Çok olağandışı şeyler olmaz ise henüz AK Parti’yi iktidar olma yolunda zorlayan bir parti yok. Çünkü siyasi rekabet eksik. Siyasi oynaşma AK Parti ile bir muhalefet partisi arasında değil, AK Parti ile seçmen arasında oluyor. Seçmen o ayın politika ve uygulamalarından hoşnutsa AK Parti’ye destek yüksek oranda sürüyor. Yok, eğer seçmen hoşnutsuzsa, destek düşüyor ama seçmen bir başka partiye iktidar umudu verecek oranlarda yönelmiyor.
Siyasi rekabetin eksikliği AK Parti’ye psikolojik üstünlük sağlıyor. Ama Başbakan’ın öfkesi ve dili değişmiyor? Bunun iki nedeni var galiba. Birincisi Gezi sonrası özel bir durum var.
Bakmayın siz bütün Gezi’yi itibarsızlaştırma çabalarına. Gezi’yi üreten çekirdek dinamik yeni gündelik hayatın ritmi ve kimyası içinden, yeni siyasi alandan ve yeni hayatın yeni insanlarından üredi. İktidar da statükonun askerleri de ne kadar kendi istedikleri zemine çekmeye çalışsalar da Gezi başka bir şeylerin alametlerini taşıyordu. İlginç olan şu ki şu anda Gezi’yi gerçekten anlayan hala AK Parti. “Yeniyi inşa yolunda” yeni bir ortaklık potansiyeli, filizi taşıdığını anladığı içindir ki iktidar ve onun yönlendirmesiyle yandaşları, hala Gezi’yi sistematik bir biçimde itibarsızlaştırma gayreti içindeler.
AK Parti’nin paradokslarından birisi bu noktada. Gezi bir siyasi aktörü değil yeni bir zihniyeti, yeni bir siyasi alanı ve siyaset yapma tarzını ima ediyor. Görünür de siyasi aktör olmadığı için de AK Parti kiminle mücadele edeceğini bilemiyor. Yapabildiği Gezi’yi itibarsızlaştırmaya, şeytanlaştırmaya çalışmaktan ibaret.
İkinci paradoks gezi sonrasındaki süreçte daha çok öne çıkıyor. AK Parti kutuplaşmayı baştan beri körükledi. Bundan yarar umdu, nitekim başardı da. Ama hala süren yüksek toplumsal desteğini yalnızca kutuplaşmaya bağlamak da yanlış olur. AK Parti seçmenin gözünde hala düzenle, devletle, vesayetle mücadelenin, kamu hizmetlerinin yaygınlaşmasının ve çeşitlenmesinin başarılı aktörü.
Sorun şu ki AK Parti 2009’dan beri yüksek toplumsal desteğini yenileşmeye yaslanarak değil dindarlaşmaya ve kutuplaşmaya yaslanarak sürdürdüğünü sanıyor. Daha da büyük sorun da şu ki AK Parti’nin muhalifleri de aynen böyle sanıyor. Aslında bu tartışma başka bir yazı konusu, biz AK Parti’nin paradoksuna geri dönelim.
Kutuplaşma tek taraflı değil çift taraflı hatta Kürt meselesi zemininde üç taraflı. AK Parti yandaşı kutup kabarıyor, köpürüyor olsa da benzer şekilde AK Parti karşıtı kutup da kabarıyor, köpürüyor. Bu karşılıklı kabarma ve köpürme hayatın ve özellikle siyasi zeminin sürtünme katsayısını artırıyor. Her bir yeni tartışma, makul bir konu ve politika hakkında bile olsa müthiş bir gerilim yaratıyor.
AK Parti’nin 2002-2011 dönemindeki yaptıklarına, yapılan yeni kanun ve düzenlemelere bakın, 2011’den bu yana yapılabilenlere. En kritik yeni uygulamalar artık torba kanunlarla yapılmaya çalışılıyor. Demokratikleşme paketi için bile torba kanun hazırlanıyor.
Kısaca AK Parti kutuplaştırmayla oy potansiyelin hep yukarıda tuttuğunu sanırken bir yandan da uzun vadede toplumsal ve siyasi sürtünme ve direnç katsayısındaki artışla beraber sorunları yönetme, toplumu ikna etme süreçlerinde sorunlarla karşılaşmaya başlıyor.
AK Parti açısından bu paradoksal durum başka üç alanda daha sorun üretiyor. Kutuplaşma ve Gezi sonrası aşama olarak şeytanlaştırma, AK Parti’nin ülkenin entelektüel sermayesinden beslenme yollarını kapıyor. Her tartışma yandaş-karşıt ikileminden değerlendirildiği sürece haklı eleştiriler, katkılar da azalmaya ve giderek sıfırlanmaya yaklaşıyor.
İkinci sonuç öncekiyle de bağlantılı olarak, beslenme yolları kapanmış bir iktidar, yaptıkları ve politikaları konusunda kalite kaybetmeye başlıyor. Eleştirilerle, katkılarla daha kaliteli, nitelikli işlere, uygulamalar, kanunlara ulaşılabilecekken kalite daha düşük seviyede kalıyor. Yalnızca demokratikleşme paketi etrafındaki tartışmalara, her eleştiriyi özellikle parti sözcülerinin ve yandaşlarının göğüslemekte kullandıkları dile ve argümanlara bakın, hayatımızda nasıl bir kalite kaybıyla karşı karşıya kaldığımız görülür.
Üçüncü sonuç ise özellikle Kürt meselesinde açılım sürecinde gözleniyor. Yukarıda söz ettiği yaklaşımlarla süreç yönetilmeye çalışılıyor bir yandan. Öte yandan Kürt meselesi gibi bir meselenin birden çok zemin ve katmanda birden çok ortaklık ve paydaşlıkla yürümesiyle ancak çözümü mümkünken, AK Parti kendi tutum ve tavırları nedeniyle yalnız kalıyor. Bu yalnızlaşma da AK Parti’nin ve sürecin önündeki zihni ve psikolojik engelleri çoğaltıyor.
Tüm bunların sonucunda ülke zaman kaybediyor. Evrensel ilkeler ve doğrular bile derin tartışmalara konu oluyor.
AK Parti’nin öncelikle kendi oy desteğini, nedenini, seçmenini yeniden tanımlamasına ihtiyacı var. Aslında bu ihtiyaç CHP için de var. Buraya kadar yazdığım cümlelerin büyük kısmının öznesinin AK Parti değil CHP olarak değiştirin, aynen geçerli olduğunu göreceksiniz. Eğer iki parti de içtenlikle bu yeniden düşünmeyi başarabilirse siyasi zeminde normalleşme de başlamış olacak.