Apolitik Gezi Eylemcilerinin İki Silahı: Tecrübesizlik ve Cehalet
Gezi olayları vesilesiyle bir araya gelen insanların ortaya koydukları eylemin, Türkiye için yeni bir şey olduğu söylenebilir. Organize ve mobilize olma şekli, kullanılan haberleşme teknolojileri gibi biçimsel özellik ve benzerlikler, bazı aceleci devrim heveslilerinin aklına “Arap Baharı”nı getirdi. Gezi olaylarında bizi asıl ilgilendirense, bu olay vesilesiyle siyaset sahnesinde ilk kez boy gösteren insanlar. Asıl yenilik de bu yeni profilde aranmalı. 1985-95 diliminde doğmuş yani 18-28 yaş arasında olan ve hayatında daha önce hiçbir siyasi eyleme katılmamış gençlerdi bunlar. Fakat bunların Gezi sürecinde Taksim ve çevresinde ortaya koymaya çalıştıkları toplumsal barış yanlısı, şiddete başvurmayan, hiyerarşisiz ve katılımcı siyaset; bu tür bir siyasetin karşısında konumlanan Kemalist, ulusalcı vb. özne ve kurumlar yardımıyla yaygınlaştığı, çevreye bu şekilde sıçradığı için, bizim dikkat çektiğimiz bu başlatıcı merkezin orijinal sesi bir düzeyde kısıldı, duyulmaz hale geldi. Bu çekirdeğe dair algılar da, çoğunlukla sözü geçen diğer eski siyasi aktörler üzerinden oluşturuldu. Peki siyaset sahnesine yeni çıkan bu gençlerin yaşadıkları yenilik, bizi ne kadar ilgilendiriyor veya burada bizim için yeni olan şey ne?
Baştan bir parantez açmalıyız. Bu genç, başsız, örgütsüz, dağınık, cahil ve tecrübesiz kitle makro-siyasetten pek anlamıyor. Dolayısıyla bütün bu olayların, ABD’nin hükümeti çeşitli konularda hizaya getirmek istediği, Kürt meselesinin kendi icadı olmayan bir plan çerçevesinde çözüme kavuşturulmaya çalışılmasından enikonu rahatsız olduğu, Gülen Cemaati’nin AKP ile hesaplaşıp bazı yeni tavizler koparmak istediği, Almanya’nın İstanbul’da üçüncü havaalanına karşı olduğu vs. vs. bir zamanda gerçekleştiğinin çok da farkında değillerdi muhtemelen.
Yahut yaptıkları işle, bu tür hükümet karşıtı ulusal ya da uluslararası aktörlerin değirmenine su taşıdıklarını görseler bile, bunu kendi “haklı dava”ları karşısında ikincil önemde görüyorlar. “Hassas bir andayız, büyük bir ulusal felaket karşısındayız, uslu duralım, biraz sabır,” diyenler olabilir. Ama Türkiye dini, coğrafi, siyasi, iktisadi, askeri konumu gereği son 300 yıldır neredeyse her an böyle bıçak sırtı bir pozisyonda, hassas bir dengenin üzerinde, çeşitli güç odaklarına verilen tavizleri asgari seviyede tutmaya dönük daimi bir çaba içinde değil mi? Türkiye’de kimse hiçbir adaletsizliğe “sokak siyaseti” kanallarını kullanarak ya da başka şiddet içermeyen yollardan giderek ses çıkarmayacak mı?
Gezi olaylarını Türkiye’deki hangi olaylara benzetebiliriz? Hafızamızı yokladığımızda aklımıza 1 Mayıs, Cumhuriyet mitingi, maç, BarışaRock, Hıdırellez, 28 Şubat döneminin başörtüsü eylemleri, İsrail ve bugünlerde Mısır karşıtı gösteriler geliyor. Gerek mekan gerekse katılımcı profili açısından, Gezi olaylarına en çok benzeyeni, şüphesiz 1 Mayıs mitingleri. Peki aradaki fark neydi? 2012 1 Mayıs’ında Taksim’e çıkıp, Gezi Parkı eylemlerine katılmayanlar temelde işçi kesimleriydi. En azından Gezi’de 1 Mayıslardakine nispetle daha az işçi olduğu kesin. Gezi Parkı eylemlerine gelip 1 Mayıs mitinglerine katılmayanlar ise, her türlü sol ya da yeni toplumsal hareketler tarzında örgütlenmenin dışında olan “apolitik” ve genç bir kitle. 1 Mayıslara gelmeyip Gezi eylemlerine katılan orta yaşlıların ortak özelliği ise, halihazırda örgütsüz olmak şeklinde tespit edilebilir. Bunlar, hiç bu düzeyde örgütlenmemiş veya örgüt tecrübelerinden ağzı yanmış, şu ya da bu sebeple örgütlü siyasetten umudu kesmiş, mevcut ve “eski kafa” örgütlenme biçimlerinde kendilerine yer bulamamış insanlardı. Yine mesela Cumhuriyet mitinglerinin demirbaşı olan ve yaş aralığı gereği “Cumhuriyetçi teyze” olarak bildiğimiz “endişeli modern”lerin, Gezi’de yeni bir unsur olmadığını görüyoruz. Kısacası taraftar grupları[1], irili ufaklı sol fraksiyonlar, çevre duyarlığı ya da kadın, eşcinsel, travesti ve transseksüellerin yaşadıkları zorluklar gibi konular bağlamında bir araya gelmiş yeni toplumsal hareketler belki daha geniş katılımla Gezi’deydi, ama bunlar şu ya da bu düzeyde örgütlü ve “siyasi” insanlardı zaten. Ayrıca bu saydıklarımız, daha önce de çeşitli vesilelerle meydanlarda arz-ı endam etmişlerdi. Yani ilk kez sokağa çıkmıyorlardı. Biz bu yazıda ilgimizi daha önce herhangi bir sokak eylemine gitmeyip Gezi olaylarına katılan insanlar, bilhassa da İstanbul’da sokağa çıkan örgütsüz gençler üzerinde yoğunlaştırmak niyetindeyiz.[2]
Bu kitleye yakından bakmadan önce ikinci bir parantez açıp Gezi olaylarının genel görünüşü ile 1 Mayıs mitingleri arasındaki bir farka değinelim. 1 Mayıs mitinglerinde neredeyse tam bir düzen vardır. Mitinglere hangi grupların katılacağı, hangi grubun saat kaçta nerede toplanacağı bellidir. TKP gibi gruplar, mensuplarını yurdun dört bir yanından otobüslerle İstanbul’a taşır; bayraklar, afişler, flamalar hazırlanır ilh. 1 Mayıs’a örgütsüz olarak katılanlar da, hangi grubun yanında ya da en azından yakınında yürüyeceğine karar vererek meydana gelir. Bunun aksine, Gezi olayları ise çoğunlukla sonsuz bir düzensizlik görüntüsü veriyordu. 1 Mayıs intizamsa, Gezi intizamsızlıktı. Bunda şüphesiz örgütlü grupların hazırlıksız yakalanmış olmalarının yanı sıra, örgütsüz katılımın yoğun, büyük ihtimalle de örgütlü katılımdan fazla oluşu rol oynuyordu.
Benzerlik babında bir ikinci parantez açalım. Yapılan “Türkiye’nin 1968’i” benzetmeleri gibi, Şerif Mardin’in Gezi ile 1890’ların ikinci yarısında Almanya’da ortaya çıkan Wandervögel (Gezgin Kuşlar) hareketi arasında benzerlik kurması da boşuna değil. Bu hareket görece müreffeh ve aşırı müesses toplum düzenine tepki olarak ortaya çıkmıştı. Doğaya dönüş çağrısı yapıyordu. Kalkınmanın ulusal armoni değil toplumsal eşitsizlik getirdiğini söyleyen gençler, kalkınma idealinin peşine takılmış yaşlıları paraya tapmakla, Almanlığın kültürel yapısından, ideal değerlerinden uzaklaşmakla suçluyordu. Benzer bir içerik Gezi’de de karşımıza çıkıyor. Mantıki sonuçlarına vardırılamamış bir kalkınma karşıtlığı, tam formüle edilememiş çeşitli karşıtlık ya da en azından hoşnutsuzluklar olarak kendini gösteriyor. Örneğin HES ya da TOKİ karşıtlığı, alternatif bir enerji ya da mesken politikası ortaya koymaksızın ortak bir payda olarak beliriyor.
Peki siyasi eylem namına hayatlarında ilk kez Gezi olaylarına katılan bu yeni insanlar kimlerdi?[3] Bu kitlenin ajan ve provokatörlerden ibaret olmadığını, dahası kandırılmış ve ne yaptığının farkında olmayan insanlardan oluşmadığını, aklı başında herkes teslim edecektir. “Dil bilen okumuş çocuklar”dı belki ama, örgütsüz ve siyasi tecrübeden yoksun oluşları gereği, muhtemel provokasyonlar karşısında uyanık bir kitle değillerdi. Pek çoğu 1980’lerin ve 1990’ların havası içinde, eski nesillere göre daha fazla bireyselleşmiş olarak, şahsiyetlerini tüketim üzerinden veya sanal alemde göstermeye alışmış, kolektif hareket etme konusunda yüksek becerilere sahip olmayan gençlerdi. Sosyal ilişkilerini, yakından takip ettikleri teknolojik araçlar vasıtasıyla sürdürüyorlardı. Bu neslin belki en örgütlü anı, nadir bulunan bir kan grubundan bir hastanın acil kan ihtiyacı karşısında harekete geçmesiydi şimdiye kadar. Ya da kaynağı belirsiz ve sınanmamış bir mesajı “insani” veya “siyasi” bir duyarlıkla hızlıca network’üne iletmek, retweetlemekti. Kısacası örgütlenme tecrübesi ve altyapısı sıfıra yakın bir gruptu söz konusu olan.[4]
Örgütlenme konusundaki bu tecrübesizlik, en azından kısa vadeli örgütlenme pratiği açısından, Gezi olaylarında bir ölçüde bertaraf edildi. Gezi eylemcileri hızlı bir şekilde organize oldu, sağlık ekipleri kurdu, barikatlara elden ele kaldırım taşı götürdü vs. Burada sol örgütlerin olumlu bir katkısı oldu şüphesiz. Fakat bu apolitik ve bireyleşmiş kitle de birlikte hareket etme yol ve mekanizmalarını icat, değilse taklit etmeye fazlasıyla hazırdı. Tabii bu başarı, Asef Bayat’ın “pasif ağ” dediği türden kısa vadeli ve kendiliğinden bir örgütlenme pratiği açısından böyle. Yoksa Gezi olayları öncesinde herhangi bir örgüt çatısı altında, dergi çıkarma, düzenli toplantılar yapma, temsilciler seçip “hiyerarşik” bir yapı oluşturma gibi faaliyetlerde bulunmamış olmak şeklinde ifade edebileceğimiz orta ve uzun vadeli örgütlenme zaafı baki kalmış oldu, ya da geleceğe ertelendi.
Gezi olaylarına kadar “apolitik” olan bu kitlenin ilk ayırt edici özelliği, örgütlenme ve siyasi faaliyet konusundaki tecrübesizliği ise, ikinci özelliği de “cehalet”idir. Dünyada ne olup bittiği konusunda, sol ya da yeni toplumsal hareketlerde örgütlü kitleye nispetle çok daha bilgisiz olduğunu söyleyebiliriz bu insanların. Fakat cehalet bazen bir zaaftan ziyade bir avantaj olabilmektedir. Cehaletinin farkında olan insan öğrenmeye açık insandır. Bu anlamda Türkiye’de solun belki de en büyük zaafı, cehaletini unutmasıdır. Bunda şüphesiz iktisat, siyaset ve sosyoloji alanında sahip olduğu bilgiler yanıltıcı bir rol oynuyor. İrili ufaklı sol fraksiyonlardan pek çoğu, bir işçi direnişine desteğe gittiğinde –eğer adam kafalamaya / örgüte insan malzemesi devşirmeye, ya da örgütler arası rekabet piyasasında kendi örgütünü görünür kılmaya gitmiyorsa– maalesef direnişe destek olmanın yanı sıra, ya da direnişe destek olmaktan ziyade, oradaki işçilere “bilinç” götürüyor. Bunun istisnaları şüphesiz olabilir. Ama bunlar, genel resmi değiştirmiyor. Solun “bilgili” ya da “aydın” oluşu, onu yeni bir siyasi “bilgi” ve “bilinç” kazanma imkanından yoksun kılıyor.
Gezi olaylarına katılan örgütsüz gençlerin en büyük avantajı işte bu tecrübesizlik ve cehaletleri. Bir yandan tecrübesizliklerinin farkındalar, bir yandan da politik eylemliliklerinde, önlerinde hazır buldukları sol eylem repertuarını takip etmek istemiyorlar. İrili ufaklı fraksiyonlardan farklı olarak “Ben herşeyi biliyorum,” demiyorlar. Sadece karşılarındakileri (“Mustafa Keser’in askerleriyiz”, “Çare Drogba”) değil kendilerini eleştirebiliyor, alaya alabiliyorlar (“Kahrolsun bağzı şeyler”). Mizah ve ironi konusunda iyiler. Park forumlarında görüldüğü gibi, istişareye dayalı yatay bir örgütlenme tecrübesi yaratmayı deniyorlar. Cehaletlerinin farkında oldukları için, Türkiye’nin sorunları karşısında mevcut reçeteleri birebir kopyalamıyorlar, klişe eleştirelliklere eleştirel ve sorgulayıcı bir gözle yaklaşıyorlar. Ülkemizin sorunlarına, kendi öncelik ve aciliyet ölçütleri doğrultusunda yaklaşmaya çalışıyorlar. Herşeyden önce de bu sorunların “hükümetin kabahati”ne indirgenemeyeceğinin, “Tayyip istifa”nın gerçek bir siyasi talep olmadığının farkındalar ve sorunların ayrıntılarını, sağını solunu derinlemesine öğrenmek tartışmak istiyorlar.[5]
Bu tecrübesiz Gezi gençliği şimdiye dek elinden geldiğince, ulusalcı, sosyalist ya da başka bir siyasete sahip örgütlü grupların yedeğinde hareket etmekten kaçınmaya çalıştı. Forumlara Onuncu Yıl Marşı söyleyerek gelen gruplara “Kimsenin askeri olmayacağız” dediler (Üsküdar, 19 Haziran), “Silivri’ye gitmek lazım” diyen Ergenekon yanlılarına tepkilerini gösterdiler (Maçka, 19 Haziran). Bu anlamda sivil kaldılar. Bunda 80 ihtilalini yaşayan ebeveynlerinin aktardığı müzmin politik güvensizlik etkili olmuş olabilir. Bazı tanıklıklar gösteriyor ki, şiddete meyilli olmadılar ama şiddete başvurmak için sabırsızlananları itidale davet etmeleri pek sonuç vermedi. Yer yer kendileri de kontrolden çıktılar. “Din düşmanlığı” yapmadılar, din düşmanı ulusalcılarla aralarına mesafe koymaya çalıştılar, “Başörtülü bireylerin yaşadıklarına duyarsız kalmış olmaktan dolayı pişmanız,” dediler (Göztepe, 18 Haziran).[6]
Occupy Wall Street’te farklı eyaletlerden gelen grupların kendi aralarında temsilciler seçmesi, bu temsilcilerin bir talepler listesi oluşturması söz konusuydu. Gezi’de ve sonraki park forumlarında ise bu tarz bir şey mümkün olmadı. Bunda örgütlü grupların ya da ideolojik blokların boyunduruğu ve kendi aralarındaki mücadeleleri kadar örgütlenme konusundaki zaafların da rolü oldu şüphesiz. Belki böyle bir iç hiyerarşi kurulamadı ama özellikle park forumları incelendiğinde bazı rahatsızlık ve taleplerin belirginleşmesi yolunda bir tartışma zemininin oluşabildiği görülüyor. Buradan hemencecik çok belirgin taleplerin çıkmasını beklememeliyiz. Bu biraz süreç, demlenme, tartışma işi. Önemli olan bu demlenme ve tartışma sürecinin kalitesi. Orta vadede somut bazı talepler ortaya konabilir. Nitekim İstanbul’un çeşitli semtlerinde gerçekleştirilen Park Forumları’nda geliştirilen konuşma üslubu/biçimi ve konuşulanların içeriği bu konuda bir ilk adım olarak görülebilir.
Gezi gençliği, ortaya koyduğu ve koyacağı talepler doğrultusunda, kiminle birlikte ve nasıl hareket edecek? Hangi yolu izleyecek? Kısacası Gezicilerin akıbeti ne olacak? İşte burada işler çatallanıyor. Eğer sol gruplar modern dönemin, taraftar ve yeni toplumsal hareket grupları postmodern, postmateryal döneme aitse, Gezi olaylarına katılan yeni kitle şüphesiz ikincisine yakın. Gezi’ye katılan apolitik insanlardan bu sol, Kemalist ya da yeni toplumsal hareket türünden gruplara üye olacak, hatta başka unsurlara yaklaşıp partileşecek, yani bundan sonra klasik anlamda örgütlü hale gelecek insanlar şüphesiz olacaktır.
Gezi eylemcilerinin bir kısmı ise Gezi öncesinde yaygın olan örgütlülük biçimlerine rıza göstermeyip bu yolların dışında, daha farklı bir örgütlenme biçimi arayabilir. Bu noktada ellerindeki iki silah yardımlarına yetişecektir: tecrübesizlik ve cehalet. Malumdur ki, bir insanın tecrübe kazanabilmesi ise tecrübesiz olduğunu, yeni bir şey öğrenmesi için cehaletini kabul etmesi gerekir. Yaşayacağı tecrübeler, okuyacağı kitaplar ve tanışacağı insanlar karşısında açık olması gerekir.
Gezi eylemcilerinin hangi konuda kiminle işbirliği yapmanın anlamlı olacağına ilişkin tecrübelerden yana da heybesi boş. Kimlerin en küçük yakınlaşmada yalan haberlerle kendilerini boğmaya çalışacaklarını bilmiyorlar. Ya da sol fraksiyonlar ya da İslamcı gruplar içinde hangileriyle belli yakınlıkları olduğunu, hangileriyle uzak düştüğünü henüz idrak etmiş değiller. Bu ilişkileri kurarken de sıradan eylem biçimlerinden nasıl uzak duracağını, etiketlenmekten nasıl kaçınacağını, “halk”a seslerini duyurabilecek bir pozisyonu nasıl koruyacaklarını henüz bilmiyorlar. Bunları öğrenmek için tek tek herkesin ayağına gidebilir ve mevcut bütün örgütlü siyaset yollarını, insanların ayaklarına gitmekten gocunmayarak tanıma imkanı bulabilirler.
Cehaletleri ise onları öğrenmeye götürebilir. Ülkenin sorunlarını en iyi o sorunları bizzat yaşayan insanlardan öğrenebileceklerini keşfedebilirler. Böylece sendikaya girdiği için işten atılan işçilere, yakınlarını iş kazalarında kaybeden işçi yakınlarına, evsizlere, köyleri boşaltılıp İstanbul varoşlarına yerleşenlere, kentsel dönüşüm adı altında ev, iş ve sosyal çevrelerinden uzaklaştırılanlara gidip neler yaşadıklarını bizzat kendilerinden öğrenebilirler.
Fakat işe kendilerini değiştirmekten başlamaları gerektiğini fark etmeleri muhtemelen en büyük kazançları olacaktır. Bu da, bugüne kadarki karşıtlıkların mantıki sonuçlarına vardırılması, tutarlı bir şekilde pratik hayata tercüme edilmesi ile mümkün olabilir. Böylesi bir değişim en kolay, günlük hayatı şekillendiren ekonomik kararlarda gözlenebilecektir. Örneğin Gezi olaylarının başlangıcından forum zabıtlarına tekrar eden bir tema AVM karşıtlığı. Bu karşıtlık, forum notlarına “AVM’ye gitmeme kültürü oluşmalıdır, esnaf desteklenmelidir” (Fatih Saraçhane, 3 Temmuz), “AVMlere gitmeyin, alışveriş yapmayın” (Maçka, 18 Haziran), “Boykot eylemi bir sistem eleştirisi olmalı. Neo-liberal kapitalizme karşı, logosu olan herşeye karşı. Yerel ürünlere dönelim, pazar mallarına dönelim. Pazardan alışveriş yapalım” (Beşiktaş Abbasağa, 18 Haziran) gibi şekillerde yansımıştı. Fakat kapitalizmin ve AVM kültürünün Türkiye’deki en büyük temsilci ve yürütücüsünün TÜSİAD olduğunu unutan şu türde parçacı yorumlar da vardı: “Dayanışmaya kapılarını kapatan ve arkasını dönen yerli ve yabancı firmalar boykot edilecektir. Aynı zamanda destek veren firmaları da Forum Halkı olarak unutmadık.” (4. Levent, 8 Temmuz) Nihayetinde, Çağlar Keyder’in tespitiyle çoğu “yeni orta sınıf” mensubu olan bu Gezi eylemcilerinin AVM’lerin öncelikli hedef kitlesi içinde yer aldıkları da aşikar. Apolitik Gezi eylemcileri bundan sonraki hayatlarında bir tek “AVM karşıtlığı”nı bile mantıki sonuçlarına vardırsalar, buradan bazı hayırlar ummamız gerçekçi olabilir.
[2] Bu yazı örgütsüz ve apolitik gezi eylemcilerine odaklandığı için, hem İstanbul’un çevre ilçelerinde, hem de diğer kentlerdeki “tencere tavalı” ve ulusalcı rengi ağır basan, hatta başörtülüleri tacize, üzerlerine araba sürmeye varan eylemler, yazının kapsamı dışında bırakılmıştır.
[3] Gezi Parkı’nda çadırların kurulmasıyla başlayan süreçte öncekilerden farklı bir siyasi eylem ortamına şahit olduk ve bu bizi eylemci profilini de yakından tanıma imkanı verdi. 1 Mayıslarda birkaç saatliğine; maçlarda, Hıdırellezlerde ve BarışaRocklarda biraz daha uzun süreliğine görünüp kaybolan bir kitleyi bu kez daha da uzun süreli olarak gözlemleme imkanı bulduk. Eylemci kitlenin gün boyunca ne yaptığından ne yiyip ne içtiğine kadar gündelik hayat pratikleri ilk kez bir siyasi eylemde bu kadar göz önünde oldu.
[4] Mevcut siyasi sahayı, irili ufaklı örgütleri pek tanımamaları ve keyfi-hukuksuz polis şiddeti karşısında ortaya konacak “nefsi müdafaa”nın sınırı konusunda baştan verilmiş bir kararlarının olmayışı da bu gençlerin diğer özellikleri arasındaydı.
[5] Bu paragrafı mesnetsiz bir güzelleme olarak okumamak ve işaret edilen profili daha iyi anlamak için Anıl Onur imzalı “İşin ‘Sokak’ Boyutu… – Gezi’ye Dair Bir Yorum” başlıklı yazı okunabilir. http://www.emekveadalet.org/arsivler/9887.
[6] Alıntılar şu siteden: parklarbizim.blogspot.com. Bu adreste 18 Haziran’dan Ağustos’un ilk günlerine kadar park forumlarında tutulan notları bulmak mümkün.
Kaynak: http://www.populistkultur.com/apolitik-gezi-eylemcilerinin-iki-silahi-tecrubesizlik-ve-cehalet/
ali güzel bir yazı olmuş. ben niyeyse sanki sen daha menfi bakıyorsun diye düşünüyordum, nüanslı, ilginç ve taksimdeki-tabandaki-gençlere dair umutvar bir yaklaşım geliştirmişsin. cehalet’e dair yaptığın analiz çok hoş, cehalet ve bunun farkında olmak gerçekten çok önemli ve gerekli bişi. “klişe eleştirellik” tamlamasını da alkışlıyorum, basit ama çok şey anlatıyor. sonda zikrettiğin umutlar/tavsiyeler de çok sahici, inşallah diyorum. bence de bir umut ve ihtimal hala var. bu gençlerden hakkaniyet terazisini bozmayan çok ilginç çıkışlar görebiliriz yakın zamanlarda. hayırlısı.
yalnız, almanyanın istanbuldaki üçüncü havaalanına karşı olması ne la? orada biraz uçuşa geçmişsin gibi geldi:)
ha bi de cihan tuğal’ın yalancısıyım, occupy wall street’te talep siyasetinin hiç bir zaman gündeme bile gelmediğini, eylemcilerin talep mefhumuna bile karşı olduklarını anlatmıştı. senin tersi yöndeki bilgin eminim desteksiz değildir ama cihan hocanın gözlemi aklıma yer ettiydi.
almanya’nın istanbul’da üçüncü havaalanı istememesi, frankfurt havaalanından yapılan aktarmaların 3’te birinin bu havaalanına kayacağı vs. bir vakıa bildiğim kadarıyla. talepler bağlamında ilgisini kurmak çok zor değil. almanya da bölgede bir aktör neticede. gezi’yi ne abd ne almanya ne cemaat organize etti, ama bu durum, hepsinin gezi üzerinden bazı hesapları olmasına mani değil. bunlar bana komplo teorisi gibi gelmiyor o yüzden. sadece çok aktör var, hepsinin payı azar azar oluyor ama herkes de kendi gizli veya açık planını uygulamanın, hayata geçirmenin peşinde.
hatırladığım kadarıyla mehmet efe, bürodaki sohbetinde (http://www.emekveadalet.org/arsivler/6352), wall street’te bazı talepler üzerinde uzlaşılmaya çalışıldığını söylemişti. Komitelerin oluşturulması da bazı talepler üzerinde müzakere etmeye matuf gibi anlamıştım.