Kemal Tahir – Batılaşma, Bürokrasi, Halk
1920’lerin ilk yarısındaki uygulamaların eleştirisi
Vatan-millet lafı edenler var. Mübadil mallarını bölüşüyorlarmış kodamanlar… Musul parayla satılmış… Olmaz diyen Lâzistan mebusu Şükrü Bey, Topal Osman gibi bir rezile boğdurulmuş… Hiyle katılmış son seçimlere… Bununla yetinmek Terakkiperver Parti kapatılmış. Şeyh Sait ayaklanmasını bahane edip söz hürriyetini, yazı hürriyetini ortadan kaldıran Takrir-i Sükûn kanunu çıkarılmış… Gazeteciler İstiklâl Mahkemesi’ne verilmiş kanunsuz… Niyetleri terör yoluyla diktatörlükmüş… Yaşanmaz hale gelmiş memleket… Oysa, cephelerde İttihatçı subayların gayretiyle, cephe gerisinde İttihatçı memurların, İttihatçı eşrafın gücüyle kazanılmış zafer… Hânedanla Halifeliğin kaldırılması İngilizlerin işine geliyormuş aslında… Bunu böyle düşünenler vatan haini sayılmış… (s. 56)
1924 yılı panoraması, yolsuzluk, komitacılık, basının susturulması
İlk önemli dedikodu, savaş sırasında halktan mal olarak toplanan olağanüstü vergiler yüzünden çıkmış, bunlar makbuz karşılığı, zaferden sonra parayla ödenmek şartı ile alınmıştı. “Ödenmeyecek, ödense bile zamanı belirsiz” fısıltısı yayıldığı, bunun getirdiği güvensizlik ortamında bazı iktidar kodamanlarıyla ortaklarının, makbuzları yok pahasına topladıkları söyleniyordu. Arkadan, Yunanistan’daki Türklerle yer değiştiren Rumların bıraktıkları gayrimenkul malların gene iktidar kodamanlarınca türlü yollardan haksız olarak bölüşüldüğü gürültüsü koptu. 1924 yılı başlarında, zaferden ancak bir yıl sonra bu mesele muhalifler tarafından Büyük Millet Meclisi’ne getirildi, gazetelerin manşetlerine çıktı. Derken savaş sonunda memleketi bırakıp kaçmış Ermeni zenginlerinden büyük rüşvetler alınarak, mallarını satabilmek için bunların gizlice geri gelmelerinin sağlandığı ileri sürüldü. Zonguldak Mebusu Halil Bey’le Erzurum Mebusu Rüştü Paşa bir takrir verip soruşturma açılmasını istediler. İçişleri Bakanı Ferit Bey’i suçladılar. Söylentilere göre yalnız bir tek işde kırk beş bin lira rüşvet alınmıştı. Rezilliğin ucu aynı zamanda mebus olan avukat Necmeddin Molla’ya dayanıyor, onu da aşarak eski başvekillerden Fethi Bey’e bulaşıyordu. Gazetelerin yazdıklarına göre iktidar gücünü kullanarak çıkar sağlayanlar yalnız bunlardan ibaret değildi. Antep Mebusu Kılıç Ali Bey’le Rize Mebusu Rauf Bey’in ilişiğinden de söz edilmeye başlanmıştı. (Kılıç Ali Bey’in İstiklâl Mahkemesi üyesi olması söylentilere çok kötü anlamlar veriyordu.) Ferit Bey İçişlerinden çekildi. Kılıç Ali Bey Rauf Bey’le birlikte, kendileri gibi mebus olan İleri gazetesi sahibi, başyazarı Celal Nuri Bey’i, gündüz ortası tabanca kabzasıyla gazete idarehanesinde bayıltana kadar dövdüler, orada bulunan birkaç başka mebus önünde, kafasını birkaç yerden yaraladılar. (s. 75-76)
1925 yılı panoraması, parti kapatma, basının susturulması, “büyük inkılaplar”, Kemalizm eleştirisi
1925 yılının 13 şubatında Doğuda Şeyh Sait ayaklanması patladı. Bundan 12 gün sonra Başvekil Fethi Bey ana muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ne Şükrü Kaya Bey’i yollayarak partiyi kapatmalarını, yoksa kan döküleceğini bildirdiyse de, 6 gün sonra yerini İsmet Paşa’ya bırakarak çekilmek zorunda kaldı. Hemen “TAKRİRİ SÜKÛN” adlı bir kanun çıkarılıp gazetelerin kapatılmasına girişildi. Biri başkaldırma mıntıkasında olmak üzere iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin İstanbul şubeleri basıldı. Şeyh Sait isyanı 62 gün sürerek 15 nisan 1925’te bastırılmıştı. Bundan bir buçuk ay sonra, muhalif partinin basılan şubelerinin kapatılmasına Ankara İstiklâl Mahkemesi karar verdi, bu karar Vekiller Heyetince onaylandı. Büyük gazetelerin başyazarları bu arada Elaziz’deki İstiklâl Mahkemesi’ne gönderilmiş, gazeteleri geçici olarak kapatılmıştı. Ötekiler vartayı bu kadarla atlattılar ama Hüseyin Cahit beş yıl sürgün cezasına çarptırılıp Çorum’a gönderildi. Daha sonra, iktidar gazetelerinin “BÜYÜK İNKILAPLAR” adını taktıkları değişmeler sökün etti. Kastamonu’ya giden Gazi Paşa “Buna şapka derler” diyerek kafasına hasır şapkayı geçirdi. Yedi gün sonra “Memurlar şapka giyecek” emri çıktı. Bir ay sonra İstanbul’un ikinci seçmenleri, o zamana kadar “Vatan kurtaran arslan” olarak tanıtılan Kâzım Karabekir, Rafet Paşalarla eski başbakanlardan Hamidiye kahramanı Rauf ve eski bakanlardan Adnan Beylerin mebusluktan çekilmelerini isteyen bir bildiri yayınladılar. Tam bir ay sonra, 30 kasım 1925’te tekkelerle zaviyelerin kapatılması kararı çıktı. Aynı yılın Noel yortusuna rastlayan 26 aralıkta eski tarihin yerine İsa’nın doğumuyla başlayan frenk tarihi kabul edildi.
Bundan sonra kısa aralıklarla İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu yürürlüğe girdi. Böylece, 1826 yılında yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıyla gerçekten başlamış olan Batılılaşma gidişi olağan sonucuna ulaşmış oldu.
Kara Kemal Bey düşüncesinin burasında, hep öyle biraz kederli, gülümserken, önce kaşlarını çattı, sonra, yerinden kalkacakmış gibi davrandı. Asıl en önemlisini unutmuştu. Bundan yirmi altı gün önce, 18 mayısta, Şeyh Sait isyanı yüzünden kurulan İstiklâl Mahkemelerinin çalışma süresi 7 mart 1927’ye kadar uzatılmış, bu karar başkaldırmanın bastırılmasından tam on üç ay üç gün sonra alınmıştı.
Daha önemlisi, kurulurken idam yetkisi tanınmamış olan Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne bu yetkisi tanınmamış olan Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne bu yetkinin verilmesiydi. Artık bu mahkeme, sekiz ay yedi gün sürece avukatsız adam yargılayacak, yargıtaysız margıtaysız adam asabilecekti. (s. 76-78)
Bürokrasi-halk ilişkisi, halkçı siyaset
Anadolu savaşını başarıya ulaştıran asker-sivil kadronun çoğunluğu İttihatçıydı. Bunlardan küçük bir grup Gazi Paşa’nın takımına katıldı. İlk çatışma, Padişahlık-Halifelik meselesinde patlak verdi. Demek ki, er geç karşı kaşıya gelecektik. Kaçınılmaz kaderdi bu… İktidarda olan yıpranır. Yıpranan iktidar nasıl alaşağı edilir, ustasıyız biz… Gücümüz de yeter buna… Yakın tarihte göstermişiz, bir kere iktidarı ele geçirdik mi, naparız muhaliflerimize… Tutulacak iki yol var! Doğrusu köklü reformlarla halka gitmek… Halkın içinde çalışmak, halktan çıkacak yeni idareci kadrolarla halka dayanmak… Bunu göze alamazsan, kendini buna hazır göremezsen… Nitekim 1908’de biz göremedikti, o zaman kalıyor, eskisiyle idareye çabalamak… Eskisiyle idareye çabalayım dedin mi, haksızlığı, kanunsuzluğu, hırsızlığı, devlet-hükümet nüfuzunu kötüye kullanmayı katiyen önleyemezsin. Yıpranırsın. Muhalifler ne kadar kaltaban olsa, bakarsın ki, adım adım iktidara yaklaşıyorlar. O zaman bir bahane uydurup baskıya girişeceksin! Uydurmuyorum, kendimizden biliyorum. İzmir İktisat Kongresi’nde Halkçılar liberal sistemden yana olduklarını resmen açıkladılar. “Eski düzeni sürdüreceğiz, ayanla, eşrafla iş göreceğiz, kadrolarımızı değiştirmeyeceğiz, Türkçesi halka gitmeyeceğiz,” demekti bu… Terörü seçmekti.
Öteki yol… Doğru yol kolay değil… Kocaman Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, iki milyon kilometrekareyi idare eden memur-asker kadroları, yedi yüz bin kilometrekarelik bir yere sıkışmış… Bunlar dururken halktan yeni halkçı kadrolar yetiştirmeye kalkmak, hem yürek ister, hem bilek iste, hem de gerçek bilim ister. Bundan başka, biz batılılaşma belasına kapıldık kapılalı, batılıları okşayarak, etekleyerek memlekete çağırdık. Bunların burada gizli açık kum gibi örgütü var. Bu örgütler, idareci kadroların her basamağıyla gizli açık ilinti kurmuş… Çoğumuz çocuklarımızı bunların okullarında okutup yüksek tahsil için bunların memleketlerine yolluyoruz. Yeni halk kadrolarına gitmek demek bunlarla açıkça boğuşmaya girmek demektir. Batılılaşma tarihimizde hiçbir idare, hiçbir devlet adamı şimdiye kadar göze alamadı bunu… Almış görünenlerin en kabadayısı da… En çok sıkıştırana karşı çıkarken, ötekine dayanmak zorunda kaldığından, birinin pençesinden çıkıp öbürünün pençesine girdi. Durum bugün de başka türlü değil… (s. 102-103)
[Kara Kemal’in ağzından, 1926]
Kaynak: Kemal Tahir, Kurt Kanunu, 3. Bs., Tekin y. İst. 1982 [1969]
1 Response
[…] akşamları 22:00′de yayımlanan dizinin ilk bölümü 7 Şubat 2012 Salı akşamıydı. Kurt Kanunu‘nun öneminin, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında, özellikle de 1924 ve 1925 […]