Burhan Sönmez – İsyan Etmeyen Asi: Ebu Zer
BURHAN SÖNMEZ
Ebu Zer, unutulmaya yüz tutmuş bir umudun adıydı. Topraksız insanlara bir avuç toprak, ekmeksiz çocuklara bir küçük lokmaydı. İlk kuşak Müslümanlar içinde bir tuhaf adamdı, ama çağlar içinde en az anılan da o oldu. Haksızlığa isyan eder, dinin amacının, adalet sağlamak olduğunu söylerdi. Mal yığmaya karşıydı. Bir insan, kendi ihtiyacından fazlasını elinde tutarsa, başkalarının hakkını gasp etmiş olurdu. Kuran’daki, “Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlara acı bir azâbı haber ver” ayetinin gereğini savunurdu (Tevbe suresi). Ama haksızlığa isyan etmesi, yöneticilerin canını sıktı. Şam Valisi Muaviye onu şikâyet etti, Halife Osman da sürgüne gönderdi.
İlk dönemlerde, sosyal adalet ve sermaye birikimi, dinin cevap vermesi gereken en önemli sorunlardan biri haline geldi. Ebu Zer gibi düşünenler az değildi. Ama kim güçlü ise, onların dediği olacak ve din de ona göre yorumlanacaktı. Ve klasik İslam hukuku kısa sürede netleşti ve sermaye sahiplerinin çıkarından yana taraf oldu. Dediler ki, “kişi yeter ki zekâtını versin, şahsi ihtiyacından fazla mal biriktirmesi dine uygundur. Tevbe suresinde ‘altın ve gümüş biriktirenlerle ilgili’ ayet, zekâtını vermeyenler için söylenmiştir. Ve içinde ahlaki bir öğüt vardır”.
Dünyanın malını kazanacaksınız, sadece kırkta bir veya iki oranında zekât vereceksiniz ve iyi bir Müslüman sayılacaksınız. Malınızın yüzde doksan beşi size helaldir, toplumun yoksulları içinse sadaka yoluna başvurmak vicdanınıza kalmıştır.
Dindeki en taraflı yorumlardan biridir bu. Tevbe suresindeki vurgu, sadece “ahlaki bir öğüt” olarak algılanmaktadır. Birçok Müslüman, ahlaki öğüt olan başka konularda neden bu kadar esnek davranılmadığını sorarken haklıdır. Onca yoksulluk varken, neden servet biriktirmeye karşı bir yaptırım getirilmemiştir? Oysa içki konusunda da Kuran’da ayetler vardır, ama ceza yoktur. Kadınların başını örtmesi konusunda ayetler vardır ama ceza belirtilmemiştir. Buna rağmen sonradan fiili olarak, devlet bu işe el atmış, içki içenlere ceza başlatmış, kadınların başlarını kapatmasını ise zorunlu hale getirmiştir. Aynı yaptırım arzusu ve heves neden para pul meselelerinde gösterilmemiş ve yoksulluğa çare olarak kesin adımlar atılmamıştır?
Burada bir sorun olduğu aşikâr. Seyyid Kutub gibi muhafazakârlar bile, ortaya çıkan açığı kapatmak amacıyla devletin kamulaştırma yapabileceğini savunmak zorunda kalmıştır. Sorunun temeline inen Şeyh Mahmut Taha ve Ali Şeriati gibi isimler ise, sosyalist bir üretim ve bölüşüm anlayışını -İslam açısından da- tek adil çözüm olarak görmüşlerdir.
Ebu Zer, “Evinde ekmek olmadığı halde kınından sıyrılmış kılıcıyla başkaldırmayan adama şaşarım” demiş, ama kendisi bu yola başvurmamıştı. Devlet başkanına (Halife Osman’a) itaat ederek sürgüne gitmişti. Belki isyanın ortamı yoktu veya ne yapması gerektiğini kendisi de bilmiyordu.
Eğer devlet başkanı (yani büyük imam) haksızlık yapıyor ve zulmediyorsa, ona isyan edilmeli miydi? Bu da toplumsal bir meseleydi ve dini açıdan tartışılmaktaydı. İlk dönem ortaya çıkan birçok eğilim (Mutezili, Harici vs), zalim yöneticiye isyanın dine uygun olduğunu savunmaktaydı. Dinin amacı, iyilik ve sosyal adalet getirmekse, boyun eğmek olmazdı. Ama buna karşı, düzenden ve servetten yana olan soyluların ihtiyaç duyduğu din yorumu kısa sürede imdada yetişti. Başta Eşari olmak üzere Sünni âlimler, İslami devlet başkanına isyanı haram saydılar. Zalim de olsa. Bütün fıkıh mezhepleri anlaştı bu konuda. Ebu Hanife de öyle dedi, Maturi de. Hatta sosyolog İbni Haldun da.
İki üç yüzyıllık ilk dönem kamplaşmaların ardından, kesin hatlarla netleşmiş bir İslam anlayışı diğer eğilimleri yok ederek hâkim hale geldi. Bu anlayış, servet sahiplerinden yanaydı ve zalim iktidara boyun eğmeyi dinin emri sayıyordu. Böylece İslamı dondurarak, yöneticilerin dini haline getirdiler. Halkın da diniydi İslam, ama kendi başlarına dua ile yetindikleri ve iktidarı destekledikleri sürece. Halk, mal mülk işlerine karışmayacak, sosyal adalet için haykırmayacaktı (Humeyni bu yüzden İran’da, “Sendikaların yönetime karışması ve işyerlerinde müdahil olması İslam’a aykırıdır” diye fetva vermişti. Ülkemizde de, İslami anlayış tümüyle liberal kapitalizme bel bağlamış, küresel emperyalizmin bölgedeki ajanı haline gelmiştir. Faiz mi? Onun adını değiştirip, helal hale getirdiler).
Öyle derler, Ebu Zer bir savaş sırasında bineği yürümediği için, malzemelerini sırtında taşımış. Bunu duyan Hz. Muhammed, “O yalnız yaşayacak ve yalnız ölecek” demiş. Fakirlerin kaderi mi bu? Yalnız yaşamak ve yalnız ölmek. Shakespeare, sanki Ebu Zer’in “Evinde ekmek olmadığı halde kınından sıyrılmış kılıcıyla başkaldırmayan adama şaşarım” dediğini bilerek yazmış şu dizeleri: “Var olmak ya da olmamak,/ İşte bütün mesele./ Gözü dönmüş talihin fırlattığı taşların, okların acısına/ İçin için katlanmak mı daha soylu,/ Yoksa bu dertler denizine karşı silaha sarılmak/ Ve son vermek mi dertlere…”
(18 Şubat 2009)
Kaynak: Birgün, 2009
İrtibat: burhansonmez@hotmail.com