Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm

Arkadaşımız Osman Özarslan’ın son günlerde gündem olan intihar vakaları üzerine Birikim’de yayınlanan yazısını iktibas ettik.

OSMAN ÖZARSLAN

Geride bıraktığımız hafta, dört kişilik bir aile İstanbul’da Fatih’te intihar etti. Olayın şekli tam net olmamakla birlikte, sızan haberlerden ve bulgulardan anlaşıldığı kadarıyla, Antalya’da bir adam da iki çocuğunu ve eşini zehirleyip öldürdükten sonra kendisi de intihar etti.[1]

İstanbul’daki intihar ve Antalya’da aile içi cinayete bulanmış intihar vakaları, pek çok bakımdan psikolojinin konusu. Ayrıca, âdet olduğu üzere, olaylar üzerinde yayın yasağı ve fiilî sansür sürüyor. Dolayısıyla, bilgiler henüz fragmanlar halinde ve bölük pörçük. Bu durum, olayı toptan değerlendirmeye müsaade etmese de, fragmanların sızdırdığı öngörülerin müsaade ettiği kadar, içinden geçmekte olduğumuz şeyin ve bize yaklaşanın ne olduğu hakkında birtakım spekülasyonlar yapmak mümkün.

Hükümet ve onun harikalar diyarı havuz medyası, istediği kadar, diplomaside dünya hakimiyiz, ticarette işler tıkırında, enflasyon düştü, faizler düştü, ticaretin önü açıldı, eğitimde bütün okulları imam hatip yaptık, dindar nesli yetiştiriyoruz, ordumuz muzaffer, milletimiz kaim, ailemiz muhafazakâr… diyedursun, bu yaşanan intihar-cinayet olayları meselenin pek de öyle olmadığını gösteriyor. Bilhassa, toplumun alt kesimlerinin yaşadığı mali darboğaz ve geçim sıkıntısı üzerinden; AKP elitinin hayati önemler atfettiği muhafazakârlık, aile, dindarlık, dindar mahalle gibi veçhelere bakmaya çalışalım.

Fatih, Tevekkül ve Ölüm

Fatih’teki toplu intihar vakasının ardında, Akit, Dawkins’in Tanrı Yanılgısı kitabını (Akit, 2019) buldu; solak muhalefet ise Antalya’daki intihar/katliam olayının ardından, ailenin babasının Twitter hesabından atılmış ak-trol mesajlarını kendi tribünlerine servis ederek, ailenin başına gelmiş olanların onlara müstahak olduğuna vehmetti.[2] En son, Altan-Ilıcak’ın tahliyesi olayında olduğu gibi, bu olayda da, toplumun net bir şekilde lacivertin iki farklı tonunda ama net bir şekilde “biz” ve “onla” olarak ikiye bölündüğünü gördük. Düşünsel macerasını büyük oranda sosyal medya ortamlarında yaşayan ve kimliğini burada sergilediği kimlikler üzerinden var eden, büyük toplumsal kitle ak-troller ya da sol-troller, olaylara en temel, toplumsal, sosyal, hukuksal merceklerle bakmak yerine bizi ve onları kuran, dostluk-düşmanlık duygularıyla bakıyorlar.[3]

Trolleşme, akıl-mantık-izan gibi daha makbul düşünsel araçları bir kenara bıraktırıp, duygudaşlık üzerinden kampları kurup, insanları amigolaştırırken, bir şey daha oluyor; zaten yayın yasağı, sansür, oto-sansür gibi yaptırımlarla, bilgiyi iyice erişilmez kılan tertibat daha muntazam hale geliyor ve uzun zamandır yapamadığımız gibi, aslında ne olduğu/olmakta olduğu üzerine, esastan bir tartışma yapma imkânı tümden ortadan kalkmış oluyor.

Biraz daha salimen düşündüğümüzde, geçtiğimiz hafta, İstanbul/Fatih’te yaşanan ilk aile intiharı pek çok bakımdan içinden geçtiğimiz sürece ilişkin önemli ipuçları barındırıyor.

Bilindiği üzere, AKP iktidarı, Fatih-Sultanbeyli gibi semtlerden, Kayseri, Konya gibi kentlerden mayalandı. AKP’nin mukaddesatçı evreni, büyük oranda, buralara bakılarak, buralarda yaratılmış olan değerlerin, yani merkezin dışında kalmış olan “dindarlık”ın merkeze doğru kutlu yürüyüşü, kenarda kalmış necip ve muhafazakâr nüvenin dar’ül harp olarak ilan ettiği elitisit/Kemalist devleti fütuhatının tecellisi olarak kurgulandı.

AKP mukaddesatçı, dindar bir yaşam arayışı olarak, en fazla, merkezinde muhafazakâr ailenin durduğu mahalle, esnaf, millet, ordu, devleti giderek artan bir vurguyla sahiplendi. Ne var ki, AKP’nin söylemi, hatta belki arzuları böyle şekillenmiş oladursun, AKP’nin 24 Ocak kararları ile başlayan, Özal, Demirel, Çiller, Ecevit hükümetlerince yoğrulan ve bizzat AKP’nin asrısaadetinde yoğunlaştırılan (2003-2012 yılları arası), bizimki gibi çeper/taşra/azgelişmiş ülkelerde, toplumun her birimine karşı yıkıcı bir savaş ilanı anlamına gelen neoliberal politikalar, buna müsaade etmedi.

Toplum atomize oldukça, aileler birey birey parçalandıkça, 1960-2000 yılları arasındaki dönem yeni bir neoliberallik nostaljisi olarak pek çok biçimde, ve nostaljik temalara uygun olarak ekseriyetle çocukça bir dramatizm ile reklamlarda, dizilerde, filmlerde, sağ-popülist söylemde, pop-şarkılarda, hatta kamu spotlarında bile yeniden yeniden üretildi.[4]

Borçluluğun değişik biçimleri ama özellikle, kredi ve kredi kartı borçlanması, daha çok kadın ve erkeğin maaşını ve daha çok ailenin atalık mülklerini gasp etti, neoliberal borçlandırma daha çok insanı gayri meşru (esrar içme/satma, definecilik, fal-muska, dolandırıcılık ya da kolay para kazanma hırsıyla dolandırıcılığın mağduru olma…) arayışlara itti.[5]

Hülasa, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, AKP tarzı muhafazakârlığı aile üzerinden var edebilmek için, bin türlü numara döndürse, bin bir takla atsa da, 1960-70’ler ailesi nostaljik bir asrısaadet olarak yalnızca dizilerin, filmlerin ve reklamların konusu olabildi.

Daha da kötüsü, gene AKP’nin muhafazakâr aile-toplumun garantörü olarak gördüğü dindarlık bütün okulların imam hatiplere dönüştürülmesi, her türden selefi, gayri selefi ekibin vakıflar ve diyanet üzerinden desteklenmesi[6] ve “Cumhuriyet’in kazanımları”na karşı aleni savaş ile desteklenmesine rağmen, Diyanet’in (2017) örtbas edilen raporunda olduğu gibi, bilhassa gençler arasında deizm-ateizm gibi eğilimler giderek artıyor.

Devlet dindarlaşırken toplumun, bilhassa gençlerin dinden uzaklaşması yalnızca, kendisini din ile bütünleştirmeye çalışan AKP ve bir ahir zaman halifesi olarak Tayyip Erdoğan’ın, yolsuzluk ve usulsüzlük iddialarıyla lime lime dökülmüş imajları ile alakalı değil; daha da ötesinde, şimdi hükümetin 2 numaralı formasını giyen Numan Kurtulmuş’un bir zamanlar işaret etmiş olduğu İslâmcı-muhafazakâr kesimlerde sınıfsal yarılma giderek derinleşiyor, gene Kurtulmuş’un deyimiyle söylersek “Harun gibi gelenler Karunlaşırlarken…” (Youtube, 2018) “komşusu açken tok yatanlar” artıyor, “şefaat ya resulullah” desturundaki mağfiret arayışı yerini “inşaat ya resulullah” (Bora, 2017) kibrine bırakıyor… Fatih-Harbiye karşıtlığının tatlı sularında fırtına koparanlar (seküler-dünyevi-Kemalist vs. gelenekçi, muhafazakâr, dindar), Fatih-Başakşehir (Çavdar, 2010) arasındaki sınıfsal çatışmaya karşı bigâne kalmış görünüyorlar.

Aile olarak hayata, üstelik dindar muhafazakârlığın kalesinde tutunmaya çalışan bir aile, “bu milletin …na koyacağız”[7]  diyen bir müteahhidin de ortak olduğu elektrik firmasının, bu ailenin belki de hayatla kurduğu son ilişki olan hanenin elektriğini kesmesinin ardından müteahhit ve avenesi, iktidara karşı verdikleri taahhüdü yerine getirmiş oluyorlar…

Fatih’te yaşayan dört kardeş, birbirlerini böylesi zalim bir dünyada arkada bırakmamak için ritüelistik bir şekilde bu dünyayı lanetleyip intihar ederlerken, olay mahallindeki bütün izler, bir intihardan ziyade, aslında, AKP iktidarının neoliberal politikaları etrafına üşüşmüş müteahhitler, bezirgânlar tarafından işlenen bir cinayete işaret ediyor, sanki.

Antalya-Konyaltı, Kırılgan Turizm, Hercai Eğlence

2001-2002 yılları boyunca, Türkiye’nin siyasal ve sosyal hayatında en fazla tartışılan başlık, sosyal patla(ya)ma(ma) olmuştu. Ankara ve İstanbul’da yoksulluğa karşı birkaç göstermelik gösteri ve hurdacıların birkaç kez Kızılay meydanında şiddetli gösterilerini saymazsak, yaşanan büyük banka-kredi yolsuzluğuna ve yoksullaşmaya rağmen, halk anladığımız anlamda sosyal olarak patlayamıyordu. Gene, kriz, siyaset, sosyal patlamanın konuşulduğu (henüz AB’nin bir seçenek olduğu ve NTV‘nin de iyi kötü televizyonculuk yaptığı yıllarda) bir programa konuk olarak katılan Ahmet İnsel, sosyal patlama meselesine şöyle bir içtihat getirdi: “Aslında büyük bir sosyal patlama yaşanıyor ama anladığımız anlamda değil, içeriye doğru.” İnsel, son derece haklı bir şekilde, sosyal patlamayı sokaklara bakarak değil, yoksul mahallelerin balkonlarında karısını ya da çocuğunu rehin alıp “geçinemiyorum” diyen kent yoksullarına… ardı ardına kapanan esnaf dükkanlarına… gerek gerçekten gerekse şov yapmak için Boğaz köprüsüne çıkan insanlara… bakanlıklar etrafında kendisini yakan, dahası başbakana yazar kasasını fırlatan esnaflara/insanlara, yani örgütsüz, çaresiz, devletinin elinde şiddet aygıtlarından başka bir şey bulunmayan bir topluma bakarak, bu sosyal dünyanın çıkışsızlığının insanlarda yarattığı basıncın, içeriye doğru yarattığı patlamaları anlamaya ve anlatmaya çalışıyordu.

Şimdi de, hem Antalya’da hem de İstanbul’da yaşanan olay benzer bir şekilde, toplumun içeriye doğru patlamaya başladığının en net göstergesi. İstanbul/Fatih’in tersine, ikinci intiharın yaşandığı yer olan Antalya/Konyaltı, Türkiye’nin hem kültürel, hem de mali sermayesinin en canlı olduğu yerlerden birisi. Türkiye’nin turizm tarihi boyunca, metrekare başına en fazla turistin ziyaret ettiği bölge muhtemelen Konyaltı-Kemer arasındaki yaklaşık 60 kilometrelik sahil şerididir. Bölgenin bu özelliğinden dolayı, özellikle yaz aylarında, buranın sokaklarından hayat fışkırır; seküler dünyeviliğin bütün suretleri (alkol, kumsal, tesettürden uzak giyim, reisin öngördüğü takip mesafelerinin kadın-erkek ilişkilerinde sıklıkla ihlal edilmesi vb.), AKP muhafazakârlığına karşı burada büyük bir dirençle sürdürülür.

Konyaltı muhiti, Antalya’nın diğer bölgelerine göre hem emlak değeri bakımından hem de kira bedelleri bakımından oldukça yüksektir ve bu bakımdan buralarda, genelde tuzu kuru insanlar yaşar (ki, intihar olayının yaşandığı sitenin adı eğer tesadüf değilse, Türkiye’nin bir başka emlak-müteahhitlik markası olan Talip Yörükoğlu’nun adını taşıyor).

Ama tüm bu keyif ve canlılık, son derece kırılgandır. Türkiye’de belki insanlar en fazla, Antalya’da turizm ve turizm oryantasyonlu işlerde batarlar. Bu durumun böyle olmasında, elbette gene, Özallı yıllarda bir endüstri haline getirilmeye çalışılan bacasız sanayi/turizmin iç ve dış siyasete entegre olmuş olması son derece belirleyicidir. Örneğin, Rus uçağı düşürüldüğünde, turizm gelirleri bakımından en fazla yıkıma uğrayan bölge Konyaltı-Kemer hattında faaliyet yürüten turizm şirketleri olmuştu. Hükümet, sonraki yıllarda bu kırılganlığı güçlendirmek için, özellikle kurban bayramlarını, 9 günlük resmî bayram tatilleri ile özendirilmiş iç turizm ataklarına çevirdi. Üstelik bunu, hayvancılık ile geçinen ve kurbanlarda vole vurmayı bekleyen kırsalın mahvını ve İslâmiyet’in en önemli ritüelistik ibadetlerinden birisi olan kurbanı ilga etmeyi göze alarak yaptı.

Ne var ki, AKP ne yaparsa yapsın, turizmin yaralarını saramadı. Zira, rüşvetçi bürokratlar, haraç kesen mafyatik yapılar ve turizmde kaliteyi tümden tüketmiş ve Türkiye turizmini üçüncü lige indirmiş olan “her şey dahil sistemi” para kazanmayı imkânsız hale getirmişti. Dolayısıyla, Fettah Tamince gibi tatil sektöründe, tur-otel şirketleri aracılığıyla kartel haline gelebilmiş birkaç AKP’li turizmci dışında, ne çalışanlar için, ne de turizm işletmecileri için,  müreffeh bir hayat sürmek için beklenen güzel günler bir türlü gelmiyor…

AKP ve Tayyip Erdoğan’ın, diplomaside liyakatten ziyade sadakati öne çıkardığı iç politikayı dış politikaya, turizmi dış politikaya, ticareti dış politikaya entegre ettiği ama dış politikayı da yolda düzelen bir yörük göçü gibi gördüğü artık herkesin malumu. Türkiye’nin sahillerinde, özellikle Rus-Arap turistlere hizmet veren otelciler, diplomasi krizleri, turizmin dibe vurmasına neden oldukça, sinek avlamaktan artan zamanlarında, hükümet erkânı bir yerlere daha sataşıp da (mesela, Antalya turizminde önemli bir yer tutan Korelilere) turizmi batırmasın diye dua ediyorlar.

Memleketin ticaretinin böylesine belirsiz ve kırılgan hale getirilmesi, diplomasinin yerini kişisel husumetlerin alması, özellikle turizm gibi dış politikaya son derece bağımlı sektörlerde, insanları felaketlere sürüklüyor. Antalya’da yaşanan olay aslında bir aile cinayeti/intiharı gibi görünse de, aslında intihar eden devlet babanın kendini öldürmeden önce vatandaşlarını mahvetmesinin bir serencamı…

Sonuç

Durkheim’in sosyolijiyi kuran temel metinlerinden birisi olan İntihar‘a (2013) göre, insanlar, alkol, kumar, psikolojik anomiler ve benzerlerinden den ziyade, din ile mesafelerine göre intihara yakın ya da uzaktırlar. Daha dindar ülkeler, örneğin Katolik İtalya daha yoksul ama daha dindar bir memleket olarak daha az intihar eder, daha dünyevi ama daha zengin Protestan kuzey ülkelerinde ise insanlar daha çok intihar ederler… Marx’ın meşhur metaforuna bir kez daha dönersek, din belki de insanları uyuttuğu, uyuşturduğu için değil, bu kalpsiz dünyaya bir kalp verip insanlara, bu dünyada yaşamak için sebepler verdiği için, kitlelerin afyonudur… Ama AKP iktidarında, dinsel olan o kadar dünyevileşti, dünyevi olan o kadar dinselleşti, pek çok hayati kaynak gibi din de AKP ve neoliberalizm için o kadar kolonize edildi ki, ahaliye şükredip tevekkül edecek bir yer bile kalmadı…

İşte bu yüzden insanlar, kaybetmiş/tutunamamış insanlar gibi değil de, sevdiklerini ve kendilerini kapıya dayanmış düşmana teslim etmek istemedikleri zamanlardaki gibi, intihar ediyorlar veya sevdiklerini öldürüyorlar.


Bibliyografya

Lazzaroto, Maurizio. (2016) Borçla Yönetmek. İstanbul: Otonom Yayınları.

Lazzaroto, Maurizio. (2014) Borçlandırılmış İnsanın İmali. İstanbul: Açılım Yayınları.

Graeber, David. (2015) Borç: İlk 5.000 Yıl. İstanbul: Everest Yayınları

Akit. (2019) “Ateist Kitap Dört Kişiyi İntihara Sürükledi”, https://www.yeniakit.com.tr/haber/ateist-kitap-4-genci-intihara-surukledi-951848.html

Diyanet Dergisi. (2017) “Deizm, Ateizm, Nihilizm Kıskacında İnsanlık” (Dosya). Diyanet dergisi. Ankara: DİB Yayınları.

Youtube. (2018) “Harun gibi gelip Karunlaşanlar, firavunlaşanlar”,  https://www.youtube.com/watch?v=WUsJFYYOBGs

Bora, Tanıl. (der.) (2017) İnşaat Ya Resulallah. İstanbul: İletişim Yayınları.

Çavdar, Ayşe. (2010) “Müslüman Gettoda Çakma Modernite”, Express, https://www.academia.edu/413086/M%C3%BCsl%C3%BCman_gettoda_%C3%A7akma_modernite

Durkheim, Emile. (2013) İntihar. İstanbul: Pozitif Yayıncılık.


[1] Adnan Menderes Üniversitesi’nde sosyoloji son sınıf öğrencisi, hocalarının ve arkadaşlarının deyimiyle üstelik feminist ve aktivist bir kadın, üçüncü kattan atlayarak intihar etti. https://www.mansetaydin.com/haber/3298746/aydindaki-intihardan-dram-cikti

[2] https://twitter.com/search?q=selim%20simsek%20antalya&src=typd

https://twitter.com/search?q=selim%20simsek%20antalya&src=typd

[3] Toplumun duygular üzerinden yarılmasına ilişkin oldukça önemli bir yazıyı Kemal Can, Gazete Duvar için kaleme almıştı. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/11/09/o-kadar-onemli-degiliz/. Duyguların siyaseti ve sosyolojisi üzerine daha ayrıntılı bir araştırma için bkz. https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/05/04/ekonomik-kriz-agirlasirken-ak-partili-olmak/

[4] Muhafazakârlığın, olgun esnaflar öncülüğünde birbirine sahip çıkan mahallecilik versiyonu, 2000’lerin başında, AKP’nin henüz umut vaat ettiği günlerde, Ekmek Teknesi dizisinde oluşturuldu ve burada oluşturulan konsept, sonra pek çok diziye gene bu dizide meşhur olan Hasan Kaçan’da mücessem tipleme ile pek çok diziye/filme ilham oldu.

[5] Borç meselesi, temelde üretim ve pazar demek olan kapitalizmin neoliberal dönemdeki üçüncü fazı. Borçluluğun, genel olarak neoliberal dünyada ne iş yaptığı için bkz. (Lazzaroto, 2015, 2014; Graber, 2015)

[6] Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2018 yılında hazırlattığı anlaşılan “Türkiye’deki Dinî-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Akımlar” başlıklı “gizli” çalışmasına bakarak şunu söyleyebiliriz ki Diyanet diğer mezheplere-tarikatlara savaş açmaya hazırlanan, selefi ekolün bir karargâhı haline gelmiş gibi görünüyor.

[7] 17-25 Aralık günlerinde, yayınlanan tapelerin belki de en sarsıcısı, müteahhit ve değişik elektrik konsorsiyumlarında ortaklığı bulunan Mehmet  Cengiz’in bu sözleriydi. Tartışmanın ayrıntıları için bkz. https://eksisozluk.com/bu-milletin-amina-koyacagiz–4213981

* Öne çıkan görsel kaynak yazından alınmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir