“…sorun Kürdün dilini konuşamaması, kültürünü yaşayamaması falan değil, onursuzlaştırılmasıdır.”
Ümit Aktaş’ın, Mazlum-Der’in 17-18 Kasım tarihlerinde İznik’te düzenlediği “2. Kürt Forumu”nda yaptığı son derece kıymetli ve sarsıcı konuşmayı, Ümit abinin izniyle paylaşıyoruz.
Hoş geldiniz arkadaşlar. Belki biraz geç oldu ama sonuçta son oturumda konuşmak da biraz problemli. Hepimiz değişik yerlerden geldik, farklı kültür adacıklarından, kültürel nişlerden. Ve bir takım temsiliyet iddialarında bulunuyoruz. Kürtlük, Türklük vs. Ve onlar üzerinden konuşuyoruz. Açıkçası bir Türk kültür adacığında yetişmeme rağmen kendimi kelimenin tam anlamıyla bir Türk olarak ifade edemiyorum. Böyle bir tanımlamam yok. Böyle bir hissiyatım da yok açıkçası. Bir Müslüman’ım, dahası insanım. Olaylara da insan ve insan özgürleşmesi açısından bakmak istiyorum, çünkü temel sorunumuz bu aslında. Yani meselelere eğer bir Kürt sorunu veya Türk sorunu, bunların hakları vs. açısından bakarsak, bunları asıllaştırırsak, asıl olan sorunların birçoğunu da kaçırırız. Gerçi bunlar bizim önümüzdeki somut sorunlarımız ama önümüze sadece bunları koyacak olursak, bunlar bizim temel sorunumuz olan o özgürleşmeyle aramızdaki mesafeyi de tıkayan, bizi aktüel sorulara kilitleyen şeyler olacaktır. O zaman sadece kendi kültürel adacıklarımızdan dünyaya bakmak gibi biraz darlaştırılmış bir zihinle bakarız olaylara. Kısacası, gündelik ve acil sorunlarımız dikkatlerimizi dağıtıyor ve kafamızı karıştırıyor; aslında aramızdaki barışı engellediği gibi özgürleşmeyle aramızdaki mesafeleri de daha çok açıyor.
Çok da suçlayamıyorum kimseyi, suçlamaya da gerek yok esasında. Bir suçlu aramaya da gerek yok. Bir suç varsa o hepimize ait, ama her şeyden önce kendimizi bir tarihsel kesitte, coğrafyada bulduk ve o coğrafyanın, o tarihsel kesitin üzerimize tahmil ettiği şeyler üzerinden konuşuyoruz. Bu bir bakıma avantaj, bir bakıma da olumsuz bir şey. Bir taraftan Batı’nın asimilasyonu altındayken, öbür taraftan belki de Kürt kardeşlerimiz şunu da ekleyecekler: “Türklerin de asimilasyonu altında”. Böyle katlı katlı asimilasyonlar altında kirlenmiş bir dil var önümüzde, o dille konuşmak zorundayız ve bu dil çoğu zaman anlaşmamızı da engelliyor. Mesela Ankara’dan bakarak Güneydoğu diyoruz, İngiltere’den bakılarak ise Ortadoğu diyoruz. O zaman tanımladığımız yerler neresi? Evet, arkadaşlarımız, kardeşlerimiz Kürdistan dediler. Doğu Akdeniz diyebiliriz, Arap dünyası diyebiliriz. Daha güzel tanımlamalar var elimizde ama ne yazık ki çoğumuz bu kirlenmiş dille konuşuyoruz ve bu kirlenmiş dil de bizim kafamızı karıştırıyor. Örneğin Müslüman kelimesinin yerine, sabahtan beri oturumlarda dinliyorum muhafazakâr, dindar, mütedeyyin vs. bir sürü kelime kullanılıyor. Müslümanlık yerine bunlar kullanılınca, muhafazakârlıkla, dindarlıkla Müslümanlık birbirine karıştırılıyor. O zaman bütün bu milliyetçiliklerin, muhafazakârların, mütedeyyinlerin vs. günahlarının tümü Müslümanların sırtına yükleniyor.
Evet, ortada bir suç var ama bu suçun muhatabı tam olarak Müslümanlar değil. Yani Müslümanlar da en azından diğer kesimler kadar sorunlu olan bir dünyada yaşadılar ve bu dünyayı değiştirebilmek için hakikaten Türkiye’de en ciddi çabayı, her şeye rağmen en olumlu çabayı ortaya koydular. Bizzat şu an burada bulunan topluluk da bunun bir işareti değil mi? Ama beri taraftan gerçekten Mazlumder gibi alnımızın akı bir insan hakları kuruluşu, bir sivil toplum kuruluşunun dili ne olmalı, “insan hakları” sorunu nasıl konuşmalı? Yani burada da bir dil karışıklığı, bir kafa karışıklığı yok mu? Zaman zaman buna da değinildi. Ben iyi kötü bir konuşma metni hazırlamıştım ama dinlediklerim karşısında o metni bir tarafa koydum. Şimdi bunlar üzerinden konuşuyorum ister istemez. Çünkü biraz buradaki duyarlılığı yakalamak ve onun üzerinden konuşmak istiyorum. Yani bir insan hakları kuruluşu ki bu eğer bir Müslümanların hakları kuruluşu değil de bir insan hakları kuruluşuysa, elbette ki insanı ele alan bir dil kullanmak zorundadır. Bunun zorlukları da ortada, bu da bir problem. İnsan hakları kavramı dediğimiz zaman, insan hakları kavramı Batı’da üretilmiş bir kavram ve Batı’yı esas alan bir kavram. Ve ne yazık ki Batı tarafından da kirletilmiş bir kavram. İnsan hakları kavramının tanımladığı şeyler bugün bizim tarafımızdan değil, Batı’daki birçok aydın tarafından da eleştirilmekte: İşte Batılı insanı, o beyaz, erkek ve hatta Nietzsche’nin de deyimiyle avcı, yıkıcı, asimilasyoncu Batılı insanı esas alan bir dildir bugün üzerinde konuşmakta olduğumuz o “insan hakları” kavramının dili. Bu dil de bizi asimile ediyor.
Öbür taraftan ise biz, her şeye rağmen, bu ülkenin umudu olarak, Türkiye’deki en somut ve geniş toplumsal yapı olarak, Müslümanlar ve Müslümanlık üzerinden bir insan hakları mücadelesi yürütmeyi de öne almalıyız. Bunu yapmak hem doğru bir yol hem de bizi sonuca götürmek açısından etkili bir yöntem. Çünkü ne kadar evrensel bir dil kurarsak kuralım sonuçta içinde bulunduğumuz toplumsallıkta bir yerlere adım atmak istiyorsak, bu toplumsallığın imkânlarından; tarihinden, kültüründen, örfünden, maddi ve manevi birikimlerinden yararlanmak zorundayız. İnsan hakları kavramı evrensel bir kavram olabilir ama bizim mücadelemizi yürüttüğümüz toplum somut ve tekil bir toplum ve dolayısıyla da mücadelemizin dili, öncelikleri ve örnekçeleri, bu toplumsal somutluğu dikkate almak zorundadır. Bu, her şeyden önce, bizim için önemli bir imkândır. Hakikaten bu ülkede dediğim gibi temsil açısından, cesamet açısından ve nitelik açısından en dinamik ve en geniş toplumsal yapıya sahip olan Müslümanlardan ümidimizi kesmiyoruz; Allah’tan umudumuzu kesmiyoruz. Yürüyeceğimiz yollarda ardımıza bakmadan alnımızın akıyla yürümeye devam edeceğiz. Bunu yaparken ötekileri, ötekileştirdiklerimizi veya ötekileştirilenleri suçlamak gerekli mi, bu bizi aklar mı, bu bizi doğru yere çıkarır mı? Tüm bunları içtenlikle, hiçbir önyargıya ve komplekse kapılmaksızın konuşabilmeli ve tartışabilmeliyiz.
Şu son sıralarda mesela açlık greviyle ilgili tutturulan dile baktığım zaman hakikaten yüreğim burkuluyor. Bir Müslüman olarak vicdanım sızlıyor. Efendim açlık grevi olur muymuş, açlık grevi Müslümanlıkta yokmuş falan filan. Kardeşim, siyasal bir mücadele veriyorsun sen ve bunu yaparken her türlü enstrümanı kullanıyorsun, her türlü enstrümanı kullanmayı meşru kabul ediyorsun. Bu durumda elbette senin dışındaki insanlar da bir takım enstrümanları kullanacaklardır. Cezaevine tıktığın, basit bir suçtan ötürü yirmi, otuz, bilemedin yüz sene hapis cezası verdiğin insanlar orada ne yapmalılar ve ne yapabilirler? Ellerinde hangi imkânlar var? Onlar bu duruma düşmeye layıklar mı? Evet, taş atmışlar veya protesto gösterisi yapmışlar. Ama bu onları “terörist” ilan etmek ve örgütsel bir suçtan yargılamak için yeterli deliller midir? Meselelere neden olumlu, suçlayıcı değil de suçu önleyici; yerin dibine batırıcı değil de, kurtarıcı açılardan bakmayız ki? Biz Müslüman değil miyiz ve İslam’ın da şiarı insanları kurtarmak değil midir?
Geçenlerde hakikaten duyduğumda içim yandı. Tunceli’ye film yapmaya giden genç bir hanım yapımcı, orada, film setinde bir gençle tanışıyor ve âşık oluyor. Delikanlı PKK’lı. Ayrıntıya girmeden kısa geçiyorum. Sonra birlikte İstanbul’a kaçarken yakalanıyorlar ve örgüte mensup olmaktan ötürü otuz yılla yargılanıyorlar. Bu işte batılı, pozitivist bir yargı mantığı, vicdansız bir yargı mantığı. Bir padişah olsaydı o çocukları affeder ve evlendirirdi. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin mahkemeleri otuz yıldan, örgüte yardım ve yataklıktan yargılıyor. Sorduğunuzda, “eh, ne yapayım elimdeki yasa bunu yazıyor” diyecektir yargıç. Mantık bu. Bakış açımız bu. Kirlenmişlik bu. Efendim, “açlık grevine gidenleri PKK örgütlüyor, PKK’nın talimatıyla ölüm orucu tutuyorlar” denmekte. Kardeşim kimin talimatıyla yaparlarsa yapsınlar. Siz bir eylem yaparken, bir söz söylerken, sizin siyasal kuruluşunuzun, genel başkanınızın talimatı dışında bir şey yapabiliyor, onun sözünün dışında söz söyleyebiliyor musunuz? O ağzınızı aç demediği müddetçe ağzınızı açabiliyor musunuz? Karşınızdaki de sonuçta bir siyasal parti. Onun da kendine özgü mücadele yöntemleri var. Önemli olan bu suçlayıcı dili kullanmak yerine, onları bu tür eylemlere zorlayan nedenler üzerinde kafa yormak, siyaset kurumunu bu yönde, yani bunlara yol açan sorunları çözme yönünde harekete geçirmektir.
Arkadaşlar, PKK da özünde yalnızca bir şiddet örgütü değil. Bir siyasal partidir. Şiddet ise, şu veya bu ölçekte, siyasetin vazgeçilmez bir unsurudur. Ve hatta siyaset bizatihi bir şiddettir. Toplumsala uygulanan bir şiddettir. Bu şiddetin araçları, yöntemi, yolu, yordamı değişir sadece. Özü değişmez. Çünkü toplumsala bir şey dayatıyorsunuz. Toplumsaldan bir şey istiyorsunuz. Onu kabul edenler kadar reddedenler de var. Reddedenlere ister istemez şiddet uyguluyorsunuz. Bu şiddetin araçları değişebilir. Siz de bir orduyu örgütlemişsiniz, her türlü silahla donatmışsınız; karşınızdaki insanlar da kendi çaplarında bir örgütlenme yapmışlar. PKK‘yı tasvip edersiniz ya da etmezsiniz, kullandığı yöntemleri beğenir ya da beğenmezsiniz, o ayrı mesele. Size devlet olma payesini kim veriyor? Devletler de sonuçta yapıntı kuruluşlardır, somut yapılar değil. Şiddeti kullanma tekelini kendilerine bahşetmiş olan kurgulardır. Ve devlet de sonuçta birilerinin devletidir, genelin değil. Bana göre somut kuruluşlar cemaattir, ailedir. Onun dışındaki kuruluşlar yapıntı kuruluşlardır. Dolayısıyla bir “terör” örgütü devletin muhatabı olur mu, onunla eş düzeyde durma hakkı var mıdır yok mudur? Buna bir devlet karar veremez ki! Buna o organizasyonu kim oluşturuyorsa o karar verir ve siz burada bir mantık oyununa girişemezsiniz. Dolayısıyla kendi elinizde tuttuğunuz hakları siyasal rant elde etmek için sonuna kadar bekletirken, karşınızdaki insanların da sonuna kadar susmalarını bekleyemezsiniz. Buna hakkınız yoktur.
Mesela şu esirgenen haklar, Kürtçe eğitimdi, yayındı, savunmaydı vs., on sene önce verilemez miydi? Yirmi sene önce verilemez miydi? Esasında bu “vermek” lafı bile iğrenç bir laf. Kimsenin kimseye bir şey bahşetme hakkı yok ki. Hepimiz Allah’ın kullarıyız. Ve buradaki temel sorun esasında bir onursuzlaştırma sorunudur. Evet, sorun Kürdün dilini konuşamaması, kültürünü yaşayamaması falan değil, onursuzlaştırılmasıdır. “Talep edilen şey” de, onurlu bir hayatın, eş bir hayatın içerisinde yaşamak meselesidir. Dolayısıyla bunlar her insanın pazarlıksız olarak, kimseden talep etmeksizin sahip olacağı en doğal haklar. Adı üstünde: İnsan hakları ve bu hakları kimsenin kimseye vermeye, bahşetmeye hakkı ve yetkisi yoktur.
Tabi ki burada bu meseleleri irdelerken meselenin aslında evrensel, küresel bir güçler mücadelesi içerisinde mütalaa edilmesi de kaçınılmaz. Yani bir sınıf, sınıflaştırma meselesi, ırklaştırma meselesi ve etnisite meselesi. Kürtler ile Türkler arasındaki mevzu daha çok bir etnisite sorunudur. 1980’e kadar terörden rahatsız olan, fabrikalarını çalıştıramaz hale gelmiş olan Türk burjuvazisi, terörü lokalleştirmiş ve bir etnik sorun haline getirmiştir. Bir sınıf sorunundan bir etnik sorun haline getirilmiş, böylece ülkesel bir sorun olmaktan, bölgesel bir sorun olmaya dönüştürülmüştür. Dolayısıyla bugün Türk burjuvazisi, Türkiye’nin o Kürdistan’ın dışında kalan yerlerinde rahat rahat işlerine bakmakta, paralarını kazanmaktadır. Stabil bir üretim ve tüketim ağı kurmuştur ve sistem, sömürü sistemi tıkır tıkır işlemektedir. Kendisini rahatsız eden hiçbir unsur da kalmamıştır ve Kürdistan’daki mücadele de tamamen askerlerle gerillalar arasındaki çatışmalara bırakılmıştır. Artık bir sınıf mücadelesi, bir sendika sorunu yoktur. Esasında bu sanki nerdeyse zımni bir anlaşmayla ortaya çıkmış bir şeydir. Yani her iki taraf da, zaman zaman ihlaller olmakla birlikte, çatışmayı orada, o coğrafyada sürdürmektedir.
Bize düşen ise tarihin önümüze koyduğu, belki de bize tahmil ettiği bu mantığın, bu küresel egemenlik mantığının dışına çıkabilmek. Kapitalizmin çizdiği sınırların dışına çıkabilmek. Onların dışında dünyaya bakabilmek. Ve evet, aktüalite ve aktüelliğin önümüze koyduğu acil sorunlarımız için mücadele etmenin ötesinde, bir de ara sıra başımızı kaldırıp bu küresel mantığın perspektifinden de olayları tahlil edebilmeliyiz. Aksi takdirde sürekli bu önümüze konmuş olan ve bizi bir yerlere doğru sürükleyen yerel ve aktüel mantıkların esiri olur ve onların doğrultusunda hareket etmekten başka bir şey yapamayız. Burada zaman zaman zikredilen Avrupa Birliği modelleri, bizim için belki bir adım önümüzdeki şeyler ama onları önümüze bir hedef olarak aldığımız zaman, sonuçta Ömer (Gergerlioğlu)’in de sabahleyin söylediği gibi, onların nallarını toplamaktan başka bir şey yapmayız. O nedenle biz önümüze model olarak konulan Avrupa Birliği’nin çözümlerini değil, onun daha ötesini tahayyül etmeliyiz, onun daha ötesini yapmaya çalışmalıyız. Sorunlarımıza iktidar mantığıyla değil, birer insan olarak bakmalıyız. Biz muktedirler değiliz. Biz devlet adına, hükümet adına konuşmuyoruz. Burada bazı toplumsal kesimlerin temsilcileri olarak (mı? O da ayrı bir konu!) bulunuyoruz. Dolayısıyla bizim için aslolan şey toplumdur, toplumlardır, toplumların ilişkileri ve barışıdır. Toplumlardaki her şeyi de devletler belirlemez. Devletlerin, iktidarların bu kadar gücü yoktur. Aslolan toplumlardır. Dolayısıyla biz toplumsal açıdan ne yapabiliriz onlara bakalım. Bırakalım, yok devlet şunu yapacakmış, anayasalar bunu yapacakmış mevzularını da birbirimize efendilik yapmak, yüreklerimize korku salmak çabalarından bir an önce vazgeçelim. Çünkü bu tür korkular ya da efendilikler, bizleri küresel sistemin madunları olmaktan kurtaramamakta maalesef.
Arkadaşlar, anayasaların tarihi şunun şurasında iki yüz sene. İnsanlar ise yeryüzünde binlerce, milyonlarca sene anayasalar olmadan yaşadılar. Meseleye bir sözleşmecilik mantığı açısından da bakmayalım. Hele hele ezelde yapılmış bir misaktan falan hiç söz etmeyelim. Ezelden yapılmış bir sözleşme ne kadar doğrudur, o benim açımdan sorunlu bir şey. Çünkü var olmayan, bilinç sahibi olmayan, düşünemeyen, özgür olmayan insanların bir sözleşmesi olamaz. Bizler ne zaman bilinç sahibi olmuşsak/olursak, sözleşmelerimizi o zaman yaparız. Esasında kâğıt üzerine yazılan bir takım yasalar değildir sözleşmeler. Onları illa da bir takım yazılı metinlere dökmeye de gerek yok. Önemli olan içten, yürekten benimsediklerimizdir; birbirlerimizin yüzlerine utanmadan bakabilmemizdir. Sözgelimi bu tür ilişkileri, Türklerle Kürtlerin arasındaki, doğuyla batının arasındaki o fiziksel ilişkileri sıklaştırmak, konuşmak, dillerimizi yakınlaştırmak, ortak bir dile doğru gelmek, barışa doğru evrilmek. Temel ve sahici çözüm bu: konuşmak, tanışmak, bilişmek; aramızdaki yabanlıkları, yabancılıkları ortadan kaldırmak.
Burada dil derken Türkçeden, Kürtçeden bahsetmiyorum, kavramsal dillerimizden, fıtrî olandan bahsediyorum. Kürtçeyi, Türkçeyi bilsek dahi o kavramsal dile olan yabancılıklarımız, yine bizi birbirimize yabancılaştıracaktır. Her şeyden önce o kavramsal yabancılıklarımızı alt etmemiz gerekiyor. Neticede bugün Milli Görüş geleneğinden gelen bir siyasal parti iktidarda ve bu parti, kendisinden önceki bir geleneği devraldı. Bu geleneğin Kemalist gelenek olduğu da burada bulunan herkes tarafından söylendi. Kemalist gelenek de nevzuhur bir gelenek değil, o da kendisinden önceki bir İttihatçı geleneği devraldı. O da nevzuhur değil, o da kendisinden önceki bir padişahlık mantığını devraldı. Yani bu sistem, bin yıldır bu topraklarda oluşturulan bir sistem. Bin senelik kodlardan bahsediyoruz. Siyasal kodlardan, iktidar kodlarından, iktidarlaşma kodlarından söz ediyoruz. Dolayısıyla bir açıdan Ak Parti’nin tüm bu siyasal kodları on senede çözmek gibi bir gücü yok. Hiçbir iktidar, hiçbir toplumsal kuruluş böyle bir güce sahip değil. Bunu çözmek elbette zor. Ama öbür taraftan doğrudan doğruya bu kodlarla alakası olmayan bazı şeyleri çözemez miydi, diye düşündüğüm zaman, mesela en azından Müslüman duyarlılığına sahip -Müslüman demiyorum o kelimeyi bir tarafa koydum şimdi-, o iklimden gelen insanların hükmettiği bir ülkede, cezaevlerinde çocuklara tecavüz edilmesi gibi bir olay yaşanmalı mıydı? Bunlar bizim emanetlerimiz değil mi? Bunlara kendi öz çocuklarımız gibi bakmalı değil miydik? Taş atıyor diye alıp da içeri tıkılan çocuklara, orada tecavüz edilmesini seyretmek, böylesi bir gelenekten gelen bir iktidar açısından ne denli makul ve tasvip edilebilir bir durum?
Öbür taraftan ise hep bahsi edilen ama bir teşhis ve çözüm ortaya konulamayan bir Roboski meselesi var. Arkadaşlar ben bunun bir kaza falan olduğuna inanmıyorum. Bu, devletin sınırları kanla çizme alışkanlığının bir sonucu. Biliyorsunuz, daha önce de bir otuz üç kurşun meselesi vardı. Evet, Ak Parti iktidara geldi ve yapılmasını düşünemediğimiz bir şeyi yaptı. Otuz üç kurşunun müsebbibi olan General Muğlalı’nın ismini askeri kışladan kaldırttı. Güzel, ama beri yandan da otuz üç sayısını otuz dörde çıkardı. Ve hâlâ meclis komisyonu, Genelkurmay’dan istenen belgeler gelmediği için talimatın kim tarafından verildiğini tespit edemediğinden söz etmekte. Siyaset zaten ülkemizde giderek bu duruma geldi: İnsanların yüzüne baka baka yalan söyleme sanatı haline. Bunun bir yalan olduğunu biz de biliyoruz, Genelkurmay da biliyor, kendileri de biliyor ama herkes bu yalana razı. Kimse bu yalandan rahatsız değil. Genelkurmay’ın niçin bunu göndermediğini herkes biliyor. Arkadaşlar hani askeri vesayet falan kalkmıştı. Hani askeriyenin içindeki en mahrem şeylere bile el konulabiliyordu, kozmik odalara dahi girilebiliyordu? Yani bir bombalama talimatının kimden geldiği bilinmiyor mu, bilinmeyecek mi bu ülkede?
Öbür taraftan o Milli Görüş duyarlılığı olsun, nerede kaldı? Müslüman demiyorum ama maalesef Müslümanların çoğu da bundan, bu iktidar dilinden etkilenmiş durumdalar. Artık bazı kavramları ağızlarına almaktan korkar hale gelmişler. O Milli Görüş mantığının daha önceden hiç değilse zaman zaman protesto ettiği o NATO protestoları ne oldu arkadaşlar? Evet, bir taraftan topraklarımız bölünüyor diye ayağa kalkıyoruz ama öbür taraftan İncirlik’te, daha birçok yerde o NATO üsleri durmuyor mu? Oralar bizim toprağımız mı? Yani tırnak içerisinde “bizim”. İncirlik’e girebiliyor muyuz, orada neler olduğunu biliyor muyuz? Toprağın benim için bir kutsallığı falan da yok. Hiçbir toprak parçası da benim açımdan bu insanların hayatlarından daha kıymetli değildir, o ayrı bir mesele. Ama Orta Asya’dan çıkıp ta buralara kadar seyahat etmiş olan göçebe Türk kardeşlerimiz maalesef hâlâ bir yurtlanma sorunu içerisindeler ve başkalarının yurdunu çalarken de kendilerine haksızlık yapıldığını iddia ederek olayları örtbas etmeye çalışıyorlar. Bizler de hem NATO’nun bu işgallerini, işkencelerini, katliamlarını, hem de bir taraftan da, hakikaten konuşmaya utanıyorum artık, bu dil meselesini, ana dilde eğitim, ana dilde konuşma meselelerini havanda su döver gibi konuşup durmaktayız. Oysa yüz sene önce o hiç beğenmediğimiz Osmanlı İmparatorluğu’nda bunlar tartışma konusu bile değildi. Fakat modern, çağdaş, batı uygarlığı seviyelerine doğru gitmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nde biz, yıllardır bu tip konuları tartışmak durmaktayız. Utanç verici bir şey ama hep konuşup durmaktayız. Belki de daha yıllarca da konuşacağız.