Ali Ammar Jan: “Distopik bir geleceğe karşı sosyalizm belirginleşen tek yol”
Gazete Duvar’da Kavel Alpaslan’ın Hukuku Halk Hareketi mensubu Ali Ammar Jan ile yaptığı, Pakistan’daki sosyalist hareketlerin kısa bir tarihini verip mevcut fırsatlardan bahseden, İslam ve Sosyalizm ilişkilenmesine dair işaretler barındıran anlamlı söyleşiyi iktibas ediyoruz.
Röportaj: KAVEL ALPARSLAN / GAZETE DUVAR
Uzaktan bakıldığında Pakistan ile Türkiye’nin tarihsel yakın ilişkileri insanı şaşırtabiliyor. Her iki ülke bambaşka tarihsel süreçlerden geçmiş olsa da iç siyasetten uluslararası arenaya, ulusal sorundan kimi kimlik kodlarına kadar ilginç benzerlikler gösterebiliyor. Hal böyle olunca bu ülkenin ‘sol yakasında’ dönen tartışmalar da yer yer tanıdık geliyor…
Bu ülkede sol tarihinin nasıl geliştiğini, ulusal sorunun, dinin işçi sınıfıyla kurulan ilişkilerdeki rolünün nasıl olduğunu konunun uzmanlarından birisine sormaya karar verdik. Yüksek lisansını Cambridge Üniversitesi’nde tarih üzerine yapmış ve şu an Forman Christian College’da siyaset bilimi akademisyeni olan, Marksist Haqooq-e-Khalq Hareketi’nden Dr. Ali Ammar Jan ile konuştuk. Pakistan’da Marksist düşüncenin dünü ve bugününde seyahat ettik…
TÜRKİYE YOLU ÜZERİ BOLŞEVİZMLE KARŞILAŞMA
Öncelikle köklerden başlayalım. Hindistan Yarımadası’nda Marksizm’in ilk adımı Britanya’nın sömürge devrine denk geliyor. Bu anlamda böylesi bir bağın Pakistan (tabii o dönem Hindistan’ın bir parçası) Marksist düşünce geçmişinde nasıl bir yeri oldu?
Sömürge deneyimi Hindistan’ı kapitalist moderniteye zengin bir maden, tarım ve insan emeği kaynağı olarak entegre etti. 19’uncu ve 20’nci yüzyıllarda bölge Avrupa’ya engin demir yolları ve liman kentleriyle bağlanırken, Hindistan ünlü tanımla ‘Servet Gideri’ oluşumuna tanıklık etti. Bu iletişim araçları devriminin hedefi, Hintliler arasındaki diyaloğu kolaylaştırmak değil; Hindistan kaynaklarını Büyük Britanya’nın filizlenen endüstrileriyle tümlemekti. Dahası, bu dönüşümler Hindistan’da bir ‘burjuva devrimi’ ile sonuçlanmadı çünkü eski egemenlik biçimleri meta üretimine asimile edildi, böylece bu egemenlik biçimlerinin sömürgeci kapitalizm içinde devam etmesine izin verildi.
Karşılaştığımız şey, metropolitan kapitalizmin egemenliği altında çoklu üretim biçimlerinin eklemlendiği heterojen bir zamandı. Bununla birlikte, emperyalizmin meydana getirdiği sosyal ve altyapısal değişiklikler, Hint kamuoyundan kesimlerin anayasa, demokrasi ve sömürgecilik karşıtı tartışmaların şekillendiği küresel alana katılmasını da sağladı. Geç 19’uncu yüzyıla doğru Hindistan’dan birçok ulusalcı ve sömürge karşıtı eylemci bu küresel ağlara katılıyordu. Örneğin, Pencap eyaletinden Ghadr Partisi’nin ABD, Çin, Kanada, Avrupa ve hatta Latin Amerika’daki merkezlerini kapsayan dünya çapında bir ağı vardı.
Sömürge karşıtı eylemcilerin Marksist düşünceyle karşılaşması böylesi ağlardan geçiyor. Rus Devrimi, sömürgeleştirilmiş dünya üzerinde büyük coşku yaratan bir olaydı ve Hindistan da farklı değildi. Sömürge karşıtı hareket, sömürgeci devletin iç baskıyı artırdığı Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hindistan’da yoğunlaştı ve bu da 300’den fazla kişinin öldürüldüğü Amritsar Katliamı’na (1919) yol açtı. Dahası, Lenin de dahil olmak üzere Rus devrimcileri, Batı Avrupa’da yakın bir devrimin başarıyla sonuçlanması ümidi gözden kaybolurken, sömürge dünyadaki devrimci fırsatları keşfetmekle gitgide daha fazla ilgileniyorlardı.
1916’da Hindistan’dan kaçan bir Hintli devrimci, M.N. Roy, İkinci Komintern buluşmasına davet edilen ilk Hintliydi. O, bu fırsatı Lenin’in Sömürge Sorunu çalışmasına tamamlayıcı bir tez sunarak değerlendirdi. Kısa süre sonra Komintern, Ghadr Partisi ve Muhacirin gibi diğer devrimci gruplarla temas kurdu. İkinci grup, Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden yapılanması için Hindistan’dan ayrılan, ancak Türkiye yolunda Orta Asya’da Bolşevizmle karşılaşan Müslüman ulusalcılardı. Bu benzeşmeyen anti-emperyalizm eğilimleri, 1921’de ilk Hindistan Komünist Partisi’nde bir araya geldi. Devrin kozmopolit dürtüsüyle uyum içinde parti, Sovyet kenti Taşkent’de (Tacikistan) kuruldu.
‘SAVAŞ ZAMANI SOL, ŞOVENİZM TARAFINDAN BAŞTAN ÇIKARILDI’
Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra yaşanan Pakistan-Hindistan çekişmesinde ülkedeki solun tavrı nasıl oldu? Pakistan’ın kuruluşundan önce ve sonra her iki taraftaki Marksistlerin takındığı tavır nasıldı?
Pakistan Hareketi, Hindistan Yarımadası’nda bir Müslüman ulusu biçimlendirmeye çalıştı. Hindistanlı komünistler için zor bir meydan okuma oluşturuyordu çünkü Ortodoks Marksizm milliyetçiliği dilsel ve bölgesel aidiyet olarak tanımladı. Pakistan dinden ilham alan bir hareketti ve net çizilmiş bölgesel bir iddiası da yoktu. Bu, Hindistan Komünist Partisi’nin (CPI) tanım üzerindeki karışıklığı yansıtan bir dizi yeni soruyu müzakere etmesi gerektiği anlamına geliyordu. Parti ilkin, Müslümanların ve Hinduların birlikte çalışabileceği geniş bir anti-emperyalist cephe çağrısında bulundu. Daha sonra, 1940’ların ortasında parti ayrı bir Müslüman vatana dair talebi desteklemeye başladı. Ayrışmadan ve Pakistan’ın kurulmasından bir yıl sonra, 1948’de CPI, Hindistan’ın bölünmesini, olayı kavramsallaştırma zorluğunu gösterircesine ’emperyalist bir rol’ olarak kınadı.
Pakistan Komünist Partisi (CPP), Kalküta’da düzenlenen İkinci Kongre’de CPI içinden biçimlendirildi. O zamandan beri, hem Hindistan hem de Pakistan’daki Sol, nükleer silahlı bu ülkeler arasındaki çatışmaların barışçıl bir şekilde çözülmesini istedi. 1990’ların ‘nükleersizleştirme’ kampanyalarında, asker yığılmış, ‘militarize edilmiş’ sınırlar ardında insanlarla temas kurmak için sayısız girişimde bulunan sola mensup eylemciler ön plana çıkmıştı.
Elbette bu, solun özellikle savaş esnasında pimi çekilen şovenizm tarafından baştan çıkarılmadığı anlamına gelmez. Hint ve Pakistan solundan kimi kesimler, 65 ve 71 savaşlarında hükümetlerine destek sundu; bu sırada diğerleri, orduları tarafından ulus-devlet sınırları içindeki diğer halklara karşı yürütülen şiddet politikasına karşı muğlak bir tavır takınıyordu. Ancak her iki taraftaki genel eğilim, iki ülke arasındaki diyaloğu desteklemekti.
‘DEVLET MÜSLÜMAN MİLLİYETÇİLİĞE YÖNELMEYEN TARİHSEL HAFIZAYI REDDETTİ’
Ülkedeki solun ideolojik altyapısından ve biçimlenişinden bahsedelim. Batı perspektifli Marksist düşünce Pakistan’da nasıl karşılandı? Asya’da Maoizmin güçlü olduğu bir gerçek. Zaman içinde Maoist geleneğin ülkede nasıl bir yankısı oldu? Bununla birlikte Pakistan’da ulusal kurtuluş hareketleriyle kurulan ilişki nasıldı?
Avrupa dışındaki dünya için Marksizm, her zaman için sömürge toplumlardaki gerçekliklerle uyumsuz Batılı düşünceleri birbirine tutturma girişimi olmuştur. Bu, Marksistlerin, farklı bir yerde üretilen fikirleri hiçbir zaman ödünç alamayacakları anlamına gelir. Bunun yerine, kendi tarihleri içinde bir yere oturan yeni fikirler üretmek amacıyla Marksist literatür üzerine yaratıcı çatışmalar yapmak zorundadırlar. Bu sebepten, ‘Avrupalı olmayan’ veya ‘Asya’ Marksizminin, yapı iskeletinin sadece uygulanmaktan ziyade; etraflıca ele alındığı yaratıcı bir süreç olarak görülmesi gerekir.
Pakistan’da Marksistler aynı ikilemle yüzleşmek zorunda kaldılar; devam eden siyasi mücadelenin zorunluluklarıyla güçlü bir teorik yapıyı bir araya getirmek. Bu, CPP ve ardılı oluşumların, Batı Marksistlerince teorize edilenlerden farklı bir toplumsal kuruluşla ilgilendikleri demek oluyor. Sözgelimi sanayi temelin yokluğu, köylülüğün en büyük ezilen toplumsal sınıfı oluşturduğu Pakistan’ı bir tarım toplumuna dönüştürüyordu. Benzer şekilde, Pakistan’ın ve özellikle ülkenin Doğu kanadının (şimdiki Bangladeş) çok etnikli bileşimi, Ortodoks bir “sınıf” analizinde teorize edilemeyen bir heterojenliğe yol açtı.
Ulusal kurtuluş mücadelelerinin çekiciliği Pakistan’daki sol çevreleri de etkiliyordu: Özellikle Pakistan devletinin 1953-1954’te ABD ile savunma anlaşması imzalamasıyla birlikte kati suretle cephesini belli ettikten sonra. O zamandan itibaren ABD Pakistan’ın askeri kuruluşunu, jeostratejik çıkarlarının takipçisi ve iç politikada ordu tarafından sunulan tahakkümü kolaylaştırıcı olarak kullandı. Pakistan’ın kendi topraklarından Sovyetler’e karşı Amerikan operasyonlarına ev sahipliği yaptığı 1980’lerdeki ‘Afgan cihadından’ sonra bu ilişki iyice sabitleşti. 11 Eylül’den sonra ABD ve Pakistan arasındaki ilişkiler kuşku ile samimiyet arasında evrelerden geçiyor, ancak kalıcı kiracı/ev sahibi ilişkisi çerçevesinde.
Bu nedenle Amerikan karşıtlığı, ülkedeki komünist hareket tarafından beslenmiş güçlü bir düşünce olarak varlığına devam ediyor. Yine de, öncülük ettiği anti-emperyalizm ve ulusal egemenlik çağrılarına rağmen, Pakistan solu, 1954’te CPP’nin yasaklanmasına yol açan bir suçlama olarak sürekli “yabancı ajanlar” olarak etiketlenmeye devam etti.
Aynı zamanda Maoizm, Avrupa’nın dışındaki dünyanın bakış açısından siyaseti yeniden düşünme girişimleri nedeniyle Pakistan’da çok çekici bir düşünce ekolü oldu. Bununla birlikte Pakistan Solu, Çin-Sovyet ayrışmasından doğan etkilere karşı bağışıklık kazanmadı, CPP’deki ciddi sayıdaki kadro, ülkede Maoist siyaset yürütmek üzere partiden ayrıldı. Pakistan’ı maoizme süren bir diğer faktör de 1962’deki Çin-Hindistan Savaşı sonrasında Pakistan ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında kurulan yakın ilişkilerdi. Bu iletişim, Pakistan’da Mao Zedong’un yazılarının çevrilmesi ve yayınlanmasını kolaylaştırarak, Çin’in devrimci düşüncesinin ülkede daha geniş bir kitle tarafından işitilmesini sağladı.
Sonuç, 1960’lı yılların sonunda kendi kelime hazinesi ve politik tarzı ile farklı bir Maoist eğilim ortaya çıkmasıydı. Sovyet yanlısı partilerin bürokratik doğasını eleştirdiler, ayrıca köylülük ve kırsal proleterya arasında kırsal alanlarda çalışmaya öncelik verilmesi gerektiğine inandılar. Maoist gruplar aynı zamanda bir halk savaşı fikriyle ‘flört ettiler’ ve Çarseda (Charsadda) bölgesindeki Haştnagar köylerinde küçük çaplı bir isyan başlattılar. Ayrıca 1970’lerin başında büyük bir öğrenci tabanı inşa ettiler.
Tüm bunlara rağmen genel eğilim, Hindistan’daki Maoist hareket kadar baskın bir güce yaslanamadı. Bu, Maoist hareketin, İşçiler ve Köylüler Partisi (Mazdoor Kissan Party), Proletarya Partisi ve NAP Bahshani Grubu (National Awami Party) da dahil olmak üzere birçok koldan parçalanmasıyla kısmen açıklanabilir. Pakistan’ın komünist kadrolarını, federasyonda daha fazla temsiliyet talep eden etnik-ulusal hareketlerle orta noktada buluşturmuş NAP, belki de ülke sol tarihinin en popüler örgütüdür. Ne var ki bu parti asıl olarak -1971’de Bangladeş olacak olan- ülkenin doğu kanadında güçlüydü.
Burada etnik-ulusal hareket duyguların devlet destekli milliyetçilik için en büyük tehditlerden biri olduğunun altını çizmekte fayda var. Pakistan devleti, Müslüman milliyetçiliğine yönelmeyen herhangi bir tarihsel hafızayı veya aidiyet hissini kabul etmeyi reddetti. Etnik-ulusal hareketler, kimliklerinin silinmesine karşı koyma amacıyla siyasetlerini temellendirdikleri için bu, devlet için en büyük çelişkilerden birini üretti. Bu çelişki, Batı Pakistan’ın generalleri ve siyasetçilerinin, Doğu Pakistan’ın (Bangladeş) çoğunluk partisinin hükümet kurmasını reddetmesiyle birlikte 1971’de olgunlaşmış bir iç savaşa neden oldu. Maalesef birçok sol grup, Bengal halkının haklı talepleriyle dayanışmayı büyütmeye yanaşmadı ve devlet baskısıyla birlikte yer aldı. Bugün, birçok grup, ulusal hareketler ve kimi sol kesimler arasında bölünmeler yaratan FATA (Federal Aşiretler Bölgesi) ve Beluçistan gibi çevre bölgelerdeki savaş konusunda belirsiz hatta sahip olmaya devam ediyor.
‘SİYASAL İSLAM İLE MARKSİZMİN YAKINSAMA NOKTALARINI DÜŞÜNMEK İÇİN ALAN VAR’
Bahsettiğiniz üzere Pakistan kuruluşunda ve ulusu inşasında merkezine dini koydu. Bu noktadan sonra Pakistan işçi sınıfı için dinin anlamı neydi? Solun hem İslami düşüncelerle hem de İslam’ın kendisiyle ilişkisi nasıldı?
Pakistan muhafazakar bir toplumdur ve bu eğilim milliyetçiliği İslam’a bağlayan bir devlet tarafından tekrar tekrar güçlendirilmektedir. Bu yönelim, ülkede mezhepsel şiddeti teşvik etmenin yanı sıra kadınlara ve azınlıklara yönelik ayrımcı yasalarla sonuçlandı. Pakistan’da seküler güçler tarihsel olarak zayıftır ve kitlesel bir yerli seküler geleneği geliştirememiştir.
Bu, ülkedeki İslamcı politikada herhangi bir tutarlılığın olduğunu (hareket mezhepsel çizgilerce bölünmüş durumda) ya da dinin böylesine gülünç bir şekilde kullanılmasına muhalefet olmadığını göstermez. Örneğin İslamcı partiler hiçbir zaman ‘merkez’ ya da ‘merkez sol’ partiler karşısında seçim zaferi kazanmayı başaramadılar. Bu partiler, İslam devleti fikrine verdikleri sözlerden beri geleneksel olarak ‘seküler’ olarak değerlendirilemez. Yine de ‘merkez sol’da yer alan Pakistan Halk Partisi (PPP) gibi çoğu İslamcı siyaset ile temasta bulunmuş olsa da kemik desteklerinin dini söylemin kullanımından gelmediğini söyleyebiliriz.
Bu gibi durumlarda sol, dinin doğasında bulunan özgürleştirici olanaklarla da ilgilenmiştir. Pakistan’da icat edilimiş en ünlü terimlerden biri ‘İslami Sosyalizm’di. Bu kavram, 1960’ların sonlarında kitlelerin hayallerini ele geçirdi ve Zülfikar Ali Butto’nun PPP’sini iktidara itti. Solcu kadrolara sahip olmasıyla birlikte PPP, yeniden dağıtımı destekleyen ve yabancı egemenliğe karşı çıkan, ancak ülke içindeki parazit elitlere ısrarla cephe almayan çok sınıflı bir partiydi. Bu anlamda, PPP tipik ‘Üçüncü Dünyacı projelerle’ karşılaştırılabilir, ancak söylediğimiz konuda [elitler] kabiliyeti veya mukavemeti olmadan.
Daha ilginci, ülke tarihinin en popüler sosyalist lideri, Mevlana Hamit Başhani, İslam teolojisini Marksist/Maoist düşünceyle birleştirmeye çalışan bir din alimiydi. Eklektik fikirleri, kent merkezlerine dayanan Marksist entelijansiyanın asla ilgilenmeyeceği köylü kesimlerden destek kazanmasını sağladı. Bu, Sovyetler Birliği tarafından alt kıtadaki [Hindistan Yarımadası] İslami hareketlere verilen destekle başlayarak, İslamcı ve sosyalist düşünürler arasında daha geniş bir diyalog soyağacına bağlanıyor, ki az önceki sorularda bundan söz etmiştik. Ubaild Ullah Sindhi, Maulvi Bereketullah ve Mevlana Hasret Mohani de dahil olmak üzere, alt kıtadan diğer bir dizi sömürge karşıtı düşünür, Güney Asya tarihine uygun bir özgürleştirici proje inşa etmek için eş zamanlı olarak bu iki gelenek üzerine çalıştı.
Yirminci yüzyıl başlarında, benzeşmeyen eğilimler etkileşime sokularak nasıl bir entelektüel gelişigüzellik dönemi yaşandığını görebiliyoruz. Sözkonusu etkileşim, 1979’da Sovyet müdahalesinin [Afganistan] ardından cihat siyasetinin yükselmesiyle birdenbire sona erdi, iki farklı düşünce arasındaki sınırlar netleşti. Bugün, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından otuz yıl sonra ve militan İslam’ın bariz entelektüel ve ahlaki iflasından sonra, siyasal İslam ile Marksizm arasındaki olası yakınsama noktalarını düşünmek için bir kez daha alan olduğuna inanıyorum. Bu, asla iki ideolojinin özdeş olduğu anlamına gelmez. Bunun yerine, beni ilgilendiren, görünüşte ayrıksı düşünce sistemlerinin bile nasıl uygulanabilir ve popüler bir siyasi uygulama geliştirmek için karşılıklı olarak kaynaşma için açık olabileceğidir.
‘DÜNYANIN BELKİ EN UZUN HAPİS CEZASINI ALAN İKLİM TUTSAĞI: YOLDAŞ BABA CAN’
Yakın geçmişte Pakistan’daki Marksist hareketler hakkında neler söyleyebiliriz? Pakistan işçi sınıfının karşılaştığı en hayati sorunlar nelerdir ve bu karşılaşmada solun önerileri tam olarak nerede duruyor?
Komünist hareketin çöküşü, Butto’nun sol kadroları kendi partisinden tasfiye ettiği 1970’lerde başladı. Kendi hükümeti General Ziya-ül Hak tarafından yapılan ve ülke tarihinin en sağ kanat diktatörlüğünü yerleştirecek olan askeri darbeyle devrildi. Benzerine rastlanmamış baskı ve buna hazırlıksızlığın yarattığı eksiklik, Komünist hareketin Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte hızlanarak 1980 sonlarında yıkılışı anlamına geliyordu. Aynı şekilde sanayisizleşme ve baskı, işçi-köylü hareketlerini yok ederek solun uzun erimli alt yapısını parçalara ayırdı.
O zamanlardan sonra, Pakistan’da sol kanat siyaseti diriltmek için birkaç girişimde bulunuldu. Troçkist grupların 1980 sonlarında ülkeye girişi, Sovyetler Birliği’nin sol kanattan eleştirisini sunarak eski solun melankolisinin ötesine geçebilmek için sola enerji kazandırdı. Tabqati Jeddojudh (Enternasyonal Marksist Eğilim’den) ve Pakistan Emek Partisi (Labour Party Pakistan) gibi küçük ama aktif siyasi gruplar kurabilecek hale geldiler. Dahası ideolojik olarak küreselleşme karşıtı hareketlere bağlı olan Halkın Hakları Hareketi gibi yeni gruplar da Pakistan’daki genç kitlelere sol kanat düşünceleri götürdü.
Son yirmi yıl, Pakistan’daki işçi hareketlerinin yeniden doğuşuna tanıklık etti. Örneğin, Pakistan Telekomünikasyon Limited Şirketi 2005 yılında özelleştirildiğinde yapılan geniş çaplı grevler, birçok genç işçi ve öğrenciye ilk defa militan eylemin tadına bakma fırsatı verdi. Yine bezer şekilde Faysalabat sanayi kenti, tekstil sektöründe daha iyi çalışma koşulları ve zam için başlayan ve tüm şehri saran bir harekete tanık olundu. 2010 yılında şehirdeki yüz bini aşkın işçinin katılımıyla tüm gün süren bir greve çıkıldı. Bu, yakın dönem hafızasındaki en büyük endüstriyel eylemlerden biri oldu.
Merkez Pencap’daki Okara bölgesi de ülkenin en kahraman köylü hareketlerinden birine tanık oldu. Okara Kiracılar Hareketi, Ordunun köylü topraklarını ele geçirme girişimlerine karşı askeri personelle silahsız, ancak kararlı sayısız çatışmaya girerek sürdürülen bir ayaklanın ismiydi. Yirminin üzerinde köylünün hayatını kaybettiği, 18 yıldır süren acımasız baskının ardından bile ordu o toprakların bir santimini bile ele geçiremedi.
Ülke ayrıca çevre bölgelerde yaşayanlar için eşit temsiliyet talebiyle ortaya çıkan kimi kampanyalara şahit oldu. İki örnek vermek yeterli olacaktır. Bunlardan biri, federal yapıda temsili olmayan ve seçilmemiş bürokratlar tarafından kontrol edilen Gilgit-Baltistan’ın dağlık bölgesindeki kampanyadır. 2010 yılında, bölgedeki iklim değişikliği sonucu sel baskını üzerine gösteriler düzenlendi ve yerel devlet yetkilileri protestoculara ateş açma emri verdi. Sonuç, yerel bir sosyalist lider Yoldaş Baba Can (Jan) liderliğinde, tazminat ve temsiliyet için mücadele eden bölge çapında bir hareket oldu. Baba Can, müebbet hapis cezasına çarptırıldı, 8 yıldır cezaevinde ve belki dünyadaki en uzun süredir hapis yatan ‘çevre tutsağı’. Gelgelelim 2015 yılında geleneksel olarak baskın bir aileye karşı hapishane hücresinden bölgesel seçimlere adaylığını koydu. Tamamen sıradan insanlar ve bölge gençliği tarafından yürütülen dikkate değer bir kampanyaydı. Hapis koşulları ve ağır hilelere rağmen Baba Can hükümetin adayını geçmeyi kıl payıyla kaçırdı.
Dahası, Afganistan sınırındaki bir aşiret bölgesi olan Federal Yönetilen Kabile Alanları (FATA) da, vaktiyle benzeri görülmemiş bir halk seferberliğinin adresi olmuştur. Bölge, 19’uncu yüzyıldan beri askeri kontrol altına alınmış durumda. ‘Devlet destekli Cihad’ın’ acısını ve ‘Teröre Karşı Savaş’ın aşırılığını yaşayarak bölge tam anlamıyla bir savaş ve gözetlemenin kötülük yuvasına dönüştürüldü. Ayrıca, bölgede yaşayan Peştun topluluğuna mensup tüm halkın damgalanması ve ırksal profilinin körüklenmesi, doğrudan Taliban ile bağlantılı yansıtılmalarına neden oldu.
Bu şartlar altında 26 yaşındaki karizmatik lider Manzoor Pashteen önderliğindeki gençlik hareketi Peştun Tahaffuz Hareketi’nin (PTM) bölgedeki ırkçılığı ve askerileşmeyi bitirmek üzere doğuşu, cesaret vericiydi. Eşit yaklaşım çağrısında bulunarak PTM, Pakistan devletinin özünde bulunan şiddet ve ötekileştirme mantığına doğrudan meydan okuyarak ülkedeki çoğu demokrasi yanlısının desteğini kazandı. Liderlerinden bir Marksist olan Ali Vezir’in 2018 Genel Seçimlerinde bir koltuk kazanması, hareketin kitleselliğini de gösteriyor.
Verdiğimiz örneklerin tümü, gençliğin geniş kesimlerinin devlet tarafından başarısızca empoze edilmeyen çalışılan kindarlıktan bunaldığını açıklıyor. Yine de örneklerdeki ortak yan, devlet tarafından verilen acımasız yanıt. Baba Can ve Yoldaş Ali Wazir, köylü hareketinin, PTM’nin kimi diğer liderleriyle birlikte hapiste. Ordunun sosyal yaşamın farklı alanları üzerindeki artan kontrolü, şiddet sorununu ele almanın, uygulanabilir bir sol projenin ortaya çıkması için merkezi nitelikte olduğu anlamına geliyor.
‘GİDEREK BELİRGİNLEŞEN TEK YOL: YA SOSYALİZM YA BARBARLIK’
Son olarak bize biraz Pakistan solundan bahsedebilir misiniz? Bugün ülkenizdeki solun safları kabaca nasıl oluşuyor? Farklılıklar, ayrımlar ve tartışmalar hangi noktalar üzerinden dönüyor?
Pakistan’da faaliyet gösteren bir dizi sol grup var. Belki de en büyük grup, 2012 yılında 3 sol partinin birleşmesinin bir sonucu olan Awami İşçi Partisi’dir (AWP). Pakistan İşçiler Partisi (WPP), Pakistan Awami Parti (APP) ve Pakistan Emek Partisi (LPP). WPP, Moskova yanlısı bir geleneğe sahipti ve komünist hareketin parlak devrinde gözüpek, yiğit devrimcilerden oluşuyordu. APP, önceki analizlerinin bir kısmını yeniden değerlendiren ve parlamenter bir yol izlemeye hazırlanan Maoist hareketten yoldaşlarca kurulmuştu. LPP’ye gelince, farklı sorularda konuştuğumuz üzere, seçimlere katılan Troçkist bir kuruluştu.
Birleşmeleri Pakistan’da sol için büyük bir ilerleme olarak görülüyordu. Kuruluşundan bu yana, AWP ülke çapındaki genç insan hakları savunucuları için bir cazibe merkezi olmuştur. Parti son birkaç yılda kayda değer müdahalelerde bulunabildi. Örneğin, gecekonduların yıkılmasını önlemek için İslamabad’da ilham verici bir kampanya başlattı ve bir kilometre taşı olarak Yüksek Mahkeme vatandaşların barınma hakkına dair kararı onayladı. Benzer bir şekilde parti, bölgenin en popüler liderlerinden Baba Can ile birlikte Hunza’daki sellerden etkilenenlerin hakları için öncülük etti.
Öte yandan oluşum, aynı zamanda nesiller arası boşluktan kaynaklanan ve ne yazık ki arada köprü kurulamayan bir takım çelişkilerle de karşı karşıya kaldı. Bu, yenilikten hoşlanmayan pek çok kişi tarafından ‘liberal bir dikkat dağıtıcı’ olarak görülen feminizm de dahil olmak üzere yeni fikirlere şüpheyle yaklaştıkları anlamına geliyordu. Aynı şekilde, birçoğu, büyük altyapı projelerinin sosyalist politika için elverişli bir sanayi tabanı geliştirmesini umdukları Ortodoks bir görüşe bağlı kaldı. Bu, onların neoliberalizm altında sanayileşme üzerine yeterli bir analizi geliştirememelerinin yanı sıra, mega altyapı projelerini takip etmenin çevresel faturalarını görmelerini önledi. Bu, bugün yüzleştiğimiz dünyayla örtüşen yeni bir pratik formun hayalini kurmayla sonuçlanan ayrıma götürdü.
Biz AWP’nin bir parçasıydık ama 2018’de Haqooq-e-Khalq Hareketi’ni (HKM) oluşturmak için partiden ayrıldık. Ana argümanımız remi parti mekanizmalarından uzaklaşmak ve sıradan insanın hayatlarına doğrudan dokunabileceğimiz kampanyalar (temiz su, parasız eğitim, asgari ücret, kadın hakları) konusunda söz söyleme ihtiyacıydı. Geçtiğimiz bir yılda, Lahor kentinde, temiz hava ve su için kampanyalar, öğrenciler için sendikalaşma hakkı ve sıradan vatandaşlara yönelik polis şiddetine karşı harekete geçirme kampanyaları da dahil olmak üzere birçok müdahalede bulunduk. Tehditlere rağmen şehirdeki işçi ve öğrencileri bir araya getirerek Lahor’un yakın tarihindeki en büyük toplanmalarından birini (Shehri Tahaffuz Yürüyüşü) gerçekleştirdik.
Ayrıca PTM gibi hareketlere, ağır siyasi ve kişisel bedeller ödeyerek destek verdik. Geçtiğimiz yıl başlatılan ağır baskılarla birlikte benim de aralarında olduğum bir grup tutuklandı, bazı gençler bizimle ilişki kurmanın ‘korkunç sonuçları olacağı’ konusunda tehdit edildi. Bu, Pencap’taki şehirlerde yaşanan devlet şiddetini, ülkenin çevre bölgelerine yönelik aynı şiddet ile ilişkilendirmeyi hedeflediğimiz vahşete karşı bir miting yapmamızı engellemek için yapıldı. Son zamanlarda devlet baskısı nedeniyle ofislerimizi kapatmaya zorlandık, ancak şehir genelinde kampüslerde ve işçi sınıfı mahallelerinde seferber olmaya devam ediyoruz.
Sosyo-ekonomik kriz, İmran Han’ın hükümeti IMF ile bir anlaşma imzalaması, sağlık ve eğitimde bütçe kesintilerine ve fiyat artışına yol açtığından beri yoğunlaştı. Bu, çok sayıda gencin yeniden sol fikirlere ilgi duymaya başlaması anlamına geliyor ve katlanılamaz politik dayatmalara karşı daha fazla direnç görmeye devam edeceğiz. Yine de, herhangi bir kuruluşun krizle karşı karşıya gelecek kaynaklara sahip olacağını düşünmek safça olacaktır. AWP, HKM, IMT ve diğer sol grupların aktif unsurları Pakistan siyasetinde alternatif bir kutup oluşturmak için bir araya gelmek zorunda kalacak. Benzer şekilde, devletin artan baskısı, burjuva demokratlarıyla stratejik ittifaklar gerektirecektir çünkü fikirlerin açıkça tartışılabileceği bir kamusal alan olmadan alternatif bir politika mümkün değildir.
Bu nedenle, mevcut kriz Pakistan’da solu gençleştirme konusunda eşi görülmemiş bir olasılık sunuyor. Bizim için kilit görevler, toplumsal hareketlerle yakınlığı koruyarak politik eylemin koordinatlarını yeniden düşünmek ve günümüzün zorluklarına karşılık gelen bir uygulama geliştirmek. Derinleşen ekonomik kriz ve artan iklim felaketi, mevcut düzenin politik ve ahlaki tükenmesine işaret ediyor. Pakistan’da canlı bir sol inşa etme görevini hızlandırmaktan başka bir seçeneğimiz yok, eğer distopik bir geleceğe kayışımızı engelleyeceksek. Büyük Rosa Luxemburg’un açıkladığı gibi sosyalizm ya da barbarlık, giderek belirginleşen tek yoldur.