde de maalesef şiarımız olduğu gibi), yol ile yolcunun beraberliği, yolda düzülmez. Bu ontolojik beraberliktir ki, yol ile yolcunun bir olduğu bir cemaat olarak belirir, belirginleşir. Kuşkusuz ki her şey bundan da ibaret değildir. Ama vefa sözünün (ve başka daha birçok benzeri sözün) oldukça yozlaştırıldığı bir politik sığlık, uğrunda hiçbir değerin kutsallığının kalmadığı bir “amaca giden her yol mubahtır” sözünü de hatırlatmakta. Hem bu tür bir etik ve politik sığlık ve yozlaşmışlık durumu, sadece Cizvit modelli bir Fethullahçılık için değil, onunla mücadele etmenin erdeminden söz eden iktidar çevreleri için de oldukça geçerlidir. Dolayısıyla kendisine aldanışlarla sürüklenen bir politik mücadeleyi stratejik esas olarak belirlemiş bir politik yoldaşlığın aldanışlarının sonunun gelmeyeceği de ortadadır. Aslında buradaki aldanışları, siyaseti güç odakları arasındaki antagonizmik bir çatışma olarak anlayan ve sürdüren bir politik stratejinin kendisine mazeret üretme kurnazlığı olarak (bu bir “şark kurnazlığı” olsa da) anlamak, bu söylemlere aldanmamanın da zorunlu koşuludur.
Dostluk ve vefa deyince aklıma, o meşhur “veda yemeği” esnasında Petrus’un ardı ardına gelen sadakat sözlerine karşı İsa’nın “beni, gün doğmadan önce üç kere inkâr edeceksin” sözleri gelir. Ama başka bir örnek de vardır: Peygamberimizin, Hatıb bin Ebu Beltea’nın cezası tartışmasız bir biçimde ölüm olan bir fiilinden, Mekke’ye yönelik gizli tutulan sefer hazırlıklarını Mekke egemenlerine haber verdiği mektubunun yakalanmasından sonra, onu öldürmeye kalkışanlara, “hayır! Bırakın onu, çünkü o Bedir ehlidir” deyişindeki vefa duygusu.
Ya “bizim”, her ne olursa olsun sarsılmayan bir dostluğumuz, eskimeyen bir vefa duygumuz, politikanın dalgalanmalarıyla yıpranmayan bir duyarlılığımız olmadı mı hiç? Her politik dalgalanmada yükselen ve alçalanlara, düşenlere ve kalkanlara, itirafçılara ve hain ilan edilenlere baktıkça, sorunun nerede olduğunu düşünmekteyim: Politikada mı, ahlakta mı, yolunu ve yordamını bilemeyen ve bu eksikliğini bir türlü ikmal edemeyen hoyratlıklarımızda mı, sahih bir hakikate dayandıramadığımız eminlik zafiyetimizde ve bunun yoksun kıldığı vefasızlıklarımızda mı, çevresinde hep hainler ve komplocular gören ve olayları da ancak bu yola izah edebilen bir zekânın “primitifliği”nde mi, gelgeç ilişkilerimizden dolayı bir türlü derinleştirilemeyen dostluklarımızda mı, “kadere iman” şartıyla ikame edilen “cehd (emek)” eksikliğiyle içselleştiremediğimiz değerlerden yoksulluğumuzun yol açtığı yüzeyselliğimizde mi?
Atılan onca taşlar arasında sadece dostun attığı bir tek gülün insanı yaraladığı kerte ise, maddi olanın manevileştiği, manevi olanın ise maddileştiği bir “trajik ân”a işaret etmez mi? İmam Humeyni’nin söylediği gibi, politikanın “İslam’ın siyaseti” olarak değil de, “İslam’ın siyasallaştırılması” olarak anlaşıldığı ve uygulandığı bir düzey, her türlü kutsal değerin araçsallaştırıldığı gibi ister istemez dostluğun da araçsallaştırıldığı bir düzeydir. Sözgelimi bir zamanlar, Yeni Zemin Dergisi çevresinde dostluklarına biraz da gıpta ile tanıklık ettiğim Ali Bulaç, Yalçın Akdoğan, Mehmet Metiner ve Altan Tan’ın politik savruluşlarının şimdilerde kendilerini getirdiği noktadaki duruşlarına bakarken, kadri bilinmemiş bir dostluğun burukluğunu da hissetmem gibi. Ve daha düne kadar kardeşçe yüzüne baktığı bir insanın mağduriyeti karşısında, tıpkı Petrus gibi, bu tanışıklığını inkâr etmek için kendilerini küçültenlere, bu eski dosta bir gül olsun atabilmenin erdeminden yoksun yüreklerin attıkları taşlara baktıkça, ister “cemaat”sel, isterse “parti”sel iktidar kavgalarının insanları getirip bıraktığı bu yerde, ahdden, kardeşlikten, vefadan, adaletten ve eminlikten uzak bir iklimin o zehirli havasını soludukça, “bir zamanlar düşlediğimiz ‘medinetü’l fazıla’ bu muydu?” diye sormadan ve hayıflanmadan da edemiyorum.
Evet! Hiçbir politik başarı, kadri bilindiği sürece, bir dostluğu, dostlar cemaatini, sözgelimi bir derginin, bir sohbet halkasının veya benzeri bir “dergâh”ın etrafında kümelenen o dostluk iklimini ikame edecek bir kıymete haiz değildir. Tıpkı İsmet Özel’in dizelerinde ifade ettiği gibi bir heyecan, dahası bir âşıkaneliktir dostluk: “Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı / Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.” Bir dostun kapısını çalmak ya da bir dostla uyanmak… Büyük ırmakların heyecanı gürül gürül bir akışın, o hiçbir bir yerde dur durak bilmeyişin, yolun ve yoldaşlığın birliğinin heyecanıdır. Her türlü sınanmaya karşı her dem diri, dinç ve eminlik içerisinde olmanın, durmuş oturmuş mekânların sabitliğine ve ihtişamına tercih edilmesidir. Düşünmek, hele de bir dostluk iklimi ya da cemaati içerisinde ve özgürce düşünmek, biraz da mekânsal ilişkilerin farklı kontürlerini göstermek, parçalanmışlıklar içerisindeki hakikate ışık tutmaktır. Bunun dostluğun o hasbiliği içerisinde süregiden bir polemikler etrafında serpilmesini beklemekten daha doğal ne olabilir ki? Ama insan çoğu kez o büyük ırmakların delişmen akışlarına tahammül edemez de tutar bir gölün, daha doğrusu bir barajın, ırmağın akışına el konularak hapsedildiği o sözüm ona asudeliğine kanar, ram olur. Dostluğun o çetrefilli yükünü sırtlanmaktansa, iktidarın gücünde bir tatmin bulmaya çalışır ve hatta bulur. Ama her bulma biçimi, yitirileni ikame etmek için ortaya konulan o sonsuz ve beyhude çabalar olmaktan öteye de gidemez.
* Özgün İrade Dergisi’nin Eylül 2016 sayısından alınmıştır.