Altay Ünaltay
A. Altay Ünaltay 1960 senesinde, Konya’da doğdu. İst. Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1989’dan itibaren, Kitap Dergisi (Birleşik Yayıncılık), Ülke Dergisi (Dergah Yayınları), Yarın Dergisi, Yeni Şafak Gazetesi, Söz ve Adalet gibi çeşitli dergi ve gazetelerde, tarih, toplum, siyaset ve küresel ilişkiler üzerine makale ve çevirileri yayınlandı. 1990’da “Doğu’da ve Batı’da Din ve Devlet İlişkileri” adlı kitabı (Endülüs Yay., İstanbul), 1998’de “Bir Şark Masalı: Batılılaşma” adlı kitabı (Ülke Kitapları, İstanbul), Dünya Politikasına Yön Verenler (Kızılelma Yay., İstanbul 2006) çıktı. Ayrıca 1999’da edisyon kitap “Uygarlığın Yolu: Avrasya”da (Kızılelma Yay., İst.) ortak yazar olarak görev aldı. 1999’dan beri bir kamu kurumunda araştırmacı olarak çalışmaktadır.
Bazı internet sitelerinde düzenli olarak felsefe, siyaset, uluslararası ilişkiler gibi çeşitli konularda yazdığı makalelerinde, bir çok başka başlığın yanı sıra “yerelcilik” vurgusunu ön plana çıkartmakta, güncel bazı kavramların kullanımlarındaki yetersizliklere dikkat çekmekte ve İslam’ın “asli mesajı” üzerinde durmaktadır. Türkiye’de sınıflı topluma geçildiğini, ne var ki bunun Müslümanlıkla bağdaşmadığını ifade ederek, alternatif arayışlarını sürdürmektedir. “Haber 10” isimli sitede 2008’de yazdığı “İslam ve İktisat Üzerine Tartışma Notları” isimli yazısı, bu konudaki fikirlerine dair önemli ipuçları içermektedir. Bu yazıdan da anlaşılacağı gibi, Altay Ünaltay’ın tartışmaları coğrafyamızdaki Emek ve Adalet mücadelelerini ortak zemine taşıyabilecek bir teorinin yapı taşlarındandır:
“…Asli mesajımızı hatırlamalıyız.
Bu dinin asli mesajı ve iddiası insanlar arasında kardeşlik ve barışı tam ve kesin olarak tesis etmek ve her türlü kulluktan kurtararak özgürleştirmektir. Özgürlük insanın iç ve dış korkularını yenmesi ile olur. Tanımlarsak özgür kişi korkularını fethetmiş kişidir. Artık davranışlarına korkuları değil, aklı yön verir.
…
Öyleyse, kişi dış korkularından uygun bir toplumsal düzen ile kurtarıldıktan sonra iç korkularını tasfiye etmek üzere gönül huzuru ile Rabbine olan yolculuğuna başlar. Ve ancak O’nunla bir/birlikte olmak ya da “Ölmeden Ölmek”tir ki, insanı iç korkularından, ruhunun en derinliklerindeki o zehirli/Şeytani esaretten kurtarır; o artık özgür olur: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” (Ra’d: 28).
O halde her türlü ciddi iddiadaki toplumsal düzenin kişiyi siyasal baskıdan ve rızk endişesinden azade kılması ciddiye alınabilirliğinin temel şartıdır. Toplumda, az da olsa kimilerinin siyasi baskı görmesinin ya da rızık endişesi çekmesinin normal olduğunu söylemek, bir siyasal düzen iddiasını, incelemeye bile gerek duymadan “usulen” adaylıktan düşürür.
Öte yandan, Müslüman kardeşliği sınıflı toplumu kaldırmaz, çünkü “insanlar arasında üstünlük ancak takva iledir” ve “müminler ancak kardeştir”; oysa biz bugün sınıflı bir toplum olduk ve işçilerimizin geçim endişesiyle ezilmesi, asgari ücret denen bir toplumsal traji-komikliğin pençesinde yarı aç-yarı tok bir hayata mahkûm edilmesi, korkunç kötü çalışma şartlarına bile razı iken güvenlik tedbirleri alınmamış işyeri yangınları-patlamalarına kurban gitmesi, tersanelerimizde sokak hayvanları gibi telef edilmeleri vaka-i adiyeden oldu.
“Milletin efendisi” köylünün yaşadığı ekonomik trajediye ise girmek bile gereksizdir.
“Zekât ve infak nelerden ve ne kadar yapılmalıdır” diye tartışırken, asıl noktayı kaçırdık: Bu toplumda hala muhtaç ve açıkta insan varsa zenginlerimiz yeterince infak etmiyor demektir. Demek ki daha çok infak gerekiyor! Daha çok maldan ve kalemden, daha yüksek oranlarda!
Şüphesiz bu söylenenler çok hayalci ya da aşırı olarak görülebilir ilk bakışta. Ancak ideallerimizin ve hayallerimizin tekrar hatırlanmasına hepimizin ihtiyacı var. Biz onları bu dünyanın hayhuyu içinde kaybettik.
Ve nihayet çalışmak ve iktisadi faaliyette bulunmaktan toplumsal amaç nedir? Para kazanmak neden toplumda meşrudur? Çalışmaya örnek gösterilen arının adıyla anılan Kuran’ın Nahl (Arı) suresi 70. Ayeti der ki: “Allah rızıkta kiminizi kiminizden üstün kılmıştır. Ama üstün kılınanlar, kendi altlarındakilerin hakkını vermezler. Oysa onların hepsi rızıkta eşittir. Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?”
Çağdaş kapitalist düzenin temeli olan, İngiliz liberal filozoflarının şu ünlü “üretimin 4 unsuru: Toprak, sermaye, teşebbüs, emektir. Bu 4 unsur üretimden kendi paylarını alırlar: Toprağa rant, sermayeye faiz, teşebbüse kar ve emeğe ücret düşer” formülü acaba dini bir eleştiriye tabi tutuldu mu? Yoksa bir zamanlar yarım ağız yapılagelen “faize hayır, diğerlerine evet” itirazı da artık yerini “faiz de ekonominin gereğidir” anlayışına mı bırakmıştır?
Hangi dini tartışmada üretim araçları üzerinde sermayenin mülkiyeti ve bunu emek ile paylaşmaya yanaşmamadaki ısrarı ele alındı ve eleştirildi? Mademki emek de sermaye kadar üretimin asli bir unsurudur, o halde neden onun da üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve söz hakkı yadsınır? Yoksa bunlar dini tartışmaların “kırmızıçizgileri” midirler?
Son 200 yılın Müslüman düşüncesi bir veba gibi ülkelerimize giren ve her yeri saran kapitalizme ciddi bir eleştiri yöneltemedi, şimdi onun ejderha yumurtasından çıkan “globalizm” canavarına da birşey söylemiyor.
Kapitalizme en ciddi eleştirileri yönelten Karl Marx’ın “artı değer” teorisi dini açıdan ele alınmamıştır. Eğer bu teori yanlış ise dini bir eleştirisi dahi yapılmamıştır.
Bugün din acımasız bir kapitalist bir sömürü düzeninin payandası haline gelmiştir. Emeğinden başka satacak birşeyi olmayan emekçiler ve mülksüzler acımasız bir sömürü çarkının onları yarı aç-yarı tok yaşatan dişlileri arasında ömür tüketirken din onlara “bu dünyada çektiğin acılar nedeniyle cennette büyük mükâfat göreceksin” demekten öteye gidemez. Yani yaptığının, Batı’da kilisenin kapitalizme payandalık edişinden bir farkı kalmamıştır. Bu hali ile din “halkların afyonudur”, başka bir şey değildir.
Oysa İslam insanları dünyevi zulümden de kurtarmak için geldiği iddiasını taşımıyor muydu?
Kimse kimseye üstünlük taslamadan ortakça ve kardeşçe üretip, ortakça ve kardeşçe bu helal rızıktan tüketileceği bir iktisadi düzeni “kınayanın kınamasına” aldırmadan düşünüp uygulamaya koymamızın zamanı gelmiştir.
“İnsan, elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir” der İslam Peygamberi. Öyle ise emek en yüce değerdir. Üretimin diğer unsurları olan toprak ve sermaye ise emeğe yardımcıdır. Teşebbüs ise emekten farklı bir unsur değildir. Emeğin içinden çıkar ve onun adına iktisadi işletmeye yön verir. Öyle ise teşebbüs ancak emeğin onayı ve rızasıyla ve onun adına iş görebilir. Üretim araçlarının sahibi ise üretimin sahibi olan emektir.
Yukarıdaki ilkeler doğrultusunda mülkiyeti tamamen çalışanlarına ait iktisadi müesseseler bugün dünyanın birçok yerinde kurulmuş, test edilmekte, işletilmektedir. İspanya’da bir köy rahibi tarafından Hıristiyanlığın paylaşımcı ilkeleri temelinde kurulan Mondragon köylü kooperatifleri, İsviçre’de bir Protestan vaizince temelleri atılan bir çalışan kooperatifi olan Migros, Arjantin’in IMF elinde ekonomik olarak çökertilişiyle yurtdışına kaçan mülk sahiplerinin terk ettikleri fabrika ve tesislerine el koyarak kendileri için çalıştırmaya başlayan işçilerin kooperatifleri, Dünya’da bu konudaki sayısız uygulama içinde akla hemen gelen örneklerdir. Yeter ki, bunlara bakacak, bunları görecek bir hüsnü niyet olsun.
Eşitsiz ilişkileri kurumlaştıran bugünkü hâkim düzeni ise zaten başkaları düşünmüş, yapmış ve uygulamaya koymuştur. Onlar bizden ancak kendi “dinlerini” aynen tekrarlamamızı beklerler. Belki biz “onların dinini” onlar gibi ya da belki daha iyi uygularız. O zaman bizden razı olurlar
Ya da biz Rabbimizin rızasını arar, eşitlik ve kardeşliğin iktisadını kurarız. Rabbimizin emrettiği budur ve önümüzde açılan yeni yüzyılda İslam’ın, eğer bir iddiası olacaksa, insanlığa sunacağı bundan daha azı olmasa gerektir.”