Komiser Cemil
“Bir ülkede polis çirkin oldu mu, o ülkede hiç bir şey güzel olamaz.
Bir ülkede halk polise güvenmedi mi, reisi cumhuruna bile güvenmez..”
Orta yaşlara gelmediğim vakitlerdi daha.
Lise yıllarındaydık, gençtik..
Maçlara gider, kendimizce karaborsacılık oynardık.
Tabi en çok korktuğumuz şey yakalanmaktı.
Hem polise, hem de bu işin düzeneğini kurmuş, köşebaşlarını tutmuş büyük abilere…
İnsanın korktuğu başına gelir. Bir gün yakalandım..
Tek başıma kurduğum bu büyük çetenin yegane lideriydim, hesabını da benim vermem lazımdı doğal olarak.
Ben de vermiştim: “Polis amca” beni hem bir güzel dövmüş, hem de elimden biletlerimi almıştı.
Annemlerin verdiği harçlığı biriktirip aldığım üç bileti dayak yiyerek kaybetmiştim işte.
Ama daha fenası henüz olmamıştı..
Polis amca, “Utanmıyorsun di mi hırsızlık (bilet alıp satmayı kastediyor) yapmaya şerefsiz!” dedikten kısa bir süre sonra, benden aldığı biletleri az ilerideki büyük abilerimizin o sert ellerine teslim ediverecekti.
Hayatta herkes evi yakılarak, bir gece babası, abisi sorgusuz sualsiz evden alınarak yahut bir dava uğrunda arkadaşını kaybederek büyümüyor..
Ne yapalım: Hayat da bize bu karaborsacılık oyunu sırasında “küçük” de olsa bir büyüme yazmıştı..
Polis bizim kahramanımız, korktuğumuz ama başımız sıkıştığında ilk aklımıza gelen, “düşman”a karşı, hemencecik onun evi olan “karakola” sığındığımız kişi değil miydi?
Evet, karakolda ayna vardı, doğru.. Ama işte orası, iyiler için değil de çok kötülük yaparsak gitmek zorunda kalacağımız bir yerdi sonuçta: Cehennem forevır..
…
O zamanlar, “Komiser Cemil”i izlemiş miydim tam hatırlamıyorum..
Daha çok Cüneyt Abimizin gönlümüzde taht kurduğu Malkaçoğlu’nu, Kara Murat’ı falan izliyorduk..
Eh, ne yapalım o zamanlar daha Polat yoktu..
Herkesin bir kahramanı vardı: Bizimki de Cüneyt abiydi.. Reisdi, adamdı…
…
Siyasetin, toplumun, gerçekliğin iptal olduğu yerde mitoloji ortaya çıkar..
Komiser Cemil, Cüneyt Abimizin siyasetli, gerçekli filmlerinden..
Herkesin komploya, iç ve dış mihraklara iyice teslim olduğu yerde biraz kendi içimize dönüp, “Yahu bizim hiç mi suçumuz, hatamız yok!” diyebilmeyi hatırlatan bir film..
“Halk için emniyet, adalet için hizmet” diyen polisimiz kendi gerçekliği olan halkını belki bir gün gerçekten anlar umuduyla..
Mevdudi’nin rabbani yürüyüş kavramından mülhem hep hikayelerini dinleyip, ne zaman bunun bir benzeri bizim başımızdan geçecek diye düşündüğüm pek çok şey vardır. Bu hikayelerden biri de İran İslam İnkılabı sırasında şahın ordusunun belli bir eşikten sonra saf değiştirerek ezilen halkın yanına geçmesiydi.
Tabi bu süreci en başta Türkiye’de bir dönem solun düştüğü önemli bir hata olan orduyla beraber iş tutarak bir şeyler elde etme girişiminden ayırmak gerek. Anlatılan odur ki İran’da durum öyle bir hal alır ki, milyonlara varan kalabalıklar serdengeçti misali kol kola girerek silahlandırılmış kuvvetlerin üstüne doğru yürürler ve en ön sıradakiler birazdan öleceklerini bilmelerine rağmen bu yoldan geri dönmezler ve sadece yürürler, yüzlerce kişi ölür. Süreç öyle bir hal almıştır ki ordudaki insanlar artık kendi evlerinin içinden çıkan eylemcileri verilen emir gereği öldürür hale gelmişlerdir.Ancak bir noktadan sonra şahın ordusundan teçhizat ve asker kayıpları başlar,kırılma yaşanmıştır ve askerler emir eri olmaktan vazgeçip, hakk olanın safına geçmeye başlamışlardır.
Tabi bu işler nasıl mümkün olur bir muamma; ne yazık ki bu hikayelerin yanında biz bu ülkede bambaşka hikayeler de biliyoruz; 28 Şubat’ta Müslüman ailelere mensup bir çok insan, ’emir eri’ olmayı tercih etti ve memuriyetleri neyi gerektiriyorsa onu yapmaktan geri durmadılar; kadın polisler başörtülüleri yerlerde sürüklemekten hicab etmediler, imam hatiplerdeki bazı öğretmenler bütün varlığıyla çelişecek biçimde 14-15 yaşında kızlara başlarını açmaları gerektiği konusunda baskı yaptılar. Neyse ki bu hocaların bir kısmının döndüklerinde onları evlerine almayacak eşleri vardı.
Neyse zor meseleler