Ayşe Çavdar – Hayır Derken..

Ne yapmalı, nasıl yapmalı? Bu aralar toplumsal muhalefetin bileşenleri, emek ve adalet arayışının dervişleri olarak kendimize en sık sorduğumuz sorular olsa gerek. Ayşe Çavdar bu sorulara, ne yapmamalı ile mukabele etmiş ve referandum kampanyası sürecinde toplumsal muhalefeti bekleyen tuzakları, tehlikeleri ve boşlukları tek tek sıralamış. Bu kıymetli ikaz ve önerileri hepimizin dikkatine sunmak istedik. Yol haritamızı beraberce çizebilmek için…

AYŞE ÇAVDAR

“Hayır” derken…

TBMM’de oylanan ve referanduma sunularak anayasa değişikliği yapması arzulanan yasanın olağanüstü koşullar altında, bu olağanüstü koşulları yaratan siyasi iradeye, daha da olağanüstü yetkiler vermek üzere hazırlandığı ortada. Bu değişikliğe “evet” diyecek olanlar ikiye ayrılıyorlar: İlk grup söz konusu olağanüstülüğün farkında olan ve zaten bunun için “evet” diyecek olanlar  ki bunlar arasında da başlıca iki grup var: Mevcut olağanüstü koşullardan pozitif manada, yani çıkar sağlayarak yararlananlar ve bir de bu olağanüstü koşullara, sona ermesinden korktukları için, yani negatif motivasyonlarla bağımlı olanlar (emir dinlemek suretiyle karıştığı hukuksuzlukların faturasının bizzat kendisine çıkartılmasından korkanlar). Tabii ki birçok bireysel örnekte bu iki durum birbiriyle çakışıyordur. Dolayısıyla bu insanlar, söz konusu dayatmayı bertaraf etmek üzere yapılacak kampanyanın hedef kitlesi dışındalar. Onları mümkün olduğunca dinlemek, argümanlarını iyi öğrenmek, tüm iddialarını akılda tutmak, yeri ve zamanı geldiğinde de aklı selimle “evet” ile aralarındaki ilişkinin niteliğini ortaya çıkartmak gerekir. Ancak bu insanlar bu dayatmaya karşı yapılacak olan kampanyanın muhatabı değiller.

Geriye ikinci grup, yani büyük bir çoğunluk, yapılacak olan anayasa değişikliğinin ne hakkında olacağından habersiz olanlar kalıyor. Bu büyük çoğunluğun en büyük ihtiyacı ise muhatap alınmak. Anayasa değişikliğini bir oldu bitti ile tamama erdirmek isteyenler, onları muhatap almayarak aslında bu çoğunluğun barındırdığı çoğulculuğun farkında olduklarını beyan ediyorlar. İşte yapılacak “hayır” kodlu kampanyanın en büyük avantajlarından biri bu. Öte yandan “evet” kampanyasının bu çoğulculuğu ortadan kaldırmayı hedefleyeceğini, yani cepheleştirme, tek tipleştirme, bir çatı altında toplama girişimine dayanacağı ortada. Bu da “hayır” kodlu kampanyanın ikinci avantajı. “Girişim” dediğim bu eğilim, AKP’nin ve Erdoğan’ın siyaset olarak elinde kalan tek şey. AKP ve Erdoğan çok ama çok uzun zamandır bu kutuplaşma, ayrıştırma ve korkutma siyaseti dışında bir alternatif ve gelecek ortaya koyabilmiş değil. Ve bu siyaseti artık iyice tanıdığımız için nasıl çözüleceği meselesine biraz kafa yorarak aslında söz konusu anayasa değişikliğinin yarattığı ahlaki ve siyasi krizi pekala —hadi kendi dilleriyle konuşalım— “fırsat”a dönüştürebiliriz. Bir başka deyişle düşmanlaştırma, kutuplaştırma siyaseti dışındaki tüm alanlar bizim.

“Hayır” kodlu kampanyanın çok önemli bir zaafı var: Yeni bir şey önermiyor olması. Sonuçta “evet” kodlu kampanya, bir değişim, bir “çözüm” öneriyor. Değişim mevcut sistem dibine kadar tıkanmış olduğu için en çok ihtiyaç duyulan şey. Tabii ki sürekli başkalarını suçlayarak sistemi tıkayanın kendisi olduğu gerçeğini hatırlatmamak için elinden geleni yapıyor AKP ve Erdoğan. Bu da “hayır” kodlu kampanyanın karşısına bir açıklık olarak çıkıyor. Önemli olan bu açıklığı, “evet” kampanyasının arzu ettiği yönde bir uçuruma dönüştürmemek. Bir başka deyişle, sistemdeki tıkanıklığın Erdoğan ve taifesinden kaynaklandığını dile getirirken meseleyi bir karşıtlığa indirgememenin yolunu bulmak. Nedir derseniz, bilmiyorum. Belki birlikte düşünerek bulabiliriz.**

“Hayır” diye başlayan kampanyaya “hayır” kodlu kampanya dememin en önemli sebebi, “hayır”ın taşıdığı olumsuzluk. Bu olumsuzluk “hayır”cıların, “evet”çilerin aksine yeni bir şey önermiyor oldukları gerçeğiyle bir araya geldiğinde iyice dezavantajlı bir durum yaratıyor. Şu halde çözmemiz gereken bir başka bilmece de bu değişime “hayır” diyenlerin ne önerebilecekleri.

Malum CHP elini atığı mevzuyu çürütüyor. HDP, tam da bu dönemeç iktidar açısından kazasız belasız dönülebilsin diye rehin alınmış durumda. Siyaset yapılabilecek diğer kamusal alan ve kurumlar da yıllardır görülmemiş baskı mekanizmaları altında harabeye dönüştürülmüş haldeler. Bırakın üniversiteleri, liseler bile sıkı kontrol altında. Dolayısıyla “hayır” kodlu kampanyanın, referandum sonrası için öneri geliştirecek ne alanı ne de aktörü var gibi görünüyor. Ve bu büyük bir kriz. Öyle bir kriz ki, Erdoğan’ı başa çıkılamaz, karşı konulamaz bir lider gibi gösteriyor. Fakat bu da yine avantaja dönüştürülebilecek bir dezavantaj. Çünkü Erdoğan artık babacan, karizmatik, arada mizaha da başvurabilen insan ve lider konumunu kaybetmiş durumda. Babacanlığın yerini öfke, karizmanın yerini ürkütücülük, mizahın yerini ise tehditler aldı. Fakat onun  bu “yeni” olmaktan çok artık saklayamadığı özelliklerini saymak da doğru yöntem değil. Çünkü Erdoğan karşıtlığı, Erdoğan ve taifesinin en çok sevdiği söylem. Erdoğan’ı bu yöntemle tek mutlak özneye dönüştürerek istedikleri mevzuya istedikleri şekli verebiliyorlar. Daha da beteri, bu söylemle bunca yılın en kudretlisi Erdoğan’ı her hal ve gidişatın mağduru ilan edebiliyorlar. Dolayısıyla anayasa değişikliğine muhalefet ederken Erdoğan’dan uzak durmak elzem. Bunun yerine insanların kendi hayatlarına, şimdiki hallerine ve gelecek beklentilerine odaklanmak, kampanyayı muhabbet ve dertleşme olanağına dönüştürerek her alana saçılmış düşmanlık tohumlarını gerekirse tek tek temizleyecek bir siyasi harekete irca etmek mümkün. Bu imkanın tek koşulu da sabır.

“Hayır” kodlu kampanyanın en büyük avantaj ve dezavantajlarından biri de merkezsiz oluşu. Herkes kendi usulünce ve dilince karşı çıkıyor bu anayasa değişikliğine. Her usulün ve dilin bir muhatabı olacağı ortada. Zaten avantajı da burada. Öte yandan bu usul ve dillerin kimi muhatapları yabancılaştıran bir işlevi olacağını da göz önünde bulundurmak lazım. Ki bu da Erdoğan ve taifesinin başvuracağı cepheleştiren, farklılıkları ürkütücü uçurumlara dönüştüren söyleme hizmet etmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Daha pek çok mesele var, ancak bu saydıklarımdan yola çıkarak yapılacak kampanyanın dili ve içeriği hakkında aklıma gelen öneriler şunlar:

“Hayır” ilk bakışta iyi bir slogan gibi dursa da “evet”in karşısında arzu ettiği cepheleşmeyi yaratıyor. Bugüne kadar kendim de çok “hayır” dedim, ancak bundan böyle çok lazım olmadıkça “hayır” dememeyi, “hayır”ı sloganlaştırmamayı öneriyorum. “Hayır” referandum öncesinde siyaset yaparken değil, sandıkta söyleyeceğimiz söz olsun. O güne kadar söyleyecek çok sözümüz var zaten.

Muhatap alacağımız ve bu defa hakikaten ketenpereye getirilen insanları bir kitlenin parçası olarak görmek yerine, her birini kendi koşulları içinde varolma mücadelesi veren tekil insanlar olarak görmeyi öneriyorum. AKP bu defa kitle siyasetine ve kitleselleştiren söyleme her zamankinden çok abanacak. Çünkü bu defa yaptığı şey Erdoğan dışında kimseyi ilgilendirmiyor. Sokağın hiçbir derdine çare olmayacak. Erdoğan dışında kazananı olmayacak bu yarışın. O yüzden de sokaklar, bireyler, mahalleler kolay bir karşılık bulamayacaklar “evet” kampanyasında. Hazır muhalefet bu kadar merkezsizleşmişken, “bak kardeşim bir çıkarım yok bu işten, ama senin de yok, oturup konuşalım” diyen, kestirip atmayan, tafsilatlı açıklama yapmaktan kaçmayan ve tabii o tafsilatı da kulaktan dolma bilgilere dayandırmayan, ille de muhatap alan, ille de muhatabının gözünün içine bakan bir söylem geliştirebiliriz. Uzun zamandır siyaset propagandaya indirgenmiş durumda, insanlar da propagandayla kendilerinden her isteneni yapabilecek iki ayaklı muamelesi görüyorlar. Bunun dışında bir siyaset imkanı sunmanın en azından cepheleştiren siyasetin bir ayağını boşta bırakacağını düşünüyorum.

Bir başka önemli mesele bu referandumu, anayasa değişikliği ekseninden çıkartıp son 15 yılın muhasebesine nasıl dönüştüreceğimiz. Bu noktada gönlü Erdoğan’a arzu ettiği mutlak gücü vermekten yana olana sorulacak soru çok.

Bugüne kadar ne zaman istediyse destek verdiğin bu kadro, bu adam, gerçekte sana ne verdi, bunun karşılığında neyini eksiltti diye sormak ve aslında insanları konuşturmak lazım.

Şimdiye kadar gördüğüm kampanyalardan birinde ünlüler konuşturuluyordu. Bu da sanki AKP’nin ünlü kartına karşı kendiliğinden ve hızlı bir refleks görüntüsü veriyordu. Oysa AKP ünlüleri konuşturuyorsa bizim ünsüzlerin sesine kulak kabartmamız gerekir.

Dahası AKP kendi kampanyasını neyin üzerine kuruyorsa bizim öbür tarafa bakmamız icap eder. Evet çok paraları var ve çok güçlüler. Tüm kamusal imkanları kendi hizmet tekellerine almış durumdalar. Ama aynı zamanda bu güç ayaklarına da dolaşmakta. Anayasa değişikliğine olan muhalefetin, bu kabalaştıran gücün giremeyeceği alanlarda etkili olması çok daha muhtemel.

Bir başka mesele de AKP’ye oy veren seçmenle, daha doğrusu memleketin önünde AKP’den başka seçenek görmeyen muhatapla nasıl konuşulacağı. Elbette hakir görmek ve 15 yılın acısını ondan çıkartmak doğru değil. Öte yandan riyakârlık yapmak da en az ilk seçenek kadar yanlış. Kibrin dili kadar uzak durmak lazım CHP’nin sık sık başvurduğu riyanın dilinden de. Geriye eşit kabul ederek konuşmak kalıyor ki bu denli eşitsiz bir ortamda yurttaşlar arasındaki yine yurttaşlığa dayanan hukuka referans veren bir eşitlik söylemi geliştirmek hem çok zor hem de çok gerekli.

Son 15 yılın muhasebesini yaparken işe mahallelerden başlanabilir. Erdoğan kimsenin hayat tarzına müdahale etmediğini söyledi. Oysa ilk yaptığı ve şimdi de yine en çok yapmak istediği işlerin başında mahalleleri (öncelikle içinden çıktığı mahalleyi, çünkü o mahalle ona sürekli aslında ne olduğunu hatırlatıyor, tıpkı komşu mahallenin ona sürekli ne olmadığını hatırlatması gibi), dolayısıyla birlikte yaşama ihtimalini ortadan kaldırmak geliyor. Şimdi herkesi, gelir ve hayat görüşü açısından kendi benzeriyle aynı mahalleye sıkıştırdı ve bu sıkışmadan arzu ettiği her türlü korkuyu devşiriyor. Yapabilirsek insanlara birbirimizden duyduğumuz korkunun ne kadar yeni olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Özsaygının, farklı olandan kaçmakla değil, onunla birlikte yaşayarak edinilebileceğini iktidarın bu dönemeci gönlünce geçmesi halinde, ne evet ne hayır diyenlerin artık kendilerine ve birbirlerine saygı duyma ihtimallerinin kalacağını ifade etmenin bir yolunu bulmamız lazım.

Bu son söylediğim naifçe duruyor, farkındayım. Ama dindarların, muhafazakârların, hatta milliyetçilerin üzerlerine giydikleri zelil mağduriyet gömleğinin başka alternatifi de yok gibi görünüyor.

Anayasa değişikliğine muhalefet edeceğimiz zeminlerin başında elbette sosyal medya geliyor, ancak yeterli olmadığını hepimiz biliyoruz. Hatta buraları fazlaca slogana boğmak, sokakta, evlerde, mahallelerde, kahvelerde, iş yerlerimizde yapacağımız muhabbet ve muhalefeti boğabilir. O yüzden dengeyi ve dili bağırmama ilkesi üzerine kurmak lazım sanki.

Kısa sloganların etkisine ben de inanıyorum. Ama o sloganlara sıkışıp kalmadan, her bir sloganı hikayesi ve önermesiyle uzun uzun anlatan metinler yazmaya da erinmemeli.

Sözün bittiği yer de bitti çoktan. Belki referandum öncesi dönem sözün yeniden başlayabileceği bir imkâna dönüştürülebilir. Zaten başka da bir yolumuz varmış gibi görünmüyor.

* Ne zaman elimi bu meselede bir şeyler yazmak için klavyeye götürsem bir şey beni durduruyor. Çünkü şu anda Türkiye’de değilim. Bir işin ucundan tutamıyorsam susup oturmam gerektiğini düşünüyorum. Mesafe söyleyeceklerimin havada kalmasına neden olacakmış gibi geliyor. Öte yandan dindarlığın ve İslamcılığın içinde büyüdüm. Aşağı yukarı 20 yıldır gerek gazeteci, gerek akademisyen olarak hem dindarlığa, hem İslamcılığa, hem de kendilerine kimlik olarak bu etiketleri seçenlerle dünyanın geriye kalanı arasındaki gerilimlere kafayı takmış biri olarak yazmamanın, konuşmamanın sorumsuzluk olacağını da düşünüyorum. Bu paragrafı yazmamın sebebi ise kuşkusuz derdimi beyan etmek. Yani sözümün yaralı olan yerinin ben de farkındayım.

** Zaten bu metni böyle olması lazım gelir diye de yazmıyorum. Burada yazdıklarım yerden yere vurularak da olsa önümüzdeki meseleye biraz daha dikkatli bakılmasını sağlasın, başka da bir şey istemem.

Kaynak: https://aysecavdarblog.wordpress.com/2017/01/27/hayir-derken/

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir