Yeşim Numan – Cizre’de “Temizlik”, İstanbul’da “Katliam”
Türkiye’de Kürtler hep bir çifte standardı yaşadı, bunun acısını çekti. Sahici bir adalet talebimiz de hep bu çifte standardın gölgesinde cılız bir ses olarak kaldı. Darbe girişimi ve sonrasında yaşananlar şüphesiz ezber bozucu, alt üst edici bir toplumsal deneyim olarak yaşandı. Lakin meselenin yine bu çifte standarda dokunan bir tarafı var. Bütün makro ve mikro darbe analizlerinin arasında, Jiyan’dan Yeşim Numan, bunu bize bir kez daha hatırlatıyor.
YEŞİM NUMAN
Cizre’de “Temizlik”, İstanbul’da “Katliam”
15 Temmuz’dan beri darbeyle yatıp, 20 Temmuz’dan beri OHAL’le kalkıyoruz. Darbeyi kimin planladığı, kimlerin dahil olduğu, kimin ne zaman ve kimden haber aldığı (enişteye selamlar), nasıl bastırıldığı ve diğer tüm detaylar tüm mecralarda, bilen bilmeyen bir sürü şahıs tarafından durmaksızın konuşuluyor, yazılıyor, çiziliyor. Akşamdan sabaha, ülkede herkes darbe uzmanı, herkes istihbaratçı oldu. Bir de muhbir tayfası var ki iktidara yaranmak için, sosyal medyada kimin, ne zaman, kaç tane darbe ve “FETÖ” karşıtı paylaşım yaptığının hesabını tutuyor, yeterli görmediklerinden hesap soruyor. Bu tür paylaşımlar yapmayanlarla çalışmayacaklarını söyleyen iş sahipleri bile var. Ortaya atılan kaynağı şaibeli, asılsız duyumlara dayanarak insanları ellerine silah alıp sokağa çıkmaları için kışkırtan hükümet yanlısı yazarlar, tankların nasıl etkisiz hale getirileceğini BÜYÜK HARFLERLE anlatan belediye başkanı, elinde sopa, dilinde idam talebiyle “demokrasi” mücadelesi verdiğini sanan insanlar gösteriyor ki, bize OHAL değil, dev bir tımarhane lazım. Ülkece delirdik, netekim.
Bu kakafoninin içinde bir darbe analizi daha yapmak anlamsız. AKP hükümetinin Gülen cemaatiyle olan savaşını da irdeleyecek değilim. Zira tam 11 sene birlikte hareket ettikleri, “ne istediler de vermedik?”leri, bu yollarda beraber yürüyüp, yağan yağmurda beraber ıslandıkları, muhaliflerini devre dışı bırakmak için her türlü usulsüzlük ve hukuksuzluğu beraber yaptıkları bu çeteyi, devletin her kademesinde bizzat örgütledikten sonra, “kandırıldık” diyerek işlenen tum suçlardan, kurulan “kumpas”lardan kendilerini aklayarak, aynı çeteye topyekün savaş ilan etmelerinin absürdlüğünü açıklayacak donanıma sahip değilim. Selahattin Demirtaş’ın 2012 senesinde yaptığı konuşmada Gülen cemaatinin devlet içindeki yapılanmasına ilişkin söylediklerini, bugün Erdoğan ve AKP, sanki bu yapılanma kendi iktidarları döneminde olmamış gibi, yana yakıla anlatıyor. O zaman Gülen cemaatinin tehlikesine karşı uyaranlara saldıranlar, “muhterem hoca efendi”lerine toz kondurmayanlar, şimdi cemaate küfretmeyen herkesi darbeci, FETÖ’cü ilan ediyorlar. Dedim ya, toplu delilik.
Bu yazı bütün bu darbe delirmesi içinde devlet tarafından servis edilen bir videoyla ve ona verilen tepkilerle ilgili. Darbe girişimine karşı sokağa çağrılan halkın arasındaki bazı grupların ellerine geçirdikleri, çoğu ne olduğundan habersiz gariban erlere karşı uyguladıkları insanlık dışı linç görüntülerine karşı girişilen algı operasyonunun bir parçası olarak, Boğaz köprüsünde askerlerin sivil halkın üzerine ateş açtıkları anın MoBeSe görüntüleri, emniyet tarafından paylaşıldı. Her tür eylemden sonra yayın yasağı getiren, her soruşturmaya “gizlilik kararı” koyduran devletin, bilgi paylaşımındaki bu alışılmadık cömertliği başlı başına bir yazı konusu. Ancak, burada dikkat çeken bir başka husus, askerin sivil halka ateş açmasına karşı verilen hayret tepkileri.
Elbette sivillere karşı şiddet uygulanması dehşet verici ve kabul edilemez bir olay, ancak buna sanki ülkede ilk kez yaşanıyormuş gibi tepki verenlere de, hani o tanıdık deyimle, insan gerçekten hayret ediyor. Canım kardeşim, hadi 90ları filan geçtim, siz son bir senedir Norveç’te mi yaşıyordunuz? Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de, Yüksekova’da, Sur’da kurşunla, topla, ve dahi yakarak sivilleri katledenler Sudan askerleri miydi? Ankara’da F16ların halka ateş açmasına bu kadar hayret ediyorsunuz, Roboski’de çoluk çocuk demeden 34 canı bombalarla paramparça edenler Rus uçakları mıydı? Şimdi diyorsunuz ya hani, “Devletin silahını halka doğrultan hainler” diye, aynı devletin silahını, bu ülkenin bir başka halkına doğrulttukları için madalya taktığınız, kahraman ilan ettiğiniz askerler kimin askerleriydi?
Darbe girişimi, hele ki sivil halka karşı yapılan saldırılar en ağır şekilde tepki verilmesi ve cezalandırılması gereken eylemlerdir, şüphesiz. Ancak, aynı eylemi ülkenin bir köşesinde “temizlik” diye tanımlarken, başka bir köşesinde “katliam” diye lanetlemek, en hafif tabirle ikiyüzlülüktür. Askerin Boğaz köprüsünde halkın üzerine ateş açması ne kadar katliamsa, Taybet İnan’ın sokak ortasında keskin nişancılar tarafından öldürülmesi de o kadar katliamdır. Oysa ana akım medyada ve hatta kendine “muhalif” diyen bazı kesimlerde, Kürtlere karşı uygulanan sistematik katliam ya yok sayılıyor, ya da daha fenası, destekleniyor. Ana muhalefet partisi başkanı, Mayıs ayında verdiği demeçte, Kürt illerinde 11 aydır oluk oluk akan kanı görmezden gelerek, “Başkanlık sistemini kan dökmeden getiremezsiniz” diyebiliyor. Ne acıdır ki, İstanbul’da kan akmadan, Türkiye’de katliam olmuyor.
Roboski katliamından sonra, dönemin başbakanı, “Genelkurmay Başkanı ve komuta kademesine bu konudaki hassasiyeti nedeniyle medyaya rağmen” teşekkür etmişti. Bugün saray güdümlü medya, Roboski için “hain saldırı” deyimini kullanıyor ve FETÖ’cü askerlerin bağlantısının araştırılacağını yazıyor. (Haberdeki (!) “Olayın ardından hayatını kaybeden vatandaşların ailelerine devlet büyük destek sunmuş ölenlerin ailelerine tazminat ödemişti.” şeklindeki gerçek dışı ifadenin tiksinti uyandırdığını söylemeye gerek var mı?) Araştırmanın sonucunu tahmin etmek için siyaset bilimi “uzmanı” olmak gerekmiyor. Etrafınızda olan biteni izlemek yeterli.
Daha birkaç gün öncesine kadar, Cizre ve Sur’da yüzlerce sivilin öldürüldüğü operasyonlardan sorumlu olan Orgeneral Adem Huduti’yi, “Cizre ve Sur’u temizleyen komutan” olarak gururla manşete taşıyan haber siteleri, 15 Temmuz sonrası arşiv temizleme telaşına düşmüşler. Darbe girişimciliği suçundan gözaltına alınan ve bir gecede kahramanlıktan vatan hainliğine geçiş yapan subaylar hakkındaki haberlerini arşivlerinden silseler de, Google gibi arama sitelerinden sildirmeyi ya akıl edememişler, ya da henüz becerememişler.
Adem Huduti sadece bir örnek. Örnekleri çoğaltmak mümkün: Hakkari Dağ ve Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Ahmet Otal, Hakkari İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Demiray Demirci gibi. Altını çizerek belirtmek gerek ki, Türkiye gibi, kimin kahraman, kimin vatan haini olduğuna, iktidarın çıkarlarına göre ve direkt talimatıyla karar verilen bir ülkede, dünün kahramanı nasıl bugünün haini oluyorsa, yarın yeniden kahraman da olabilir. Bkz. Balyoz davasından 18 yıl hapis cezası alan, üç yıl cezaevinde yatan Jandarma Kurmay Albay Abdullah Cüneyt Küsmez’in Tunceli İl Jandarma Komutanlığı’na atanması. Elbette hain-kahraman tanımlarının bu kadar sık ve keyfekeder değişmesi, ba(ğ)zı yandaşları da zor durumda bırakıyor. Bkz. kadrolu yandaş Fatih Tezcan’ın Orgeneral Ümit Dündar’ın “darbeyi yapan kişi” olduğunu açıkladığı ve Ümit Dündar Genelkurmay Başkanlığı’na vekaleten atandıktan sonraki tweetleri.
Tezcan, daha sonra yine büyük bir heyecanla, yeni “hain”i ilan etti: Orgeneral Akın Öztürk. Ancak, şansına, bu kez de TSK, Akın Öztürk’ün darbeci gruba dahil olmadığını, darbecileri teslim olmaya ikna için görevlendirildiğini açıkladı. Tezcan’ın Akın Öztürk’ten özür dileyip dilemeyeceği merak konusu değil.
Diyeceğim o ki, burada önemli olan şahıslar değil, ülkenin iki ayrı yerinde gerçekleşen iki katliamdan birine alkış tutarken, diğerine, haklı olarak, ihanet denmesindeki utanç verici çifte standart. Birini yapan askerlere “yargıdan korunma” kanunu çıkartmaya çalışılırken, diğerini yapanlar için idam cezasının geri ggetirilmesine yönelik, devletin en üst düzeyinde kampanya başlatılmasındaki çarpıklık. Yapılan suç değilse yargıdan korunma istemek neden? Hani bazı arkadaşlar diyorlar ya, “Cumhurbaşkanı bile seçilebiliyorlar, Kürtlerin nesi eksik?” diye…. Yaşam haklarının ellerinden alınmasının suç sayılması eksik. Neredeyse iki aydır kayıp olan Hurşit Külter’in nerede olduğunun cevabı, beyaz Toroslarla alınıp kaybedilen binlerce evladın kemikleri eksik. Yaşadıkları zulme adlı adınca katliam denmesi eksik.
Bunca lafın amacı acıları yarıştırmak değil elbet. “Orada katliam oldu, burada da olsun” hiç değil. İstediğimiz, ülkenin hiçbir yerinde artık kan akmaması, katliamların, savaşların, darbelerin olmaması. Zalimin ve mazlumun kimliğine bakmaksızın, zulüme her yerde aynı şekilde tepki verilmesi. Bayrakların kana bulanınca bayrak olduğunu, toprağın ancak ölümlerle vatan olduğunu söyleyip, kendi çıkarları için onbinlerce cana mal olan kirli bir savaşı sürdürmekte ısrar edenlere “Artık yeter! Êdî Bese!” denmesi! Yalan söylüyorlar. Bayrakları bayrak yapan üzerindeki kan değil, atındaki candır. Toprak, uğrunda ölürsen değil, üzerinde insanca yaşayabilirsen vatandır. Ve hiçbir şey özgür ve eşit yaşam hakkından daha kutsal değildir.
Kaynak derlemedeki yardımları için Altan Sancar’a teşekkürler.
Kaynak: http://jiyan.us/2016/07/22/cizrede-temizlik-istanbulda-katliam/