Marx, Emek ve Özgürlük

İlk bakışta böylesi bir başlık bir kafa karışıklığı gibi görünebilir. Ya da çoğu kişinin kafasını karıştırmış da olabilir. Marx’ı iyi okuyanlar, onun ne kadar az özgürlük[1] kavramını kullandığını ve neredeyse emek ve özgürlük kavramlarını yan yana kullanmadığını bilirler veya farkındadırlar. Bu yüzden birileri çıkıp da bunun ne anlama geldiğini sorabilir ve sormalıdır da. Ama beri yandan birileri de çıkıp da bunun kadar normal bir şey olmadığını/olamayacağını da iddia edebilirler. Bu kişiler, bu kadar çok emekten bahseden bir yazarın illa ki emeğin özgürleştirilmesine dair bir şeyler söylediğini de farz ederek böylesi bir çıkış da yapıyor olabilirler. Ama bu her iki durumda da bir mantıki ilişki ve ilişkisizlik söz konusudur. Benim amacım, bu mantıki ilişkiyi ya da ilişkisizliği açığa çıkarmaya biraz olsun katkı yapmak olacaktır.

I

Bu noktadan ilerlemeden belki yerli belki yersiz bir parantez açmamız gerekiyor. Bu yazı normalde ilk haliyle herhangi bir kitleyi muhatap almadan kaleme alınmıştı. Tek kaygısı ve önerisi, Marx’ı bir az olsun anlamaya katkı sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Hakkında yüzlerce kitap ve makale yazılmış bir düşünür için böylesi bir şey neden gerekli ki sorusu da yine kafalarda oluşabilir. Çok normaldir de. Ancak maalesef meseleye yakından bakılırsa eğer görülecektir ki, durum tam da böyle sanıldığı gibi değildir. Üzerine yüzlerce yazı yazılmış bir düşünürün belki de başına gelmesi garipsenebilecek ciddi bir akamet söz konusu. Marx’ı okuyanlar veya okuduğunu sananlar, ki hakkını vererek okuyan kişi sayısı gerçekten çok azdır, sadece belli yazı ve görüşlerini okuyup ya ona reddiye sunmak ya da ona övgüler düzmek için bu okuduklarını kullanırlar. Genel insan kitlesi de bu kısıtlı okuma seviyesi civarında kalır. Beri yandan Marx’ı bilenler veya daha doğru tabirle bildiğini sananlar, genelde belli şablonlar üzerinden Marx’ı bilirler ve yorumlarlar; bu da yine onu ya karalamak ya da göklere çıkarmak için yapılan bir eylemden öteye geçemez. Son olarak en zor olan Marx’ı anlamaya geldiğimizde ise, bu okuma ve bilme basamaklarında onu ne kadar doğru veya yanlış okuyup/bildiğinize göre veya bu basamaklarda ne kadar ilerlediğinize göre de belli bir Marx algısına sahip olacaksınızdır. Sonuçta görülecektir ki, okumayla başlayan ve anlamayla sonuçlanan bu uzun ve yorucu süreç her basamakta ciddi bir kitle kaybı sonucunda nihayete erer. Ortalıkta gezinen onlarca, Marx’ı anlama kitabının, Kapitale giriş metinlerinin de böylesi bir farkındalığın ve ızdırabın neticesi olduğunu varsayabiliriz. Burada onun şu sözünü de hatırlamak belki konuya katkı açısından yerinde olacaktır; “Bilime giden düz bir yol bulunmuyor ve yalnızca onun dik patikalarını tırmanmaktan çekinmeyenler, aydınlık doruklarına ulaşma şansına sahiptir.” (Kapital I)[2]

II

Neden tekrardan böylesi bir girizgaha ve izaha gerek gördüğüme geçmeden önce birkaç şey daha eklemek istiyorum. Üzerine bu kadar çok yazılmış ve çizilmiş bir tarihsel şahsiyetin maalesef ne kadar az anlaşıldığını vurgulamak evet tekrar tekrar söylenmesi belki gereken bir şey ama ayrıca bütün bunlardan sıyrılarak Marx’ı Marx’ın da kendisinin istediği gibi kendisinden okuyup anlama nedense bazen göz ardı edilen bir durum halini alıyor. O yüzden mesela Türkiye’de yaygın bir şekilde oluşan algı ve kalıplar bu yanlış anlama ve okumadan kaynaklanıyor. Marx’ı Marx’tan okumak yerine onu başkalarından okuyup anladığımız için genelde Marx denince kafamızda canlanan şeyler üç aşağı beş yukarı herkesin kafasında canlanan şeylerle aynı mahiyette oluyor. Sadece Kapital I. cildine bile onlarca ek-yama yaptığı, nasıl okunması, neden böyle bir metot kullandığına dair onlarca uyarı, dipnot yaptığı düşünüldüğünde bütün bunları bir kenara bırakıp onun görüşlerini okumadan, sadece başkalarından duyduklarımızla yetinerek onu eleştirmek biraz kolaya kaçmak gibi duruyor. En azından; karşına aldığı sistemi körü körüne eleştirmekten kaçınarak, sistemi ve yapısını bütün veçheleriyle kavradıktan sonra onunla eni boyuna bir mücadeleye girişmesi gibi, Marx’ın kendisini de eleştirirken onu ondan okuyarak o şekilde yargılamamız veya benimsememiz gerektiğini düşünüyorum. En azından kendisinin de bunu böyle ifade etmesi dolayısıyla bu saygıyı borçlu olduğumuzu düşünüyorum; “Bilimsel eleştiriye dayanan her görüşü hoşnutlukla karşılarım. Kamuoyu denen şeyin hiçbir zaman taviz vermediğim önyargıları söz konusu olduğunda, geçmişte olduğu gibi bugün de, büyük Floransalının şu şiarını benimsiyorum: ‘Sen yolundan şaşma, bırak ne derlerse desinler!’ (Dante, İlahi Komedya)”

Son olarak bu ilave girizgah ve açıklamaları da yapışım, Marx’ın eserlerinin mevcut dünyayı anlamak için birer araç olarak kullanılabilmeleri, faydalı bilgiler sunmaları, başlangıç noktası olabilecek mihenk taşları olmaları, birer gözlük gibi belli bir perspektif vermeleridir. Bunların belli ideoloji, inanç ve yargılarla uyuşmaması da olağandır. Kişinin alışkanlıklarına zıt, ters veya farklı noktalarda yer alması da olasıdır. Ama bu belli bir sorun teşkil eder mi veya bunlar çok sakıncalı mıdır sorusunun cevabı tamamen bilimsellikle ve bilgiye ne kadar ulaşmak istediğimizle alakalı bir durumdur. Bilime uzanan bu uzun ve meşakkatli okuma, bilme ve anlama yolunda kişinin gösterdiği kararlılığın derecesi kişinin bu olguya yaklaşımını ve bakış açısını da şekillendirecektir. Bu yazılanlara ilave anlamlar yüklemek de bu noktada yersizdir. Marx ve eserlerini bir kişi sadece sistemi anlamak için de okuyabilir, ondan bir sistem devşirmek için de. Önemli olan biraz sonuçta ne üretildiği ve nereye varıldığıdır.

III

Kendi zamanının ve kendisinden sonrasının en büyük düşünürlerinden biri olarak kabul edilen; modern ekonomi ve siyaset bilimlerinin şekillenmesine katkı yapan bir düşünür olarak Marx’ın özgürlük üzerine bir iki kelam etmemesi; onlarca çalışma, yüzlerce sayfa eser kaleme almış bir yazar olarak ‘liberty’ kelimesini kullanmaktan imtina etmesi garipsenecek bir davranış gibi durmaktadır.

1789 Fransız İhtilalinin etkilerinin hala hissedildiği, devrimci siyasi fikirlerin bütün Avrupa’yı kasıp kavurduğu, herkesin dilinde ‘liberty’, ‘equality’, ‘fraternity’ mottosunun dolaştığı bir atmosfere doğan ve bu zaman diliminde yazan bir kişinin, bunlardan etkilenmemesi düşünülemeyecek olmasına rağmen, yinelemek gerekirse ‘liberty’ kavramının neredeyse hiç bahsi geçmemesi garipsenecek bir durum gibi görünebilir Marx’la ilgili yeterli malumata sahip olmayanlar için. Açmak ve örnek vermek gerekirse, mesela sadece 1844 El Yazmaları’nda (yani erken dönem Marx’ta) her ikisi de Türkçeye ‘özgürlük’ olarak çevrilen ‘liberty’ ve ‘freedom’ kelimelerinden ‘liberty’ sadece bir kez kullanılırken; ‘freedom’ ve türevleri kelimeler yüze yakın yerde geçmektedir. Diğer yandan özgürlüğün zıddını ifade eden ‘slave’ yani köle/kölelik ve türevleri ifade biçimleri elli farklı yerde kullanılmıştır.

Bunun tabi ki mantıki gerekçeleri vardır ve olması da gereklidir. Biz, bunlardan bazılarını yazılarından çıkarabilirken, bazılarını ancak tahmin edebiliriz. Bu kısa çalışmada el yazmalarından yola çıkarak bu nedenlerin izlerini sürmeye çalışacağım.

IV

Tahmin kısmıyla alakalı birkaç şey söylemek gerekirse eğer, kendisinden önce yapılmayan bir şeyi zorlayan, deneyen ve yapmaya çalışan Marx, siyasal olandan ekonomik olana geçmeye/ulaşmaya çalışmıştır. Siyasal alanda görünmez olan ve anlaşılamayan bazı unsurların ekonomik alanda görünür olması ve anlaşılabilmesi onu buna sevk etmiştir diyebiliriz. Tabi burada ekonomi derken kendi dönemindeki ekonomiden ya da ekonomi politikten bahsettiğimizi belirtmeliyiz. Siyasal özgürlüklerin verildiği ve bunun herkesin dilinde olduğu ve kölelik kurumunun yasal olarak ortadan kalktığı bir zeminde, zaten kalkıp tekrardan siyasal özgürlüklerden bahsetmek, var olanı tekrar etmekten öteye gidememektir. Bütün insanların eşit ver kardeşler olduğu ve herkesi doğuştan aynı haklara sahip özgür bireyler olarak ifade edildikleri bir toplumda, insanların ilgisini çekmek için yeni başka bir şeyler söylemeye ihtiyaç vardır. İşte tam da bu noktada ekonomik olan, ya da Marx’ın ekonomi politik olarak ifade ettiği veya daha da açarsak siyasal olanın ekonomik olanı belirlediği olarak tarif edebileceğimiz yeni bir alan önümüze açılmaktadır. Burada her şey görünüşte özgürdür; toplum, bireyler, ilişkiler, mübadeleler, tercihler. Ancak görünür olanın arkasında görünmeyenin olduğu noktada ilişkilerin niteliği ve boyutu değişir. Bu noktada daha karmaşık ilişkiler olduğunu söyler bize Marx, bunların sinyallerini, mihenk taşlarını gösterir. Burada her şey muğlaklaşır ve bunları analiz etmemiz için mevcut, onun tabiriyle ‘burjuva’, ekonomi politiğinden sıyrılmalı olaylara, ilişkilere daha farklı bir perspektiften bakmalıyız.

İngiltere’deyken British Museum’a kapanan Marx, Engels’in ona yazdığı bir mektupta da belirttiği gibi, okunacak bir kitap bile varken yazmaya başlamaması gerektiği ikazını da belli ki şiar edinerek, döneminin ve öncesinin bütün eserlerini gözden geçirmeden temel eserini yazmaya başlamamıştır. Çünkü önünde uzanan sorunla yüzleşmesi için meseleyi tam anlamıyla bütün veçheleriyle kavraması, anlaması, analiz etmesi ve yeni bir şeyler, çözüm üretmesi gereklidir. Bu sayede ancak, mevcut sistemin yerine alternatif olacak ama onun eksiklerini yamamayan, onun yerine yeni olma, özgün olma iddiasında bulunan bir teori ve sistem geliştirebileceğine inanmaktadır. Buradan hareketle erken dönem bilgi ve birikimiyle sentezlediği perspektifi ona yeni ufuklar açarak, hem kendi geçmiş düşünceleriyle yüzleşmesine, hem de hakim söylemle cedelleşmesine imkan sağlamıştır. Mesela 1844 El Yazmaları’nda daha önceden bir Hegelciyken, burada Hegel’in felsefesini ciddi bir eleştiriye tabi tutarak ondan kopuşunu da simgelemiştir.

V

Son olarak, ekonomik ve politik olan ve ekonomik özgürlük/siyasal özgürlük bahsinden anladığımız ve çıkarsadıklarımız hakkında bir kaç not düşmekte fayda var. Kölelik ve emeğin/işçinin köle olması, erken dönem Marx düşüncesinde bile yoğun olarak mevcut olan bir düşüncedir. Fransız İhtilaliyle bütün insanlarda uyanan özgürlük bilinci ve heyecanı aslında Marx’ta sunileşmektedir. Evet, o da bunu kabul etmektedir, insan özgürdür ve özgür olmalıdır ama bu özgürlüğün mahiyeti ve niteliği asıl sorgulanması gerekendir. Daha doğru bir şekilde şöyle ifade edersek, özgürlüğün zıttı olan kavram mesela kölelik ise kölelik diye bir olgu ortadan kalkmıştır. Kölelik eski çağlarda kalmış, bir barbarlık nişanesi gibi görülmektedir. Zaten bu anlamıyla özgürlük/kölelik kavramları hukuki anlamlar içeren ifadelerdir. Yani bir kişi özgürse, bu onun siyasi ve hukuki pozisyonunu ifade eden bir kavramdır. Mesela Eski Yunan’da bu, gerçekten de özgür bir insanı tanımlamak için kullanılan bir ifadedir. Yani bundan; devlet, yönetim, idare veya pek çok konuda söz hakkı olan ve bunun yanında yetkileri, hakları olan insan ifade edilmektedir. Kölelik ise tam tersinden hiç bir hakka veya yetkeye muktedir olmayan, mahkum olan anlamlarında kullanılırdı. Bu tarz insanları tanımlamak için köle kullanılması orada gerçekten tam anlamıyla kavranabilen bir durumdu. Ki zaten böylesi insanlar da ‘insan’ olarak görülmez bir mal/meta, bir hayvan mesabesinde değerlendirilirdi. Kavramın hukuki anlamından kurtulup siyasi bir nitelik kazanmasıyla bu aradaki yetke/hak ilişkileri de anlamsız kaldı. Çünkü artık her birey özgürdü ve özgür karar verme süreçlerinde özgürce ve dilediğince yer alabilir ve bu yetke ve hakkını istediği şekilde kullanabilirdi. Ancak siyasal ve hukuki olandan daha derin ve görünmez anlamlar taşıyan ekonomik özgürlük kavramının da en az bunlar kadar ve bazen daha fazla belirleyici olabileceği görülemedi. Mesela, hakim söylem iktisatçılarının tekrarla savundukları ve dillerine pelesenk ettikleri özgür/serbest piyasa ve özgür/serbest mübadelenin özgür/serbest bir ekonomi için birincil şart olduğu inancı genel olarak herkesin sorgulamadan kabul ettiği bir ön kabule yol açmıştır.

İleride örneklerle göstermeye çalışacağımız üzere, Marx’ta ise bu ayrım çok belirgindir. Ekonomik olan ve siyasal olan arasındaki ayrım ve hangisinin hangisini belirleyici olduğu ve şekillendirdiği, Marx’ın neredeyse bütün çalışmalarının geneline yayılmış bir düşünüştür. Mesela Komünist Manifesto’da burjuva iktisadının ve siyasasının işleyişini anlattıktan sonra, ona göre artık tartışmaya yer kalmamıştır. Çünkü görünmez olan ilişkileri görünür kılarak, açığa çıkarmıştır. Ve işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmadığını ifade ederken, işte yine burada, zincir görünür olan ve bir kölelik nişanesi, mahkumluk anlatan bir zincir değil, tam tersi görünmeyen, insanların bir kısmının fark etmediği, bir kısmının ise fark etmek işine gelmediği bir ilişki ağı, işçiyi işverene bağlayan bir bağ olarak görür. İşçilerin özgürlüğünün ise ancak ve ancak bu bağlardan kurtulmakla mümkün olabileceğini ve ancak ve ancak o zaman eşitlikçi ve özgür bir toplum yaratılabileceğini üstüne basa basa ifade ederek, dünyanın bütün işçilerini birleşerek eski düzeni yıkmaya, onun kalıntılarından yeni bir dünya kurmaya davet eder.

VI

Tahmin bahsini geçtikten sonra somut olarak verilere ve yazılanlara geçmeden önce, yine bir kaç noktanın altının çizilmesi gerekiyor. Üzerinde duracağımız metin olan 1844 El Yazmaları, pek çoğu kaybolmuş dağınık not ve defterlerden oluşmaktadır. Bunlar kendi ifadesiyle burjuva politik iktisadıyla mücadeleye girişen erken dönem Marx düşünceleridir. Daha önce belirttiğimiz gibi ne daha Engels’le tanışmıştır, ne komünist manifestoyu yazmıştır, ne de daha British Museum’a kapanarak bütün burjuva iktisadını hatmetmiştir. Birer çıkış noktası olmaları ve Marx’ın ileride izleyeceği metoda dair ipuçları vermesi açısından önemlidirler. Burjuva politik iktisadını kendi içerisindeki tutarsızlıkları ve eksiklikleri ortaya dökerek onların yanlışları üzerinden eleştiriye tabi tutan bir yapısal metodun da sinyallerini bulmak mümkündür.

Daha çok bu çalışmada ve erken dönemde, yukarıda bahsi geçen bir eleştirel yanlışlama metodu içerisine girerek; emeğin ne olduğuna dair, emeğin somut, ekonomik olarak ifadesi olan değere ve emeğin değeri ya da ücretine dair özet mahiyetinde materyaller vardır. Daha sonra kuramsallaştıracağı emek-değer kuramının da izleri yine bu erken dönem Marx’ta rahatlıkla izlenebilir.

Emek ona göre tek geçerli değer ölçütü ve zenginliğin tek kaynağıdır. Emek değer teorisi de bu mantık üzerine inşa edilmiştir. Burada ilginç olan ve Marx’ın yoğun olarak eleştirdiği, bazı politik iktisatçılar da bu görüşü benimsemelerine rağmen sonuçta çok farklı yerlere varmışlardır.

Politik İktisatçılardan alıntı yaptığı yerlerden bazıları; “Politik iktisatçı, herşeyin emekle satın alındığını, sermayenin birikmiş emekten başka bir şey olmadığını söyler bize; ama aynı zamanda işçinin, herhangi bir şey satın alabilmek bir yana, kendini ve insanca kimliğini satması gerektiğini söyler…Politik iktisatta emek sadece ücret-kazanma etkinliği şeklinde ortaya çıkar… Politik iktisat işçiyi ancak çalışan bir hayvan olarak tanır-en vazgeçilmez bedeni gereksemelerle sınırlı bir hayvan. Politik iktisat emeği soyut bir şey olarak düşünür; ‘emek bir metadır’. Fiyat yükselirse, metanın isteklisi çok demektir; fiyat düşükse, meta çok olmalıdır, ‘emeğin bir meta olarak fiyatı gittikçe düşmelidir’. Bir meta olarak emek kuramı, kılık değiştirmiş bir kölelik kuramından başka ne olabilir?’” (1844 El Yazmaları)[3]

Ancak daha sonra bu çıkmazın farkına varan politik iktisatçılar kendi düşüncelerini daha rahat ve doğru açıklayacak yeni bir teori geliştirmişlerdir; fayda-değer teorisi. Bu yeni teori ve değer ölçütüne göre değerin tek ölçütü ve belirleyicisi artık emek değil o metanın verdiği faydadır. Yine somut olandan soyut olana, göründen görünmeyene bir kayış söz konusu. Yani, emek- değer kuramı proletaryanın sermaye tarafından sömürülüşünü görünür kılarken, fayda değer kuramı burjuvazinin çıkarlarını pekiştiren, onun egemenliğini yeniden üretmeye meyilli ve sözde toplumsal ahengi öne çıkaran bir ekonomi bilgisi sunar.

Bunlar arasındaki ayrım ona göre önemlidir. Ona göre, emek hakları olmadan, bütün belirleyiciler kapitalistlerin eline ve insafına bırakılmış olur. Tek arzu ve gayeleri de daha çok sermaye biriktirmek olan kapitalistler de kârlı bir yatırım alanı ve aracı ise bu sermayelerini üretime yatırmakta özgürdürler. Buradaki özgürlük de işte bahsini ettiğimiz tek taraflı bir özgürlüktür.

Yine uzunca bir alıntı yaparsak; “İşveren karşısında işçi hiçbir zaman özgür bir satıcı durumunda değildir… Kapitalist her zaman emeği kullanıp kullanmamakta serbesttir, işçi her zaman emeğini satmak zorundadır. Her an satılmadıkça emeğin değeri yoktur. Gerçek emtianın tersine, emek ne biriktirilebilir ne de tasarruf edilebilir. Emek, hayattır ve hayat her gün yiyecekle değiş tokuş edilmezse, az zaman sonra yok olur. İnsan hayatının bir meta olduğunu ileri sürmek için, dolayısıyla, köleliği kabul etmek gerekir. Bu durumda, emek bir meta ise, son derece talihsiz yüklemleri olan bir meta olmalıdır. Ama politik iktisadın ilkelerine göre bile bir meta değildir, çünkü özgür bir değiş tokuşun özgür bir sonucu değildir.” (1844 El Yazmaları)

VII

Emeğin mahiyeti ve kapitalist/sermaye karşısındaki durumunu gördükten sonra şimdi de emeğin değeri ya da ücretine dair olan fikirlerini analiz edelim. Ücretler der Marx, kapitalist ve işçi arasındaki düşmanca boğuşma yoluyla belirlenir. Burada toplumsal ilişkiler birden çok boyutludur. Mesela kapitalist açısından kapitalist-kapitalist arasındaki rekabet, diğer yandan kapitalist-işçi arasında bir mücadele mevcuttur. “Zaferi kazanan, zorunlukla kapitalist olur. İşçinin kapitalistsiz yaşayabileceğinden daha uzun yaşar kapitalist işçisiz. Kapitalistler arasında birleşme alışılmış bir şeydir ve etkilidir; işçilerin birleşmesi yasaktır ve kendileri için acı sonuçlar verir.” Demek ki tekrardan işçi emeği kapitaliste bağımlı kılınıyor. Yine herhangi bir özgürlükten söz edemiyoruz. Mesela Pecqueur’den alıntıladığı; “Öyleyse, yaşamak için, mülkiyetsiz olanlar, dolaylı ya da dolaysız yoldan, mülkiyet sahiplerinin hizmetine girmelidirler-yani onlara bağımlı olmalıdırlar.” Bu nokta da tekrardan dikkate değerdir.

Devamla işçinin ücretini de belirleyen şey genel olarak toplum tarafından belirlenmiş bir normdur. Yani toplumsal olarak işçinin aynı işi üretebilmesi için ona ve ailesine gerekli miktar. Bu da aslında yakından bakıldığında tam manasıyla bir bağımlılık ilişkisi yaratmaktadır; “En aşağı ve tek gerekli-ücret oranı, işçinin çalışması süresince hayatta kalmasını, ve bunun dışında yalnızca ailesini geçindirmesini ve işçi soyunun ölüp tükenmemesini sağlamaya yetecek orandır…İnsanlara duyulan gerekseme, başka herhangi bir metanın olduğu gibi, insanların da üretilmesini zorunlukla yönetir… İşçinin varoluşu böylece başka herhangi bir metanın varoluşuyla aynı koşullara girer. İşçi bir meta olmuştur ve kendine bir alıcı bulması bir talih işidir. Bir meta olarak işçi varlığını da kapitaliste/işverenine borçludur… Daha fazla kazanmak istedikleri oranda, zamanlarını harcamalı ve kölece çalışmalarını sürdürmelidirler, böylece açgözlülüğün kurbanı olarak bütün özgürlüklerini yitirirler, dolayısıyla da hayatlarını kısaltırlar.”

Bir diğer ilginç tespit; yine karşılıklı bağımlılık ilişkisinin aslında ne tarafa doğru olduğunu ve sonuçta bu ‘özgür’ piyasa şartlarında ‘özgürce’ gerçekleşen ‘özgür’ mübadele ortamında kazananın ve kaybedenin kim olduğunu göstermesi açısından konumuza katkı sağlamakta; “Kapitalist kazanınca işçinin de kazanması gerekmez, ama kapitalist kaybedince işçi zorunlukla kaybeder. Böylece, kapitalist bir yapımcılık ya da ticaret ustalığıyla, ya da tekel sayesinde ya da malının elverişli konumuyla, piyasa fiyatını doğal fiyatın üstünde tutmayı başarırsa, işçi bundan bir şey kazanamaz.” O ücretini baştan almıştır ya da belirlenmiştir ne alacağı. Çünkü ortaya koyduğu emeğin değeri baştan belirlenmiştir. O ürettiği malın değeri üzerinden ücretlendirilmez, onun ücreti kapitalistin baştan razı olduğu, gözden çıkardığı orandır ya da toplumsal olarak o işçinin yine aynı malı üretebilmesi için gerekli olan orandır.

Böylece emek, değer ve emeğin değerini kısaca tanımladıktan sonra ortaya çıkan insan ve toplum manzarası da yine karşılıklı bağımlılığı yansıtan ve daha da kötüsü toplumsal ilişkileri de bir meta seviyesine indirgeyen bir durum ortaya çıkarmaktadır; “Patronlarına karşı ne sevgi ne de şükran duyarlar, patronları da onlara bağlayan şey bir iyilikseverlik değildir. Patronlar onları insan olarak tanımaz, en az masrafla en fazla üretimi sağlayacak araçlar olarak tanır. Gittikçe kalabalıklaşan bu işçi kitleleri her zaman iş bulabilecekleri güvencesine bile sahip değillerdir. İşçiler bedenlerini ve güçlerini koparabildikleri fiyata sunmak zorunda kalırlar… Ölmeme hakkını bile güç kazananlar vardır.” Ölüm hakkı bile birilerinin inisiyatifine terk edilmiştir.

VIII

Burada, bu kısa çalışmada çok özet olarak durmaya çalıştığımız nokta tamamen emek ve özgürlük üzerinden bir Marx okuması, onun zihin dünyasına kısa bir yolculuk olduğu için konuyu daha fazla dağıtamıyoruz. Çünkü Marx düşüncesinde aslında bütün bu ayrı parçalar toplamda bir bütünlük arz edecek şekilde sunulmaktadır. İlk ele aldığı ve dışarıda bıraktığı daha sonra bağladığı noktalarla ancak Marx düşüncesi ve teorisi gerçek anlamıyla anlaşılabilir. Mesela burada sermaye, özel mülkiyet gibi kavramlar dışarıda bırakılarak tam anlamıyla bir emek nedir, emeğin değeri nedir ve her şeyden önemlisi bir emek-değer teorisi nedir noktaları anlaşılamaz. Benim burada yapmaya çalıştığım da zaten bir emek-değer teorisi tanımlaması yapmak değildi. Daha çok başta da vurguladığım gibi sadece emek ve özgürlük kavramları ve bunların Marx için ne anlam ifade ettiği üzerinden acaba Marx’ın bütüncül görüşlerine dair parçalar yakalamak ve bunlardan sistemin işleyişine dair sonuçlar çıkartmanın mümkün olup olmadığının erken dönem genç Marx’ının üzerinden görülüp görülemeyeceğidir. Diğer yandan ekonomi politiğin ne olduğuna ve Marx’ın için ne anlam ifade ettiğine ve ekonomi politiğe Marx’ın yaklaşımı ve bakış açılarını buralarda rahatça ve yalın/özet bir şekilde izleyebiliyoruz.


[1] Burada özgürlük kavramından kastımız “liberty” kavramı, yoksa İngilizcedeki diğer bir özgürlük ifadesi olan “freedom”dan bahsetmiyoruz.

[2] Kapital I için Mehmet Selik ile Nail Satlıgan’ın çevirisinden (Yordam Kitap, 2011) yararlanılmıştır.

[3] 1844 El Yazmaları için Murat Belge çevirisinden (Birikim, 2000) ve Marx/Engels Internet Archive (marxists.org) 1993 İngilizce çevirisinden yararlanılmıştır.

6 Responses

  1. mustafa emin dedi ki:

    sercan’ın emeğine sağlık. marx’tan geçtim, emek deyince, iktisat deyince canavar görmüş gibi kaçan, muhataplarını solculukla itham ederken kendi sağ pozisyonlarını da açıkça beyan eden Müslümanlar için iyi bir giriş olmuş. marx’ın geliştirdiği kavramların, marksist eleştirinin bize açtığı imkanları, meseleleri konuşabilmek ve anlamak için sunduğu zemini, analiz kategorilerini önemsemek ve kullanmak lazım. sercan’ın yazısı ekonomi politiğe giriş olarak okunabileceği gibi, ekonomi politik ile özgürlük meselesinin kesiştiği ve çatıştığı noktaları da düşünmek için ideal. mesela arap baharını, suriyede yaşananları yahut türkiyenin ne kadar özgürleştiğini hem nereden kurabileceğimiz, hem de nereden tartışabileceğimiz biraz da bu bagajla mümkün.

  2. suat dedi ki:

    Bu yazıyı okuyunca aklima Wallerstein’den dinledigim seyler geldi. 2008 krizi günlerinde Bilgi Üniversitesi Wallerstein’i cagirmisti, soyle diyordu. ” Arkadaslar Marx’i yeniden okumaya tabi tutun, şimdi onun yeniden ve baska bi gözle okunma zamanidir” Sercan bu yazida ve analizinde tamda bunu yapiyor goruldugu gibi sistemin disinda herhangi bir şey gelistirilmedikce kapitalizm kendisini tipki kanserli hücre gibi donusturup daha da yayiliyor. Eline saglik cok guzel bir yazi

  3. zafer kafkas dedi ki:

    Sercan Bey’in yazısının (VII).bölümünde ortaya koyduğu emek-ücret ilişkisi ile alakalı olarak, kendi islami anlayışımıza dayanarak şunları söyeleyebiliriz.

    İşçi payını artırmak ve işçiyi patronu ile pazarlık yapabilecek hale getirmek gerekir.Bunun için de bir takım hukuki ve ekonomik kurallara ve kurumlara ihtiyaç vardır.

    1-)İşçi sigortalıdır, “prim ödemeden herkes sigortalı”dır. İşçi işe gitmediği zaman işsizlik sigortasından para alır ve kıt kanaat olsa da geçinir. Sosyal güvenlik için kimseye muhtaç değildir. Bu uygulama işçiyi işverenin karşısında güçlü yapar.

    2-)İşçinin işveren karşısında güçlü olması için ikinci araç “faizsiz çalışma kredisi”dir. Her işçiye kendi emeği kadar bir “faizsiz çalışma kredisi ve işçi çalıştırdığı için her bir emek için hammadde kredisi tanınır. İşçi istediği işverenin yanında çalışır. Seçimi kendi yapar. İster üretim sektörüne gider ister inşaat sektörüne.İşçi parasını devletten alır,işveren borçlanır. Üretim sonlanıp mal satıldıktan sonra işveren krediyi kapatır. Vadesiz ve faizsizdir,üstelik para piyasaya mal karşılığı yani emek karşılığı çıktığı için de enflasyona sebep olmaz. Böylece işçi işverenin yanına geldiği zaman “faizsiz çalışma kredisi”ni ve hammadde kredisini getirmiş olur. İşveren sadece bilgisi dolayısıyla işverendir. İşçi çalıştırırsa kredisi faizsiz olarak kendiliğinden gelmektedir. Bu işçiyi patronunun karşısında güçlü kılmaktadır. Sermaye için işveren işçiye muhtaçtır.

    3-)Vergi kişilerden ve kazançtan değil, işletmelerden alınır. Kişi işyerinde aldığı miktardan vergi ödemez. Vergi işletmenin cirosundan ödenir. Böylece vergi mükellefiyetinden azad olan işçi işveren karşısında daha güçlüdür.

    4- )Nihayet, işçi iş yapsın yapmasın çalışma kredisini korur, artırdığı kadar artırır.Emeğini bu sayede depolayabilir. Oysa işveren iş yapmadığı zaman, daha önce kullandığı mal kredisini erken kapatmadığı zaman kredi derecesi azalır,dayanışmasından(akilesinden)aldığı işverenlik ehliyetinde düşüklük meydana gelir. Yani işçi çalışmadığı zaman zararda değildir. Oysa işveren çalışmadığı zaman zarardadır. Dolayısıyla işveren işçiye muhtaç durumdadır.

    Böylece işçiler serbest pazarlıkla ücretlerini artırabilecekler ve refah seviyelerini artırarak yaşayacaklardır. Kimsenin ‘bana zam’ demesine de gerek kalmayacaktır.

    Sermaye değil, işi bilme yarışta ileri götürecektir. İşletmeler işçi bulma derdine düşecekler, sermaye bulma derdinde olmayacaklardır. Çünkü sermaye zaten işçi çalıştırıldığı an faizsiz ve vadesiz olacak şekilde işletmelerin hakkı olacaktır. Birçok küçük işletmenin kurulmasının yolu açılacak, sabit giderler nedeniyle(işçilik,vergi,sigorta,faiz) küçük işletmeler piyasadan elenmeyeceklerdir.

    Ülkemizde bu sistemin denemesinin yapılması için bir pilot bölge(il,ilçe vs.) seçilebilir ve devlete ait bankalardan biri tarafından bölgedeki üretim işletmelerine çalışma kredisi açılarak sistemin bölgedeki istihdam, üretim ve refaha etkileri ölçülebilir.

    Bu ve buna benzer düşüncelerin, projelerin denemelerini yapma imkanını bulabilirsek inşallah, mevcut düzeni alt edebileceğimizi düşünüyorum.

  4. ziya dedi ki:

    Çalışma Kredisi çalışanın güçlendirilmesi adına olumlu bir yaklaşım gibi gözükmektedir. Enflasyonist etki yapmamasını nasıl izah ediyorsunuz? Bu husus problemli gibi gözükmekte.

  5. zafer kafkas dedi ki:

    Para=fiyat*mal=emek*ücret

    Çalışma kredisi bu dengeyi korur. Ücret ve Fiyat sabit bırakılıp emek artırılırsa mal da artacağından denge bozulmaz. Emeğin artmasını da çalışma kredisi(emek kredisi) sağlamaktadır. Yani çalışma kredisi ile emek kredilendirilir ve piyasaya para sürülmüş olur, piyasada para artmıştır. Diğer taraftan faaliyete geçen emek sebebiyle üretilen mal da artacağından para-mal dengesi sağlanmış olacaktır ve fiyatta değişim olmayacaktır. Fiyat=Para/Mal(para arttı, mal da arttı,fiyat aynı).Enflasyon yok.

    Paranın(kredinin)mutlaka üretime yani piyasada satılacak mala verilmesi gerekir. Eğer genel hizmete veya tüccara, verilirse üretim oluşmadığından para, enflasyon ve işsizliği meydana getirir.

    Savunduğumuz sistemde ise, işçi çalışacak işveren bankaya borçlanacak ve banka ödemeyi işçiye yapacaktır. İşveren ne zaman ürettiği ürünü satarsa o zaman bankaya ödemesini yapacaktır. Böylece çıkarılan para, emek karşılığı olarak çıkarıldığından dolayı para, üretim ve emek dengesi sağlanmış olacaktır.

    Faiz yok, vade yok, cebri icra yok, enflasyon yok.

  6. ziya dedi ki:

    Bu matematiği artırabilirsiniz, önemli olan pratik.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir