Lütfi Bergen – Batı’dan Kapitalizmi Yıkacak Bir Devrim Çıkmaz
Geçenlerde sitemizde yayınlanan bir Harvey röportajı üzerine Lütfi Bergen bizimle sağ olsun aşağıdaki yazısını paylaştı. Harvey’in istikrarlı antikapitalist ve Marxist arayışını takip etmek ve peşinde olduğu paylaşımcı ve alternatif toplumsal arayışı izlemek gerektiğini düşündüğümüzden röportajı keyifle paylaştık. Kapitalizm ve küresel hegemonik düzen üzerine yapılan tartışmaların pradigma farklılıklarından dolayı farklı veçheleri olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu durum meseleleri değerlendirirken farklı pencerelerden yapılan okumalara dikkat kesilmeyi de gerekli kılıyor. Bir arayış olarak bizi daha iyiye götürecek olan konusunda netleşebildiğimiz ölçüde dünyaya güzel bir söz söyleme şansımız devam edecektir. Bu metni kendi aramızda yaptığımız yazışmalarda Bergen’in yazısını beğendiğimi belirtmem üzerine, Harvey röportajına sunum yazan arkadaşın teklifi ile yazıyorum.
Bergen, bu topraklarda mevcut sömürü düzenine karşı alternatif olabilecek ekopolitik bir arayışı ciddi ve istikrarlı şekilde sürdürme gayretinde olan ve bu anlamda somut ve rakamsal verilerle, somut sonuçlara dair kafa patlatan ülkemizdeki nadir kalemlerden birisi. Yazdığı her metin bu anlamda dikkate haiz. Aşağıda paylaştığımız yazısı Harvey’in sistemin içerden bir şekilde dönüşeceğine dair umudunun anlamsız olduğu tezi üzerine kurulmuş. Bu anlamda yaklaşımını ortaya koyarken tarihsel ve rakamsal verilerle birlikte Batı düşüncesinin içinden kalemlerin bazı tespitlerini metindeki tezi güçlendirmek için kullanmış. Nihayetinde vardığı sonuç belki bazılarımız için klişe gibi gelecek olan Doğu-Batı Savaşı’nın/Haçlı İstilası’nın devam ettiği şeklinde. Her ne kadar yazıda belirtilmemiş olsa da buna ilaç olarak sunduğu çözüm; sanayi devriminin üretim anlayışına toptan bir karşı çıkışla yerli üretim ve tüketim modelinin tesisine dönük bir takım yaklaşımlar olarak kendini gösteriyor. Kalkınmacı ekonomi perspektifi yerine esnafı ve çiftçiyi güçlendiren, şehirleşmenin tersine işletilmesi gerektiğini vurgulayan, daha az tüketen ve daha yavaş yaşayan bir toplum yapısına dönülmesi gerektiğini düşünen bir paradigma üzerinden meseleye yaklaşıyor. Harvey’in kapitalist toplumda vatandaşlık maaşına ve özel mülkiyetin kaldırılarak kollektif mülkiyete geçilmesi gerektiği düşüncesi kadar hayali gelebilecek bu yaklaşım üzerine de düşünmek ve pratik zeminlerine bakmak lazım. Harvey, Marksist olması hasebiyle ve sistem üzerinden meseleyi değerlendirmesiyle daha gerçekçi bir zeminde konuşuyor şeklinde düşünülebilir ancak Bergen bir çok yazısında bu durumda kendi içinde tutarlılık barındıran tezleri, toplumsal olarak içinde bulunduğumuz sosyolojik gerçeklikler üzerinden eleştiriyor. Yazısında Batı-içi ve Batı-dışı toplumlarda yaşayan bireyler için kazın ayağının aynı olmadığını ve olamayacağını anlatmaya çalışmış.
Bergen’in söylemi, bu anlamda hayalperest ve ütopik olarak değerlendirilebilir ancak bunca yıllık geçmişine ve kanlı tarihine rağmen kapitalist Batı toplumunun da kendi içinde kayda değer bir çözüm bulamamış olması ve sistemin sürekli kendini yeniden üretmeye devam etmesi, Harvey’in söylediklerinin de hayalperest ve ütopik olarak değerlendirilmesine imkan tanıyor. Bu bağlamda salt sistem eleştirisi üzerinden giden tartışmalar yerine tabandan yayılan ve bireysel ahlaki tavır alışların göz hizasında yaygınlaştırılmasını gözeten söylemlerin daha gerçekçi bir zemin olduğunu düşünüyorum. Kişisel görüşlerimi daha uzatmadan, bu tartışmaya katkısı olacağını düşündüğüm yazıyı ilginize sunuyorum. Bundan sonra da sanırım bu isimleri ilgiyle takip etmeye devam edeceğiz.
LÜTFİ BERGEN
BATI’DAN KAPİTALİZMİ YIKACAK BİR DEVRİM ÇIKMAZ
Bütün devrimci düşünceler Batı’da gelişmiş ve Doğu düşüncesinde zemin bulmuştur. Doğu’daki yerel iktidarları devirmeye muvazzaf kılınmışlardır. Batı’dan kapitalizmi yıkacak bir devrim çıkmayacaktır. Çünkü Batı yapabileceği son devrimi kapitalist toplumsal dönüşümle birlikte bitirdi. Müslümanlar emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi kabul etmedikleri için Doğu toplumlarındaki çelişkiyi zalimler/mazlumlar ikiliğinde/dualitesinde/dikotomisinde aradılar. Zalim ve mazlum dikotomisini ise yerel iktidarlar karşısında etnik/dinî/Sosyalist perspektiften okudular. Oysa temel çelişki Doğu/Batı çelişkisidir.
İnsanlığı oluşturan milletler iki çatışmacı kutba ayrılmışlardır. Bütün Avrupa toplumlarının 500 ve ABD-Kanada nüfusunun 400 milyon olduğu varsayılırsa 2013 itibariyle 7 milyar düzeyinde olan tüm dünya nüfusunun % 13’ünün yerkürenin maddi tüm zenginliklerini ele geçirmek için devasa bir sistem kurduğu anlaşılacaktır. Demek ki, Batı halkları adı verilen AB/D’nin dünya halklarına nazaran “Efendi halklar” konumunda olduğu söylenebilecektir. Efendi halklar kendilerine civilisation / uygar demekte ve kendilerinden başka toplumları uygarlığı elde edememiş, ilkel, vahşi, yerli kavimler şeklinde değerlendirmektedir. Kapitalizm, uygarlığın bir tezahürü olarak tarih sahnesine çıkmış ve insanlığın ilerlemesine, toplumların kalkınmasına hizmet etmektedir. Efendi halkların entelektüellerinin tezi budur. Batı, kapitalist üretim biçimi adını verdiği iktisadî sisteme yönelik büyük bir meşrulaştırma içindedir. Erich Weede “Amerikan hakimiyetinin sonu hukukun üstünlüğü, ekonomik özgürlük, kapitalizm ve demokrasi gibi Batı’da doğmuş fikirleri ve idealleri tehdit edebilir” (WEEDE, 2012: 94) diyebilmektedir. Toynbee de benzeri bir şeyden bahsetmişti: “Batı uygarlığı hayattan silinirse, Batı uygarlığının götürüldüğü yerlerde Avrupalı öz yaşamaya devam edebilecek midir?” (TOYNBEE, 1980: 105). Weede, kitabının bir başka yerinde daha da ileri giderek dünyadaki eşitsizliğin “geri kalmışlık avantajları ve ileri olanlara yetişme fırsatları doğurduğunu” dahi savunur (WEEDE, 2012: 114). Weede’ye göre demokratik barış olarak adlandırılan kapitalist barışın bileşenlerinin üzerinde yükselen bir refah doğar. “Korumacılık nihaî olarak sadece kendi kendiyle çelişen bir güvenlik politikası anlamına gelmez. Ahlâkî açıdan karşı çıkılabilir, çünkü önlenebilir yoksulluğu destekler ve uygulamada ırkçılıktan kolayca ayırd edilemez. Serbest ticaret ise ayrımcılık yapmama konusunda, kozmopolit ahlâka dayanır” (WEEDE, 2012: 113). Weede, “yoksulluk azaltılabilir” diyerek Asya’nın “sadece son yirmi yılda milyarlarca insanın yoksulluktan kurtulduğuna şahit olduğumuz bir mucize” olduğuna işaret eder. Uzun vadede yoksulluğun tamamen üstesinden gelinebileceğine vurgu yapan Weede, bunu sağlamak için yoksul ülkelerde kapitalizmi teşvik etmek gerekliliğini vurgular. Anlaşılacağı üzere Batı’da ortaya çıkmış kavramlar kapitalist eşitsizliği korumaya ve yoksul halkların yoksulluktan kapitalizm içinde kurtuluşuna adanmış gibidir. Weede, “Dünyadaki eşitsizlik kapitalizme bağlıdır. Kapitalizmin bazı grupları fakirleştirmesine değil fakat onu uygulayanları zenginleştirmesine bağlıdır” (WEEDE, 2012: 114) ifadesiyle meseleyi zenginlik / yoksulluk ekseninde ele alır ve yoksulluktan kurtulamamanın da kapitalizmi uygulamamaktan kaynaklandığını imâ eder. Weede, kapitalist eşitsizliği, yoksulluktan kurtuluş için bir ivme ahlâkı şeklinde tasavvur ederken “sömürge halklar” kavramını geri plana atmaya dikkatle özen gösterir. Batı kapitalizmini besleyen şey sömürgecilik olduğu halde “kapitalist barış” kavramını ortaya atarak yoksulluğun bir diğer sebebi olan savaşların küreselleşme ve tek kutuplu hegemonik uluslararası sistemler tarafından engellendiğini ileri sürer. Olan biten şudur: Batı’nın dünya egemenliğinin temeli Doğu’nun denetimine dayanmaktadır.
Dünya ekonomik yapısının temel durumu Doğu/Batı çatışmasıdır. Batı’nın Doğu’yu kolonizasyonu ile, Doğu’nun Batı’ya yıkıcı (barbar) saldırısı tarihin çatışmacı ve emperyalist yürüyüşüdür. Batı, kenti ile ve Doğu, göçebe askeri yığını birbirine çullanmaktadır. Uygarlık, Batı’da kapitalizmin elinde kent temelli emekçi sınıf üretti. Ancak uygarlığın tek yüzü Batı kapitalizmi olmamıştır. Doğu uygarlıkları da tarım temelli bir emekçi sınıf olan angaryacılığı üretmiştir. Batı’nın ideolojisi sermayecilik ve endüstri ise, Doğu’nun ideolojisi de kölecilik ve insan emeği idi. İslam, Anadolu’da bu iki yönelişe de fırsat vermeyen yeni bir emek ve bölüşüm ufku getirmiştir. Baykan Sezer’in dediği gibi, Batı’nın dışsal sorunu, dünya egemenliği sorunudur. Batı, uygarlığın getirilerini ve elde ettiği üstünlüğü diğer uluslarla paylaşma amacında değildir. Batı, oluşturmuş olduğu yapılanmayı dünyadaki tüm uluslara dayatmıştır. Batı’nın getirdiği düzen bütün uluslarca benimsenmelidir. Bu düzen uluslararasıdır ve uygarlığın ta kendisidir (KIZILÇELİK, BSSA- 2008: 108). Baykan Sezer’e göre modernleşme kuramları, yeryüzünün bütün toplumlarına bir modernleşme ölçütü olarak Batı’nın geçirmekte olduğu tarihsel dönemleri dayatmaktadır. Dünya tarihi, Batı gelişme çizgisinin tüm tarihi belirlediği savına uygun bir dönemlendirmeye tanık olmaktadır. Tarih öncesi çağdan sonra dünya tarihi üç ana başlık altında ele alınmaktadır. Bu başlıklar İlk, Orta, Yeni Çağlardır. Her biri Batı tarihinde görülen kölelik, feodalizm, kapitalizm aşamaları ile kesişmektedir. Bu dönemlendirme Batı’nın geçmişte de dünyanın merkezi olduğu savından kaynaklanmaktadır. Dönemleme işlemi tek başına yeterli olmamakta, bu aşamaların birbirini nasıl izledikleri de açıklanmaktadır. Gelişme çizgisi ancak bir toplum düzeninin aşılarak daha ileri bir toplum düzenine geçilmesiyle mümkün olacaktır (SEZER, 1988: 108). Kızılçelik Batı’nın Avrupa ve Amerika tarafından birlikte inşa edildiği fikrinden hareket ederek modernlik olarak Batı’yı oluşturan üç unsurdan (modern ulus- devletlerin yönetilmesi, kapitalizm, endüstriyalizm) bahseder; “Bu üç öğe yayılmacıdır. İhraç edilmek üzere tasarlanmışlardır” (KIZILÇELİK, SS- 2008: 266). Kızılçelik’in bu ifadesini “Batı’nın sömürgecilik ile oluştuğu, bahsettiği üç unsurun ise sömürgeciliğin sürekliliğinde araç olarak sistematize edildiği” şeklinde okuyoruz.
Batı’nın sömürgecilik sonrasında elde ettiği insan ve hammadde kaynaklarını sömürgeciliği sürekli kılmak için dönüştürmeye yönelik arayışlara girdiği ve modernleşmeyi keşfettiğini söylemek gerekiyor. Modernleşme, yerli / kırsal üretim biçimlerini tasfiye etmek için Mümtaz Turhan’ın kavramlarıyla “mecburi kültür değişmesi”ni tatbik edecek kadroların önünü açarak hareket etti. Mecburî veya Empoze Kültür Değişmesi ise ayrı kültürlere sahip iki içtimaî grup veya cemiyetten birinin diğerini tazyik etmesi veya idarî nüfuz veya iktidara sahip bir zümrenin yabancı bir kültürü veya bunun muayyen bazı unsurlarını ekseriyetin arzusu hilafına kendi cemiyetine zorla kabul ettirmesi, şeklinde açıklanır (TURHAN, 1987: 52). Modernleşmenin ikinci safhası ise “serbest kültür değişmesi”dir ve bu değişme icbardan çok talep edilir bir yönelimdir. Turhan’a göre, Serbest Kültür Değişmesi bir içtimaî grup veya cemiyetin yabancı kültüre sahip cemiyetle temasa geldiği zaman hiçbir dahilî veya haricî tazyik altında bulunmadan o kültürün muayyen bir kısmını alıp benimsemektir.
Endüstriyalizm işte bir serbest kültür değişmesi olarak sömürge ülkelerde yıllar sonra tek kurşun dahi atmadan içerden yıkımı sağlayan kutupların oluşturulmasına hizmet etmektedir. Böylece Batı, “Kalkınma”, “İlerleme”, “Refah toplumu”, “Hukukun üstünlüğü”, “Adalet”, “insan hakları” anlatısı ile bölgelere (sömürgelere) müdahil olabiliyor. Hem bölge ülkelerin nüfuslarının mezhebî/ideolojik/etnik olarak kutuplaşmış, birbiriyle çatışmış parçalarına silah satışı yapılıyor ve hem de bölgelere barış/hukukun üstünlüğü/temel insan hakları konularında rehberlik edecek insiyatif kazanılıyor. Batı’nın küreselleşme politikaları, küreselleşmenin yıkıcı etkilerinin doğurduğu madunların öfkesini Batı dışı coğrafyaya hapsederek Batı’yı kendi anlatımı bakımından üstün bir konuma da taşımaktadır. Küreselleşme ve endüstriyelleşme, uygarlığın önlenemez yayılışının yeniden tanımlanmasıdır. Dünya ölçeğinde önlenemez yoksullaşma üretmekte ancak yoksullaşmanın çözümünün de yine kapitalist teknolojik yapılanma ile gerçekleşeceğini önermektedir. Sömürgecilik yaptığı halde bu gizlenmekte, Batı’nın üstün iktisadi yapısının teknik/endüstriyel başarı ile gerçekleştiği propaganda edilmektedir. Batı, kendi burjuvazisinin çıkarlarını koruyan piyasa yasalarını, piyasanın işleyişi ile ilgili üretim ve pazar ilişkilerini, satışları, fiyatları, tüketim emtialarını, kültürel refleksleri tüm dünyaya dayatmaktadır. Bu nedenle uygarlık, Batı dışı toplumları “tarih dışı”, “zaman boyutundan yoksun” kılmakta olan bir anlatı üretmekle tezahür etmektedir.
Batı dışı toplumlar sömürgeciliğin empoze kültürü nedeniyle kapitalist sistemin teknik mühendisliğinin tecessümüne bir inanç nazarıyla bakar hale gelmişlerdir. Bilim ve teknik, metropol, kentleşme, otomobilleşme, endüstriyel üretim, pazar mekanizmaları, kadın ve erkeğin cinsiyetsiz iş paylaşımları, vs. gibi tasavvurlar din öğretisinin doğmalarına döndürülmüştür. Bütün dünyada tekniğe hayranlık duyma, ona adeta tapma hali evrenselleşmiş bir yeni din, Saint Simon’cu “Yeni Hristiyanlık” biçimine döndürülmüştür. Batı dışı toplumlar “Efendi halklar”ın bir devamı olan ve onlarla birliği temsil eden, kendilerini “dünya pazarı” ile bütünleştiren kalkınma tutkusuna ve bunun endüstriyel araçlarına sahip olmaya yakalanmışlardır. Kalkınma, refah toplumu kavramları, Batı’nın sömürgelerden çalarak var ettiği statüye, hayat biçimine özenti içermektedir. Gelişmeye özenmek, bilime/tekniğe rasyonel bir metodla sarılmaktan öteye geçmiştir. Batı, saatte 300 km hızla giden bir YHT yapınca, daha ülkesinde buharlı tren işletemeyen toplumlar üzerinde teknik üstünlük sebebiyle hak ve daha önemlisi egemenlik tesis edebilmektedir. Sömürgecilik, teknik üstünlüğe sahip egemenlerin doğal zenginliklere sahip köle halkları mal ve emekleriyle boyunduruk altına alınmaları tarzına dönüştürülmüştür. Batı’nın bu boyunduruğu tersine dönüştürme şansı bulunmamaktadır. Batı, kendine göre ilkel gördüğü toplumları makina/teknik/ulaşım sistemleri ile tek bir dünya pazarına bağlamış durumdadır. Batı dışı dünyada batı’nın kapitalist modeline karşı geliştirilmiş endüstriyel olmayan bir düşünce mecrası gelişememesinin temel nedeni Batı’nın dönemsel tarih kurgusunu teknik üstünlükle dayatan kültürel biçimlenmesidir. Batı teknik/bilimi “sömürge toplumları”nın ortak dili, inancı, dini haline gelmiştir. Batı’nın kapitalist güç istenci, sınırsız birikim biçimi/yığdıkça yığma/tekasür biçimini almakta, vecd halini ise üretimin sınırsız gelişmesinde bulmaktadır. Batı dışı toplumlar da bu gücü, refahı, doyma biçimini elde etmek için çırpınmaktadır. “Kalkınma, refah toplumu idealleri teknik/endüstriyel bir toplumla gerçekleşir” inancında/dininde olan Batı dışı toplumların bunu gerçekleştirmek için yerel iktidarlarla çatıştığı ve bu arada sömürgeciliği sürekli yeniden üreten sistematize eden Batı toplumlarına çatışma teorisinden bakmadıkları Batı tarafından anlaşılmış görünmektedir. Bu nedenle Batı’da “Hukukun Üstünlüğü” gibi kavramlar sürekli idealize edilmekte ancak Batı’nın kendi iç çelişkileri giderilememektedir. Batı’dan kapitalizmi yıkacak bir devrim çıkması mümkün değildir. Batı toplumlarının alt sınıfları dahi batı dışı toplumların yoksullarına göre burjuvalaşmıştır. Gerçek sınıf savaşımı Doğu proleteryası ile batı kapitalizmi arasındadır.
– KIZILÇELİK Sezgin, Baykan Sezer’in Sosyoloji Anlayışı, Anı Yayıncılık, 2008
– KIZILÇELİK Sezgin, Sefaletin Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, 2008
– SEZER Baykan, Türk Sosyolojisinin Ana Sorunları, Çağ Basım, 1988
– TOYNBEE Arnold, Medeniyet Yargılanıyor, Yeryüzü Yayınları, 1980
– TURHAN Mümtaz, Kültür Değişmeleri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1987
– WEEDE Erich, Güç Dengesi Küreselleşme ve Kapitalist Barış, Liman Kitapları, 2012
sevgili lütfü abi, temel argümanını ve kaygını anlamlı bulmakla beraber, ne yazık ki fazlasıyla olan bitene gözleri kapalı ve dolayısıyla biraz dogmatik bir noktaya savruluyorsun.
* teorik olarak dünyada tek bir çelişki vardır, diğerleri onun yanında çok da önemli değildir demek, son derece körleştirici ve hatta yeri geldiğinde zalimleştirici bir şey. daha çoklu ve karmaşık bir algımızın olması lazım ki adaletsizlikleri tespit edebilelim, şahitlik görevimizi yerine getirebilelim.
* Doğu-batı ayrımın çok sorunlu. Japonya’yı ne yapacaz? Peki İsrail? Güney Kore, Taiwan ve Singapur’u nereye koyalım? Suudi Arabistan mesela senin kategorik algınla bir ülke olarak eziliyor mu gerçekten? Avusturulya ve Rusya’yı dahil etmemen de ilginç. Bari ulusdevletsel eşitsizliklere dikkat çekmek isteyenlerin artık daha çok tercih ettiği kuzey-güney ayrımını kullansan biraz daha özgürleştirici olabilir söylediğin ama bu haliyle çok müslüman dünyası merkezli, kibirli ve alternatif bir emperyalist hevesli tınısı oluyor.
* Temel analiz birimi olarak bu kadar ulus devlet merkezli düşünmek ve ulus devletlerin içlerini homojenmiş gibi tahayyül etmek gerçekten çok garip geliyor bana. Evet dünyada emperyalizm diye bir şey var, İsrail hakikaten çok güçlü, “batı” diye tarif ettiğin kesimin kalantorları birbirini tutuyor ve dışardan gelen bir tehdit olduğunda birleşme eğiliminde, ama dönen tüm dolapları ve adaletsizlikleri buraya indirgeyemeyiz. Bugünün en “gelişmiş” ülkesi ABD’nin gelir dağılımının en eşitsiz olduğu ülkelerden biri. Amerikada yüzbinlerce insan açlık tehlikesi içersinde, devlet ve sivil toplum yardımlarıyla yaşıyor…
* Gerçekliklerden kopuk derken de kastım şuydu: anlattığın paradigma üzgünüm ama 70li yıllarda yine solcular tarafından üretilmiş ve yaygınlaştırılmış olan “bağımlılık kuramı”. Senin ima ettiğin kadar özgün ve burada şekillendirilmiş bir düşünüş değil. Bu kuram Wallerstein, Arrighi gibi üreticileri tarafından bile epey revize edildi çünkü kapitalizmin bu kuramın ilk anlattığı halden farklı bir şey olduğu (ya da farklı bir hale dönüştüğü) anlaşıldı. Bugün bu kuramın sahipleri de amerikan hegemonyasının çöküş aşamasına girdiğini, yeni bir hegemonun yükseleceğini ve bu yeni hegemonun en kuvvetli adayının da çin olduğunu söylüyorlar. yani kapitalizm “ulus devletler” arasındaki hiyerarşiye çok da ihtiyacı olmadığını, buna dayanmadığını, asıl olarak bu hiyerarşiden beslenmediğini çoktan gösterdi. senin “doğu”nun içinden pek çok yeni hegemon adayı doğdu. BRIC diye tabir edilen ülkeler var, Çin’i bir yana bırakıyorum, “gariban” Hindistan’ın küresel şirketleri bugün Afrikayı parselleme yarışının en güçlü adaylarından. Türkiye’nin fazla aşağı kalır bir yanı yok, ortadoğunun inşaatı türk patronlardan soruluyor, tekstilciler mısırda onlarca fabrika açıyor, ülker çoktan küresel bir dev oldu vs… Yani velhasıl elbette bir “batı-hristiyan” güç odağı var, kendi hesabı var vs. ama kapitalizm çoktan farklı ulusdevletlerden/kültürlerden/coğrafyalardan gelen patronları kabul ettiğini, onları içerebildiğini gösterdi. Yeter ki kapitalizm oyununu kuralına göre oynasınlar, yeni pazarlar açsından, kapitalizm çarkının işlemesine katkı sunsunlar, kendi coğrafya ve toplumlarını sömürsünler, sömürtsünler…
Kapitalizmin asıl motorunun ve derdinin ulusdevletler arası eşitsizlik değil, her şeyin fütursuzca (emek, doğa, para) metalaştırılması olduğunun en net ve bariz görüldüğü bir dönemdeyiz ama sen tam tersi bir şey savunuyorsun. Bu biraz garip kaçıyor.
Bir kültürel hristiyan/müslüman, ya da ekonomi politik “gelişmiş” ülkeler/ “gelişmemiş” ülkeler gerilimi ve eşitsiz ilişkisi elbette ki var ve önemli. Bunu önemsememek, yok saymak senin ima ettiğin gibi hata ve hatta zalimlik olur. Haklısın. Ama kalkıp da asıl ve tek çelişki budur deyince hem anlamsız hem de gerçeklerden çok uzak kaçıyor abi. Maruzatım budur.
sevgiler, saygılar
şu yazı da kafa açıcı gelebilir:
http://www.emekveadalet.org/arsivler/8052
Lütfi Beye yazısı için teşekkür ederim. Önemli bir tez savunuyor. Tez önemli, çünkü bu fikir uğruna Müslüman dünyada insanlar canını veriyor, kan döküyor. Ama bence yazı isabetli bir mücadele stratejisi çizmiyor. Birkaç cümle üzerinden açıklamak istiyorum.
“Dünya ekonomik yapısının temel durumu Doğu/Batı çatışmasıdır.” Bu tasnifte Japonya’yı, Güney Kore’yi, Güney Amerika ülkelerini bir yere koymak mümkün değildir. Doğu-Batı tasnifi, 16. Yüzyıldan bu yana Batı yarıküresinde müstemlekecilikten ve emperyalist politikalardan mağdur olan toplumları görmezden gelmektedir. Bu tasnif fakir ülkelerdeki işbirlikçi sınıfları ve zengin ülkelerde mazlum emekçileri değerlendirme dışında tutmaktadır. Mücadele stratejisi kurmak için dünyada somut şartlardan hareket etmek gerekmez mi?.
“Batı toplumlarının alt sınıfları dahi batı dışı toplumların yoksullarına göre burjuvalaşmıştır.” Bunu, sistemde merkez ülke işçileriyle dayanışmanın imkânsızlığını anlatmak için 20. Yüzyılda çevre ülkelerinde devrimciler söylemekte idi, ve haklıydı. Ancak 1980li yıllardan bu yana merkez ülkelerinde firmaların sınaî üretimi çevre ülkelerine kaydırması neticesinde merkez ülkelerinde işçiler tedricen işçileşmektedir. Merkez ülke işçileri azar azar çevre ülkelerindeki işçilerle çıkar yakınlığını anlamağa başlamış gibidir. Bundan henüz stratejik sonuçlar çıkarılamaz; ama mücadele stratejisi oluştururken dünyada toplumsal değişmeleri doğru tespit etmek gerekmez mi?
“Gerçek sınıf savaşımı Doğu proleteryası ile batı kapitalizmi arasındadır.” Batı kapitalizmi ne demektir? Kapitalizm cihanşumül tek bir sistem değil mi? Doğu kapitalizmi Batı kapitalizminden farklı mıdır? Doğu proletaryasının davası Doğu kapitalizmini savunmak mıdır?
“Müslümanlar emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi kabul etmedikleri için Doğu toplumlarındaki çelişkiyi zalimler / mazlumlar ikiliğinde / dualitesinde / dikotomisinde aradılar. Zalim ve mazlum dikotomisini ise yerel iktidarlar karşısında etnik / dinî / sosyalist perspektiften okudular. Oysa temel çelişki Doğu / Batı çelişkisidir.” Cemaleddin Afganî’den Mithat Paşaya kadar nice Müslüman aydın emperyalist devletlerin zulmü ile müstebit hükümdarın zulmü arasında yalpaladı durdu. Çevre ülkelerinde mazlumlar bu ikisinden birini tercih ederek sistemin tuzağından kurtulamaz. Çünkü hepsi aynı sistemin unsurudur.
Saygılarımla.
Bence burada gözden kaçan birinci şey; doğu batı ayrımının coğrafilikten çok zihniyet farklılığına işaret eden muhayyel bir tartışma alanı olduğudur. Coğrafi zeminde değerlendirmek bence sahici bir zeminde ele almamak olur. Bu ön kabulle zaten yazı devasa bir mantık hatası üzerine kurulmuş olacaktır ki ben şahsen Bergen’den bunu beklemem. Şu durumda temel eksikliği bu doğu-batı dikotomisinin görece olarak muhayyel bir düzlem bile olsa yaklaşım farklılıklarını barizleştirmekteki etkililiğidir diyebiliriz. Bunun iiçin kullanılan doğu proleteryası-batı kapitalizmi savaşı kavramsallaştırması kafi görülmemiş olabilir. Ancak kendi adıma kafamda canlandırabiliyorum.
Bu çelişki ve gerilim hattı tarih boyunca varlığını devam ettirmiş bir şekilde. Şu gün evrildiği zeminde paranın ve emek piyasasının olabildiğince mobilize edildiği ve sermaye sahiplerinin istedikleri alana istedikleri zaman girebildiği bir sistem tasarımı üzerinden sadırı varlığını ve imkanını devam ettiriyor. Bence Bergen’in kastı bu muhayyel ama olabildiğine hırçın saldırganlığa karşı bir blok ve tavır alış geliştirmenin daha sahici olduğu şeklinde. Tabi şunu da daha bir açıklığa kavuşturmak lazım sanki; batının kendi içinde bir devrim çıkaramayacağının garantisi nedir?