Bir Sınıf Savaşının Anatomisi: Özak Tekstil Direnişi -İktibas
Arkadaşımız Fatma Betül Kocaaslan’ın Özak Tekstil direnişinden yola çıkarak sınıf savaşının cephelerini anlattığı yazıyı Halka Dergi‘den iktibas ettik, ilginize sunuyoruz.
Urfa Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Özak Tekstil işçilerinin başlattığı ve hâlâ devam eden direniş, bir süredir gündemimizde. Bu direniş, Türkiye işçi sınıfının içinde bulunduğu şartları ve “sınıf”ın düşmanlarını çok net işaret etmesi açısından oldukça önemli.
Türkiye’de son zamanlarda şahit olduğumuz işçi direnişleri genellikle işçilerin sendikalaşma ve ücret mücadelesinden ortaya çıkıyor. Özak’ta ise durum biraz daha farklı. İşçiler fabrikada yaklaşık dokuz yıldır örgütlü olan Hak-İş’e bağlı Öz İplik-İş sendikasını değiştirmek istedikleri için örgütlendiler. İşçiler yıllardır patronla iş birliği yaparak işçileri ezen, hakaret eden, tehdit eden bu sarı sendikadan kurtulmak istediler. Özak işçilerinin, sarı sendikaya karşı örgütlenmesi yeni bir durum değilmiş aslında. Bundan önce işçiler bir kez daha sendika değiştirmeyi denemiş. Üç yıl önce örgütlenerek Disk Tekstil Sendikası’na geçmeye çalışmışlar fakat pandemi sürecinde çeşitli nedenlerle bunu başaramamışlar, süreç yarım kalmış. İşçilerin maruz kaldığı zulümler ise hiç değişmeden devam etmiş. Baskı ve mobbing altında uzun saatler boyunca çalışmaya devam etmişler, kadın işçiler tacizlere ve tehditlere maruz kalmış. Birkaç ay önce ise, artık bu koşullarda çalışmaktan bıkan, tepelerine çöreklenmiş sarı sendikadan kurtulmak isteyen işçiler yeniden harekete geçtiler. Direnişteki işçilerin anlattığına göre, işçiler kendi aralarında çoğunluğu sağladıktan sonra BİRTEK-SEN sendikasına ulaşmışlar. 2022’nin başında kurulan bu bağımsız sendikaya, 750 işçinin 450’si kısa bir süre içerisinde üye olmuş. Bu hızlı örgütlenme, işçilerin içinde bulundukları durumun ne kadar dayanılmaz boyutlara ulaştığını gösteriyor bizlere.
İşçiler üye olduktan sonra, sendika Urfa’da kalabalık bir toplantı düzenlemiş. İşçiler, bu toplantıda işyerinde yaşadıkları sorunları, sarı sendikanın tutumlarını anlatmış. BİRTEK-SEN sendikası Malatya İl Temsilcisi Halime ile yaptığımız bir söyleşide, işçilerle yapılan bu toplantının onu çok etkilediğinden bahsetmişti. Fabrikada çok fazla kadın işçi çalışmasına rağmen, sendikanın düzenlediği bu toplantıya sadece 5-6 kadın işçi katılabilmiş. Kadınlar kürsüye çıkarak fabrikada yaşadıkları tacizi, baskıları, sendika temsilcilerinin kadınlara yönelik tehditlerini anlatmışlar. Bu toplantıdan birkaç gün sonra BİRTEKSEN üyesi Seher işten atıldı. Onun işten atılması adeta direnişin kıvılcımını ateşleyen olay oldu. İşçiler, arkadaşlarının işe geri alınması ve işyerindeki baskının bitmesi için iş durdurdular, direnişe geçtiler.
Fabrikadan dışarıya çıktıklarında ise karşılarında sadece patron ve sarı sendikanın olmadığını fark etti işçiler. Valilik o bölgeye özel eylem yasağı çıkarttı, fabrikanın bulunduğu bölge barikatlarla çevrildi, işçilerin fabrikanın sokağına dahi girmeleri engellendi. Jandarma fabrika önünde işçilere tomayla, biber gazıyla, copla saldırdı. Yani, işçiler sırf başka bir sendikaya geçmeye çalıştıkları için, günler boyunca devlet şiddetine maruz kaldılar, dayak yiyerek defalarca gözaltına alındılar.
Direnişin 11. gününde, fabrikanın bulunduğu sokak barikatlarla kapatılınca işçiler yağmurdan korunmak için Organize Sanayi Bölgesi’ndeki camide beklemek istemişti. Fakat işçilerin camiye girmesi Urfa Müftüsü tarafından engellenmişti. İşçiler, “Allah’ın evinden bizi kovamazsınız” diye tepki gösterince, müftü alanı terk etmek zorunda kalmıştı. Devlet sadece jandarmayla, vali ile işçileri engellemeye çalışmadı bu süreçte aynı zamanda devletin ideolojik aracı haline dönüştürülen camileri dahi işçilere kapatmaya çalıştı. Adeta “devlet” tüm kurumlarını Özak patronunu korumak, hakları için direnen işçileri bastırmak ve böylece bölgedeki diğer işçilere de gözdağı verebilmek için seferber etti.
Bu Özak işçilerinin birçoğu için ideolojik bir kırılma anlamına da geliyor. Şimdiye kadar arkasında “devletinin” olduğunu düşünen, anayasal haklarının devlet korumasında olduğunu varsayan, milliyetçi duygulara sahip işçiler, hakları için mücadele etmeye başladıklarında, devletin tüm kurumlarıyla onların karşısında yer aldığını, şiddetle onları bastırmaya çalıştığını gördü.
Lenin, 1899’da kaleme aldığı “Grevler Üstüne” yazısında tam da bu durumdan bahseder. Lenin’e göre, grev ve direniş süreçlerinde, işçiler sadece patronların sömürüsünü ve sınıf çıkarlarını daha iyi idrak etmekle kalmaz, aynı zamanda devlet ve hukukun işlevi konusunda gözü açılır. Özak işçilerinin eylemlerde sıkça dile getirdiği, “dostumuzu, düşmanımızı bu süreçte tanıdık” cümleleri tam da bu ideolojik dönüşüme işaret eder.
23 Ocak’ta işçiler direnişi İstanbul’a taşıdıklarında yaptıkları basın açıklamasında bunu çok çarpıcı bir şekilde şöyle dile getirmişlerdi:
“Bizden korkuyorlardı, çünkü birleştik, gücümüzü onlara gösterdik. Ama artık daha fazla korksunlar. Biz iki ay önceki Özak Tekstil işçisi değiliz. Biz karşımızda kimlerin olduğunu, yanımızda kimlerin olduğunu iki ay içinde çok iyi öğrendik. Biz birleştiğimizde neleri başarabileceğimizi, işçiler olarak nasıl kazanabileceğimizi iki ay içinde çok iyi öğrendik. Biz artık kime karşı, nasıl mücadele etmemiz gerektiğini çok iyi biliyoruz. Öğrendiklerimizi de bıkmadan, usanmadan işçi kardeşlerimize anlatacağız.”
Özak direnişi, sınıf savaşının neye benzediğine dair bize önemli ipuçları veriyor. Bir yanda patron ve sarı sendika, bir yanda valilik, belediye, müftülük gibi devletin resmî kurumları, bir yanda jandarma, polis gibi devletin askeri gücü, bir avuç işçiye savaş açtı. Neden? Çünkü, işçilerin birliği, bağımsız bir sendikada örgütlenmeleri sermaye için gerçek bir tehdit oluşturuyordu. Bu direniş öyle bir şiddetle bastırılmalıydı ki, bölgede ucuz işgücü olarak kullanılan, uzun saatler boyunca zorla çalıştırılan, tacize maruz kalan işçiler bir daha böyle bir şeye kalkışmamalıydı. İşçiler süreç içerisinde devletin ve sermayenin tüm imkânlarını seferber ettiği bu savaşın, bir sınıf savaşı olduğunu daha iyi fark etti. Direnişlerini İstanbul’daki Özak Holding önüne taşıyan işçileri ziyaret ettiğimizde, bir kadın işçi süreci “adeta bir savaştaydık” diye anlattı bizlere.
Sınıf savaşının hangi cephelerde yürütüldüğüne bakarken, patriyarkanın da kadın işçilerin mücadele verdiği ayrı bir cephe olduğunu unutmamamız gerekiyor. Özak işçisi kadınlar, sınıf savaşının ön cephelerinde savaşırken bir yandan da patriyarkanın cephelerinde savaştılar. Direnişin ilk süreçlerinde, kadın işçiler, sarı sendika temsilcileri tarafından tuvaletlere çekilerek üye oldukları bağımsız sendikadan istifaya zorlandılar, istifa etmezlerse özel hayatlarını ailelerine söylemekle tehdit edildiler. Özel hayatıyla tehdit edilerek haysiyetine saldırılanlar erkekler değil, kadın işçiler oldu. Çünkü kadın işçilerin üzerinde ailenin bir korku ve baskı aracına dönüşeceği biliniyordu.
Bu yüzden, Urfa gibi muhafazakâr aile yapısının hâkim olduğu bir bölgede, gündelik yaşamlarında dindar kimliklerini koruyarak yaşayan kadınlar, patronun, sarı sendikanın, devletin yanı sıra bir de ailelerine ve çevrelerine karşı bir mücadeleye giriştiler. Bu çok zorlu ve yıpratıcı süreçte kimi kadınlar tehditlere boyun eğmek zorunda kaldı, kimisi aile baskısı yüzünden sendikadan istifa ederek işe geri döndü. Ama tüm bunlara rağmen, direniş çadırında bir kadın işçinin anlattığı gibi, onların direnişi kadınların pek fazla söz hakkına sahip olmadığı bir bölgede birçok tabunun yıkılmasına da sebep oldu. Kadınların çalışmak için bile epey mücadele etmesi gereken bir ortamda, kadınların işçi mücadelesine öncülük edecek şekilde alanda olması, devletin güçleriyle karşı karşıya gelmesi, iki ay boyunca vazgeçmeden hakları için direnmesi, hem Özak işçisi kadınlar hem de bölgedeki diğer kadın işçiler çok önemli bir kazanım oldu.
Özak işçileri, iki aydır Urfa’da devam eden direnişlerini 23 Ocak’ta İstanbul’a taşıdılar. İki haftadır, Zeytinburnu’nda Özak Holding önünde direnişlerine devam ediyorlar. (Direnişi öznelerinin ağzından, ateş başında otururken dinlemek isterseniz direniş çadırına bir paket çay alıp gidebilirsiniz) İşçilerin en temel talepleri, işten atılan tüm işçilerin işe iade edilmesi ve üye oldukları BİRTEK-SEN sendikasının işveren tarafından tanınması. Bu yüzden fabrikanın üretim yaptığı Levi’s ve Zara markalarına da sürekli çağrı yapıyorlar, bu markaların mağazalarının önünde eylemler düzenliyorlar.
Özak işçilerinin direnişi patronla işbirliği yaparak işçileri ezen, bürokratlaştıkça yozlaşan, yozlaştıkça işçinin karşısına daha çok dikilen sarı sendikalara karşı bir direniş olarak, Türkiye’de sendikaların zulmüne maruz kalan tüm işçilerin direnişine dönüştü. Hakları için mücadele ederken devletin zulmüne maruz kalmış tüm işçilerin sesi oldu.
Gözünü kulağını işçi sınıfının gündemine, mücadelesine kapatmayanlar için bu direniş oldukça öğretici. Savaşın taraflarını çok net çiziyor, bizim de sınırı nereden çekmemiz gerektiğini çok net gösteriyor. Ancak ezenle ezilenin savaşında, sadece tarafımızı belli etmek yetmiyor, bizim de cepheye inmemiz gerekiyor.
Cepheye inmenin ilk adımı, yönümüzü ve politik gündemlerimizi dönüştürmek olmalı.
İşçi sınıfının kapitalist sömürüye, sendikaların baskısına; kadınların ataerkil aileye karşı verdiği haysiyet mücadelesi Türkiye’deki Müslümanların asıl gündemlerinden olmalı. Çünkü insanlığımızı ve hayatımızı ablukaya almış olan kapitalizm, patriyarka, ulus-devlet gibi zulüm sistemleri en temelde insanların “kula kul edilmesine” dayanır. Bu yüzden sömürü ve zulme karşı yürütülen mücadeleler, aynı zamanda kula kulluğa karşı verilen mücadelelerdir. Müslümanlar olarak, bu kulluk sisteminin ve sömürünün son bulması, adil ve eşit bir dünyanın mümkün olabilmesi için kendi dilimiz ve eyleyişimizle mücadeleye katılmak zorundayız.
Yazının kaynağına buradan ulaşabilirsiniz.