Malikiyet ve Serbestiyet Devri – Cemil Ertem

 

Cemil Ertem’in Köprü Dergisi’nde yayınlanmış bu makalesi, kendisinin beğenip yayınladığımız köşe yazısının arkasındaki mesaiyi ortaya koyuyor. Köşe yazısındakine paralel şekilde bu yazı da kapitalizme alternatif bir iktisadi düzen tahayyül etme ve kurma açılarından kıymetli bir deneme, bir arayış, bir fikir jimnastiği.

Gündelik politik meselelerde görebildiğimiz kadarıyla genelde farklı pozisyonlar alsak da, Cemil Ertem’in teorik düzeyde bizim arayışlarımıza benzer bir arayışın içinde olduğunu görüyoruz.

Ayrıca bu yazıdaki söz konusu arayışın ve fikri mesainin Risale-i Nur’a referansla yapılması da ayrıca ehemmiyet verilmesi gereken bir husus. Zira yeri geldikçe vurgulamaya çalıştığımız üzere: Peşinde olduğumuz büyük söz, bir büyük adalet çağrısı, ancak memleketteki herkesin, her kesimin kendi rengiyle, kendi ontolojisiyle, kendi diliyle gelip, asimile olmadan harman olduğu bir büyük tartışmanın, bir büyük halkanın sonunda oluşabilir.



http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=1106

 

Said Nursi’nin İslam Dünyası Tasavvuru: Hutbe-i Şamiye
Bahar 2011   [ 114. Sayı ]


 

Malikiyet ve Serbestiyet Devri

Age of Ownership and Liberty

 

Cemil ERTEM

Dr., İstanbul Üniversitesi Öğretim Görevlisi

 

“Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır…

Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor.

Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.”1

İşte tam buradan başlamak istiyorum…

 

Giriş

Said Nursi’nin yukarıdaki satırları tarihin seyrine ilişkin çok önemli bir saptama ve gelecek tespitidir. Ecir; yani ücret hiç şüphesiz emeğin tam anlamıyla verilmeyen karşılığıdır. Ancak tanım bize içinde bulunduğumuz sistemi anlatıyor. Yani kapitalizmi… O zaman eğer ki “ecir devri” kapitalizmi anlatıyorsa, ecir sonrası devrin Bediüzzaman tarafından adlandırılmış olması birçok açıdan önemlidir. Çünkü Üstad, burada bizim şimdiye kadar kapitalist ekonomi çerçevesinde değerlendirdiğimiz iki önemli kavramı kapitalizm sonrası için kullanmakta; hatta kapitalizm sonrasını bu iki kavramla nitelemektedir. Bu bağlamda gelecek devrin adı malikiyet ve serbestiyettir.

Ecir devri yani kapitalizm, gerçek anlamda –birey için- malikiyet ve serbestiyet getirmemiştir. Burada serbestiyet kavramının tartışılmasına gerek yoktur. Bu, doğrudan “hürriyet” kavramını, Üstad’ın bir çok kavramı açıklarken kullandığı gibi hakiki ve mecazi olarak ele alabiliriz ve her iki açıdan da altını bizzat Üstad’ın mücadelesi ve yaşamı ile doldurabiliriz. Ancak burada malikiyet kavramı, eğer ki Üstadın yaptığı gibi serbestiyet kavramı ile birlikte kullanılırsa yine hakiki ve mecazi anlamda bize yeni bir ekonominin ve oradan çıkarak yeni bir dünyanın kapılarını açar. Şöyle ki; malikiyet burada, iktisadi anlamda malik olmak, üretmek, ürettiğine, emeğine sahip olmak, onu özgürce değerlendirmek, tasarruf etmek anlamındadır. Bu tekellerin ve o tekelleri doğuran, koruyan ulus-devletin de ekonomik olarak hâkim olmadığı bir iktisadi nizam anlamına gelir şüphesiz. Ama malikiyet aynı zamanda insanın Allah’a dönerek bütün evreni bilmesi anlamındadır. Ama bu bilme bir dengedir. Serbestiyetin ve malikiyetin dengesi insanın birey olarak dengesi olduğu kadar, oradan yola çıkarak toplumun da giderek tüm evrenin dengesidir. Bediüzzaman namaza çok önem verir. Onun namazı adeta meselenin özüne yerleştirmesi işte bu yüzdendir. Çünkü bu evrende var olan bütün varlıklar, her an, yaradana dua halindedirler; her şey, her an kendince bir namaz halindedir… Ve bütün o varoluş çabalarının tek bir özü vardır: Hakk’a ulaşabilmek!

Ama bu doğada ve yaradanın yarattığında saf halinde böyledir. Peki, bunu bu olağanüstü dengeyi bozarsanız nasıl bir dünya sizi bekler? Bu makale, bu dengenin aslında iktisadi olarak evrene içkin olduğu varsayımından hareket etmektedir. Bu varsayım, daha önce hem klasik hem de neoklasik akımdan iktisatçılar tarafından ele alınmış ve ispatlanmaya çalışılmıştır. Alternatif iktisat alanı ise bu “denge”nin kapitalizm dışında yeni bir toplumsal düzenle olacağını vaz etmiştir. Ancak klasik ve neoklasik iktisatçıların bu “denge”yi ispat etmeleri ancak modeller çerçevesinde olmuştur. Bu makalede de bu modellerden en önemlisi sayılan Walras’ın “Genel Denge” modelini ele alacağız. Ancak, ana akım iktisat, bu dengeyi modelle ispat etmeye çalışırken, İslam iktisat yazını ve geleneği, faiz, israf gibi kavramlar üzerinden tekelci olmayan bir serbest piyasa düzeni öngörmüş ve bunu kısmen de olsa uygulayarak, “gerçek anlamda” –reel- bir alternatif alan ve denge oluşturmayı başarmıştır. O halde biz de İslam’ın bu konudaki temel kavramlarından ve Bediüzzaman’ın çok önemli ve bizce tarihsel tespitinden yola çıkalım.

Kıtlık dünyası, israf dünyası, akıldışının hâkim olduğu gayri-insanî bir düzen… O zaman Bediüzzaman’ın adlandırdığı ve bize müjdelediği malikiyet ve serbestiyet için neler söyleyebiliriz? Bediüzzaman’ın söylediklerinden başlayalım.

1. İnsanlık Niye Tekelci Devlet Kapitalizminden Kurtulmalıdır?

Bediüzzaman, iktisadi ve sosyal sistemleri kapitalizm aşamasına kadar aşağıdaki açıklamayla sıralar. Bu metin birçok açıdan önemlidir. Hem giriş bölümünde anlatmaya çalıştığımız ana tezimiz açısından hem de Üstad’ın kapitalizm sonrası insanlığa bir menzil göstermesi açısından önemlidir. Burada Üstad, toplumların-insanlığın-inkişafının kesintisiz olarak süreceğini beyan etmektedir. Bildiğiniz gibi bu tespit, özellikle Marx’da çok açık olarak vardır. Marx, toplumun bu evriminin, diyalektik gelişimin zorunlu bir karşılığı olduğunu söyler. Ancak Üstad’ın açıklamaları, yukarıda işaret ettiğimiz malikiyet ve serbestiyet devriyle devam eder. Ancak buradaki malikiyet kavramının mülkiyetin sermaye olarak anlaşılıp bu sermayenin temerküzü olmaması gerekir. Bediüzzaman şöyle anlatır:

“Şu Vehhâbi meselesinin âlem-i İslâmın an’anesi itibariyle nasıl ki üç esası var; öyle de, âlem-i insâniyet itibariyle dahi üç esası vardır:

Birincisi: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye itibariyle beşer birkaç devri geçirmiş.

* Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri,

* İkinci devri memlûkiyet devri,

* Üçüncü devri esir devri,

* Dördüncüsü ecir devri,

* Beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş, nim-medeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekileri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûklar dahi bir intibâha düşüp gayrete gelerek o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup fakat el-hükmü li’l-gâlib olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri zayıflarına esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, İhtilâl-i Kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir.

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umumîden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş.2

Üstad şöyle devam eder; Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor. Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.3

Bugün, Bediüzzaman’ın ecir devri dediği düzen çok açık olarak bizce tekelci devlet kapitalizmidir. Bu düzenin bitmesi gerekiyor. Çünkü bugünkü adaletsizliğin kökeninde bu sistem yatmaktadır.

Başta Kur’an olmak üzere, bütün kitaplar da insanların rızkını taahhüt etmiştir. Bediüzzaman, burada “O halde niye binlerce insan açlıktan ölmektedir?” sorusuyla karşılaşır. Üstad bunu şöyle cevaplar: Rızık ikiye ayrılır:

1) Birincisi hakiki rızıktır. Onunla insan yaşayacaktır. Bu rızık, âyetin hükmüyle taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin su-i ihtiyarı karışmazsa, o zaruri rızkını herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.

2) Rızk-ı mecazidir. Su-i istimalat ile hacat-ı gayr-ı zaruriye, hacat-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyenin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle, o bereketsiz, menhus malı alır.”4

Bugün dünyamızda fakir insanların maruz kaldığı musibetler, zaruri ihtiyaçlarını rızk-ı mecazi durumuna düşürmelerinden veya rızk-ı mecaziyi, zaruri ihtiyaç sanmalarındandır.

Bugün, Türkiye dahil birçok geri kalmış ülkede, dışarıdan ithal edilen ve borçlanmaya sebep olan mallar, rızk-ı hakiki kategorisine giren mallardan ziyade, rızk-ı mecazi grubuna girenlerdir. Reklâm, görenek, kanaatsizlik sebebiyle esasında hayatı kolaylaştırıcı ve güzelleştirici olan bu malları ithal etmeye kalkıyoruz. Hâlbuki gerçek üretim gücümüz, yani gelirimiz, bunları almaya yeterli değil. Kanaatsizlik ettiğimiz için borçlanarak o malları alıyoruz. Borçlandıkça faiz batağına batıp daha çok fakirleşiyoruz. Birçok geri kalmış fakir ülkede, yöneticiler, rızk-ı kâzip noktasına, müstemlekeciler tarafından kısmen de olsa zorla sevk edilmişlerdir. Meselâ, bazı Afrika ülkelerinde ülke toprakları buğday, mısır gibi zaruri gıdasını üretmeye tahsis edileceğine kakao, vs. üretimine yöneltilmiş ve halk rızk-ı hakikisini temin için müstemlekeciye muhtaç hale düşürülmüştür.5 “Bu konuda Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi yaklaşımı da Bediüzzaman’ı doğrular mahiyettedir. Maslow’a göre, insan önce beslenme, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını (Üstad’ın tanımıyla gerçek rızıkları) karşılamaya yönelir. Ancak, bunları temin ettikten sonra, mesela estetik ihtiyaçlar hissedilebilir.6 Aynı şekilde İslam iktisatçılarına göre, İslam ekonomisinin en önemli ayırt edici özelliği, bireylerin İslam’ın geleneksel kaynaklarında yer alan normlara göre hareket etmeleridir. Bu normlar, israftan, savurganlıktan ve gösterişten kaçınılmasını emreder; cömertliği teşvik eder ve bireyleri çok çalışmaya, fiyat belirlerken adil davranmaya ve başkalarının hakkını yememeye çağırır.7

2. İktisat Kıtlık İçin Değil Bolluk İçindir

İktisat bir kıtlık bilimi değildir. O halde kaynakların kıt olduğunu kim vaaz etmekte ve temel kamusal malların herkese yetmeyeceğini söylemektedir? “Bu anlayış ve bu anlayışı doğuran uygulama şimdiye kadar nasıl anlatıldı ve bu anlayışın alternatifi nedir?” Şimdi ona gelelim.

Tekelci devlet kapitalizminin dünyası, kesinlikle Adam Smith’in görünmez elinin idare ettiği piyasadan ve onun dünyasından ayrıdır, ama kesinlikle ondan doğmuştur. Birincisinde burjuva demokrasisinin tüm kuralları geçerliyken ikincisinde yalnızca metaların piyasası ve onun diktatörlüğünün kuralları geçerlidir. Öyle ki bu tekelci sistem suni krizler oluşturmaya, o krizlerde de kendi karanlık yolunu çizmeye muktedirdir. Metaların fiyat istikrarını bozan her adım finans ahtapotunun kolları arasında boğulabilir. Neo-Liberalizmin bu dünyası düzenlenemez ve planlanamaz. Ama kıtlık doğuran bu anlayış yukarıda vurguladığımız israf ekonomisini ve yoksulluğu beraberinde getirir. Ancak öte yandan bu sistemin tam zıddı gibi gözüken devletçi-planlamacı anlayış da madalyonun öteki yüzüdür. Örneğin Sovyet iktisatçılarından Kagarlitskiy, kriz esnasında piyasa çözümlerinin kriz eğilimlerini derinleştirip geliştireceğini vurgularken, teknokratik merkezi planlamanın da hatta bunun reforme edilmiş demokratik uygulamasının da bir işe yaramayacağını vurgulamıştır.

Kagarlitskiy’in bu konudaki gerekçesi son derece basittir: Her iki model de azınlığın hâkim olduğu ve olacağı bir sistemi veri almaktadır. Tekelci piyasa dağıtımının karşısına “plan dogma”sını çıkarırsanız bir şey yapmış sayılmazsınız. Gerçekten de geleneksel sosyalist öğreti, tekelci piyasa adaletsizliğinin karşısına şimdiye değin yalnızca planlamayı çıkarabildi. Planlama ise, ister geleneksel isterse özyönetim uygulamasının bir biçimi olarak “demokratik” olsun, meta üretimini veri alır; ancak onun doğal bir sonucu olan fiyat olgusunu reddeder. Bunu böyle yapmak zorundadır, çünkü yapmazsa zaten planlama olmaz. Bu bir, ikinci olan ve konjonktürel olarak daha önemli olan, planlamanın her biçiminin, ulusal ekonomiyi baz alarak oluşturulmasıdır. Yani planın gereklerine göre bazı sektörlerde korunan (kapalı) bazı sektörlerde açık bir ekonomi inşası ancak geçmişte, ulusal ekonomilerde, olabilirdi.

Bugün, böyle bir şeyin mümkün olmayacağı çok açık. İşte o zaman tam burada Bediüzzaman’ın vurguladığı yeni bir yol açılıyor önümüze. Ama ilk önce kıtlık sorununun yalnızca bir sistem sorunu olduğunu ve israfın, gereksiz harcamanın, adaletsizliği ortaya çıkaran tekelci yapının bir sonucu olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Kapitalizmin iktisadi anlatısının özünü oluşturan geleneksel hâkim iktisat anlayışı, onun bir kıtlık ekonomisi olduğunu söyler ki bu doğrudur. Kapitalizm kıtlık üretir. Bunun da en önemli nedeni, meta üretimidir. Metaların kullanım değil ama değişim değerlerinin geçerli olması ve bunun üzerinden fiyatlandırılması bolluk değil kıtlık doğurur. Bunun dışında Bediüzzaman’ın ecir devri dediği kapitalizmin en önemli sorunlarından birisi talep yetersizliğidir. Krizlerin en önemli nedenlerinden birisi talebin, belli bir doygunluk noktasından sonra, giderek artan bir hızla düşmesi ve atıl kapasitelerin oluşmasıdır. Sistemin özgün işleyişinden kaynaklanan bu hastalıklı durumu gidermek için, kapitalizm aşırı tüketimi pompalamakta ve israfı teşvik etmektedir. Ayrıca talep düşüşü ve emeğin verimliğindeki azalışa paralel olarak, kâr oranlarının düşmesi de sistemde faiz üzerinden sağlanan aşırı finansallaşma ile telafi edilmektedir. O halde tam burada karşımıza iki önemli sorun çıkmaktadır. Bunlardan birincisi kapitalizmin anarşik işleyişi ve bu işleyişin düzenlenmediği takdirde tekelci bir yapıya evrilerek krizi sürekli bir hale getirmesidir. Ancak bu sürekliliğe dönüşen sorunun halli için sistem faizin başrol oynadığı bir tekelci finansal düzenlemeyle üretim alanlarından çekilerek finansallaşmayı ekonominin tüm alanlarına yaymakta ve ekonomideki üretim faktörlerinin aldıkları pay, atıl sermaye lehine faiz aracıyla sürekli artmaktadır. Bu da ikinci önemli sorunumuzdur ve şüphesiz ki bu durum sürdürülebilir bir durum değildir. Çünkü bu durum yalnız ekonominin dengesel bozulması ile sonlanmaz. Bu durumun bir kriz halinde sürekliliği ilk önce gelir dağılımını sürekli bozarak toplumda deformasyon ve moral aşınmaya neden olur. Bu süreç, Bediüzzaman’ın tesbitiyle, iktisat ve bereket kavramlarını toplumdan dışlayan bir yabancılaşmaya yol açar. Bediüzzaman’a göre, israf, şükrün tersi bir aksiyondur.8 Ama şükür, ancak emeğin karşılığının olduğu ve israfın9 sürekli bir hal aldığı ekonomilerde ücretli çalışanlardan beklenebilecek bir “şey” değildir. Bu yüzden İslam’da şükür ancak adaletle birlikte olur. Yine tam burada Bediüzzaman’da bereket kavramına gelelim. Bereket, İslam’da Allah tarafından ihsan edilen bolluk, çokluk, feyiz gibi manalar içerir.10 İktisat Risalesi’nin Birinci Nükte’si israfın bereket ve şükre zıt olduğuna vurgu yapar.

O halde ilk hareket noktamız en azından temel ihtiyaç mallarında bir bolluk ekonomisi oluşturmak olmalıdır. Yani yeme, içme, sağlık, eğitim, barınma vb. temel insani mal ve hizmetler meta değil, birer ihtiyaç maddesi olarak ekonomide yerlerini almalıdırlar. Bunların fiyatları olmaz, çalışan çalışmayan herkes bunlara ulaşabilir. Bu temel mallardan hareket ederek, giderek genişleyen (üretim araçlarının gelişmesine paralel olarak) bir meta üretimi tasfiyesi kamusal bir ekonomi için ön gerekliliktir. O zaman serbestiyet ve malikiyet ekonomisi bize öyle bir zenginlik getirmelidir ki bu zenginlik kamunun elinde bütün insanlığın temel ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılsın. Bu mümkündür. O halde başta Kur’an olmak üzere bütün semavi dinlerin kitaplarının insanın temel gereksinmelerini karşılaması gerektiği gerçeği insanın elindedir. Ama bu gerçek ancak insanın paylaşmasını mümkün kılacak bir iktisadi düzen ile mümkün olur.

3. Sermayenin “Yanlış” Yolculuğu

Peki, bu iktisadi düzeni insanlık niye oluşturamadı? Bu sorunun cevabı, yine kapitalizmin yolculuğunda ve bu yolculukta sermayenin birikimindedir. Ana akım iktisat, sermayeyi en önemli üretim faktörleri içinde sayar. Sermayenin de getirisi faizdir. Faiz ağırlıklı bir ekonomi, sermayenin hızla “tekelleşmesini” sağlayan ve buna bağlı olarak da, israf ve faiz ağırlıklı bir ekonomik tekelleşme kısır döngüsü yaratan sistemi hızla ortaya çıkartır. Bu olguyu ana akım iktisat öğretisinin dışından birçok iktisatçı ve düşünür ele almış ve incelemiştir.

Sweezy, Baran ve Magdoff 1942’de “Eğer kapitalistler kendi başlarına sermaye biriktirir, böylece her birinin kontrolü altındaki sermaye artarsa, daha büyük miktarlarda üretim mümkün olur” der. Marx da buna sermayenin yoğunlaşması der. Sermayenin kapitalizmin tünelindeki yolculuğunu üç istasyonla sınırlayabiliriz.

Birincisi, sermayenin birikimi; ikincisi yoğunlaşması; üçüncüsü merkezileşmesi ve ihracı. Yoğunlaşma rekabeti ortadan kaldıran merkezileşmenin öncüsüdür ama kendisi değildir. Bu bakımdan birikim ve yoğunlaşmadan daha farklı bir süreç olan merkezileşme toplumsal servetin tekellerde toplanmasıdır. Bu süreç sınırları belli olan bir ekonomide büyük çoğunluk aleyhine hızlı bir yoksullaşmayı ve mülksüzleşmeyi beraberinde getirir. Çünkü merkezileşmede, birçok kişinin kaybettiği bir yerde, bir kişinin elinde büyük miktarlarda sermaye toplanmış olur. Yani, birikiminin ve yoğunlaşmanın aksine merkezileşmede toplum, kısmi de olsa, zenginleşmiş olmaz, tam aksine fakirleşir. Herhangi bir endüstri dalında merkezileşme bir tek şirket kalıncaya kadar sürebilir. Bu bir ekonomi için akıldışı bir süreçtir. Çünkü tekelleşen malların fiyatı artar, bir müddet sonra ortalama kâr oranları da düşmeye, ekonomi tam istihdamdan uzaklaşmaya başlar. Burada tekellerden geçinen bir orta sınıf yaratılmış olur, ama büyük çoğunluğun yoksulluğu niceliksel ve niteliksel olarak artar.

Bu aynı anda kıtlıktır. Yani başta temel mallar olmak üzere insanın yaşaması için güncel mallar da “kıt” olur ve fiyatları artar. Kıtlık ve bununla birlikte gelen tekelleşme faizleri de yüksek tutarak ikinci bir kâr maksimizasyonu alanı yaratır. Bu, “finansallaşma” dır. Finansallaşma bir faiz ve tekel ekonomisi olarak en çok 2008 krizi öncesi ortaya çıktı ve krizi yaratan en önemli dinamiklerden birisi oldu. Ancak kapitalizmde kâr oranlarının düşmesi bizi, zorunlu olarak, tekelci bir yapıya götürür. Çünkü kâr oranlarının giderek düşme eğilimi, tekelleri yüksek fiyat mekanizması ile ayakta kalmaya zorlar. Tekelci yapı bunun için şimdiye kadar bilgiyi ve teknolojiyi de denetleyerek bunu başarabildi. Ama bugün kapitalizm bunu yapmakta zorlanıyor.

Bu bir fırsat ve tekelci yapının tersine işleyecek bir ekonomik sürecin dünyada önünü açacak bir eğilim olabilir mi? Evet, bizce olabilir…

Ancak bu eğilimin ete kemiğe bürünmesi ve uygulanabilir olması için yine dünya çapında bir siyasi irade ve bu iradenin gerçekleştireceği kurumsal yapılar gereklidir. Bu kurumsal yapılar kesinlikle piyasa mekanizmasına müdahale edecek dinamikleri barındırmazlar. Bu anlamda İslam iktisatçıları hem teorik olarak hem de pratik uygulamada faizsiz finans sisteminden, zekât yükümlüğüne kadar ‘kamusal’ ve iktisadi araçlar geliştirmişlerdir. İslam iktisatçıları, bir toplumun ekonomik açıdan adaletli olması için şu iki genel ilkeye uyulması gerektiğini söylerler; eşitlik ve haklılık.11 Ancak eşitlik ve haklılık kavramlarını burada ele almak gerekir. Tam burada yeniden Bediüzzaman’ın malikiyet ve serbestiyet kavramlarına dönelim. Çünkü eşitlik burada mutlak bir eşitlik değil, bir fırsat eşitliği ve fırsat eşitliğini ortaya çıkartacak serbestiyet (hürriyet) ortamıdır. Haklılık ise hakkını almak, hakkına bu anlamda malik olmak demektir. O halde, bu cümleden olmak üzere, haklılık (özünde malikiyet) ve eşitlik (özünde serbestiyet) Bediüzzaman tarafından bir toplumsal sistemin başlangıç-çıkış- noktaları olarak formüle edilmiş olmaktadır.

Tam burada malikiyet kavramının iktisadi yüzüne dönelim; çünkü malikiyet tekelleşmeyen ve tekelci devlet kapitalizminin iktisadi olarak işlemediği bir hakkaniyetli bir serbest piyasa düzenini, örtük olarak, vaz eder. O zaman şu soruyu soralım:

Sermayenin birikimini ilk aşamada ileri teknoloji üreten çok geniş küçük işletmelere yayıp, yoğunlaşmayı merkezileştirmeden yeni bir ekonomi oluşturulabilir mi? Burada oluşturulan teknoloji rantıyla herkesin erişebileceği, fiyat mekanizmasının işlemediği bir “Kamusal Temel Mallar Ekonomisi” geliştirilebilir mi? Ben böyle bir ihtimali insanlığın, yeni bir siyasi açılımla, yakın gelecekte tartışacağını düşünüyorum.

Rekabetçi kapitalizm, kapitalizmin doğası gereği kapitalist toplumsal formasyonun yapıcısı oldu; ama sürdürücüsü olamadı. İşte bu durum kapitalizminin en önemli sorunu ve çelişkisi olarak var oldu.

Polanyi, kapitalizmin yarattığı liberalizmle müdahaleciliğin aslında kardeş olduğunun altını çizer. Hatta daha da ileri giderek Avrupa faşizmini anlamamız için 19. yüzyılın “liberal” ekonomisine bakmamız gerektiğini söyler. Yani 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’de boy gösteren rekabetçi kapitalizm Ricordo’ya kusursuz bir piyasa için ilham kaynağı olurken Marx’a sadece kuramı için model olmuştur. Bu 50–60 yıllık kısa dönem sonunda kapitalist birikim, doğası gereği ilk önce sermayenin yoğunlaşmasını sonra da merkezileşmesini ve devletin ekonominin bir parçası olmasını gerektirmiştir.

Emek, toprak ve paranın meta işlevi görmeye başlaması piyasanın doğal işleyişinin bozulmasının ilk adımıdır, Polanyi’ye göre. Bu, Ricardo’nun serbest piyasasından giderek uzaklaşmak anlamına gelir. Büyük Dönüşüm’ün Türkçe baskısına Ayşe Buğra’nın yazdığı nefis önsöz Polanyi’yi çok özlü olarak anlatır: “Piyasa ekonomisi, Polanyi’ye göre, bir ‘meta efsanesi’ üzerine kuruluyor. Yani, emek, toprak ve para için, sanki bunlar satılmak üzere üretilmiş mallarmış gibi, serbest piyasalar kurulmasını gerektirir. Oysa emek, toprak ve para meta değillerdir. Emek insan faaliyetlerine verilen addır, toprak insanın içinde yaşadığı doğa, paraysa merkezi güçlerin üretim ve değişime sosyal amaçlar doğrultusunda işlerlik kazandırmak için yarattıkları satın alma gücü. Bunları bir meta gibi örgütlemeye kalkmak insana, insanın içindeki doğaya ve insanın üretim düzenine hiç de doğal olmayan bir saldırı oluşturur.” İşte Polanyi’ye göre bu saldırının biçimleri faşizme kadar uzanır. Polanyi ekonomik buhran sırasında işsizlikten kırılan bir ülkeyi örnek verir. Burada bankaların istihdam yaratmak için uygulayabilecekleri bütün iktisat politikası önlemleri kur dengesinin gerekleri ile sınırlı olduğunu söyler. Burada yönetici merkez bankasıdır. Banka sistemi, merkez bankasının kısıtları çerçevesinde hareket eder. Merkez Bankası fiyat istikrarını ve para değerinin korunmasını esas aldığı için bankaların kredi genişletmesi taleplerini geri çevirebilir. Öte yandan denk bütçe de bu politikanın tamamlayıcısı olduğu için hükümet sendikaların taleplerine kulaklarını tıkayacak, yasama ve yürütme uluslar arası tekellerin daha fazla ayakta kalması için ulusal kontrol mekanizmasına dâhil olacaktır.

Polanyi tam burada “sosyal” içerikte de olsa müdahaleci ve diğer paternalist devlet biçimlerine de karşıdır. Her iki müdahale de var olan sorunları orta ve uzun vadede büyük bir kesim aleyhine derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü bu tür müdahaleler “piyasa” dengesinden ayrı zorlama ve yapay bir denge sağlamak için yapılır. Bu dengede geçici ve sonuçları itibarıyla sistemi otarşiye götüren ve nihai dengeyi orada kuran bir müdahaleyi içerir. Polanyi, emeğin piyasa dışına alınması rekabetçi emek piyasalarının kuruluşu kadar kökten bir dönüşüm oluşturuyor, der. İşte paternalist devlet emeği savunurmuş görünür; ama uzun vadede yaptığı, onu kendi olmaktan çıkararak, örgütsüz ve savunusuz bırakmaktır.

“Bilindiği gibi Türkiye tipik ‘paternalist devlet’ görünümü sunar. Tarihsel süreç içerisinde yönetim erkini ellerinde tutan kadrolar bir yandan halkın yüceliği hakkında nutuklar atarken, diğer yandan halkı yeterli bilinç düzeyine ulaşamayan bir topluluk olarak görmüşlerdir. Bu nedenle, ‘adam olmayan, bilinçsiz halkımız’ elden geldiğince devlet yönetiminden uzak tutulmuş, aklının ermediği işlere karışmaması sağlanmıştır. Devlet, giyimden spora, düşünceden eğlenceye, yaşama dair her noktada bizim adımıza en doğru (!) kararı vermiş, bizden yaptıklarının sorgusuz sualsiz kabulünü beklemiştir.” İşte piyasalaştırılan emeğin “hakkını” devletin almaya soyunması Türkiye örneğinde olduğu gibi baskıcı bir devlet geleneği doğurmuştur. Öte yandan piyasanın giderek genişlemesi de insanı piyasanın bir aksesuarı yapar ki, Polanyi’ye göre bu da doğal değildir. Zaten piyasanın alıp başını gittiği bu gibi “doğal” olmayan tarihsel dönemlerin arkasından insanlık hep faşizm ve baskıcı yönetimlerle tanışmıştır.

4. Piyasa-Tekel ve Devlet

Bugün “rekabetçi kapitalizm” ancak 19. yüzyılın ilk 70–80 yılında gerçek anlamıyla var olabildi. Marx, rekabetçi kapitalizmin 20. yüzyıla erişemeyeceğini düşünmüştü, öyle de oldu. Ancak bu, tekelci kapitalizme dönüşerek devam etti. Karşıtına dönüşmedi.

Bugün piyasa ekonomisini nasıl anlatırız.

Hiç şüphesiz “saf” piyasa, bugünkü devlet kapitalizmine ve müdahaleci neoliberalizme alternatif olamaz. Ama piyasayı tanımlarken bazı ipuçlarını yakalayabiliyoruz.

Piyasa ekonomisinin üç temel şartı vardır: Birincisi malların ve hizmetlerin yararları özeldir. İkincisi tüketicilerin satın aldıkları mal ve hizmetlerin tüm faydaları kendileri içindir. Üçüncüsü ise firmalar yalnızca fiyatını ödeyene mal verirler. Yani parayı veren düdüğü çalar. Bu üç şarta tam rekabeti ve kapasite genişlemesine bağlı artan verimliliği de ekleyin; işte size mükemmel kapitalizm. Tabi böylesi hiç olmadı ve olmayacak; ama bu mükemmel modeli biraz zorlarsak bir başka zaaf daha ortaya çıkar. Bu da, modelde kamusal mal ve hizmetlere hiçbir zaman yer olmayacağı için ya da bunlar “rasyonel” olmayacağı için moda deyimle sistemin sürdürülebilirliği riskinin giderek artmasıdır. İşte burada kapitalist devlet bir oyun bozucu ama sistemin kurtarıcısı olarak modele dâhil olur. Piyasa etkinliği aynı mal ve hizmetlerden sınırlı sayıda tüketicinin yararlanması ile sağlanabilir. Örneğin genel seyirlik oyunlar, sinemalar, eğlence merkezleri… burada sınır piyasa mal ve hizmetleridir. Bu alan genişlediği zaman piyasa etkinliği kaybolur. Karayolları, kent altyapısından yararlanma gibi hizmetlerden vergi dışında para toplama imkânı olmadığı için buralar piyasa dışında bırakılmış ve kapitalist devletin işi olmuştur. İşte burada geleneksel iktisat “Kamu Ekonomisini” icat etmiştir.

Amerikalı iktisatçı Bowen (1943) Kamu Ekonomisi’nin dengesini genel oy hakkını da bir değişken alarak kurdu. Bowen’e göre rasyonel bireyler kamu hizmeti alırlar ama karşılığında hükümetlere oy ve vergi öderler. Hükümetler de aldıkları oy ve vergi oranında kamu hizmeti verirler ki burada Kamu Ekonomisi dengesi kurulur. Daha sonra bunu genel denge modeli haline Samuelson (1954) dönüştürdü. Tabii burada Bowen’in oy ve kamu hizmeti ilişkisi demokrasi açısından oldukça tehlikeli bir çıkarımdır. Aslında Bowen burada oy ve vergi arasında bir ilişki kurarak bir kamu “dengesi” teorisi oluşturmak istemiştir. Ama oy vermeyenlerin ya da muhaliflerin bu “dengenin” dışında kalacak olması ihtimali bize kapitalizmin demokrasi anlayışının ve siyasetinin ne denli çürük olduğunu da anlatmaktadır.

Kapitalizm bu genel denge modelini neredeyse seksenli yılların ortalarına kadar kullandı. Keynes dengesi de devleti ekonominin merkezi yapınca kapitalist devletin ve kamu ekonomisinin önemi arttı. Ancak şimdi bu denge geçerli değil. Özelleştirme çok kapsamlı bir piyasa genişlemesi olarak uzunca bir süredir gündemde. Bu değişim piyasa mal ve hizmetlerinin sunum alanını genişleten bir durum. Örneğin eğitimin, genel güvenliğin, hapishanelerin, ulusal ve kıtalar arası yol ağının özelleştirilmesi bir devrim.

Artık giderek büyüyen ve devletlerden zengin olan şirketler ve fonlar bu geniş kamusal alanları satın alıp işletebiliyorlar. Yani sunum alanının genişlemesi malların parasal karşılığını alamamak anlamına gelmiyor. İki karayolu var artık; biri bakımlı ve paralı, diğeri canı çıkmış ve parasız; istediğinizi tercih edin.

Geleneksel kapitalist kamu ekonomisi artık yok. İşte tam burada yeni bir Kamusal Ekonomi gerekliliği ortaya çıkıyor.

Yani kamusal ve devletle alakası olmayan, kendi piyasası ve alanı olan yeni bir ekonomi…

İnsanlık, kamusal temel mal ve hizmetleri dünyanın her üyesine (eğitim, sağlık, barınma, günlük temel ihtiyaçlar) sınırsız süre bedava verecek kadar değeri bugün biriktirmiş ve bunu ne yapacağını bilemez durumdadır. Bu kapitalizm akıl dışılığının sonucudur da.

İşte burada bu sonsuz kaynağı insanlık adına kullanacak, önce Afrikalı açlardan başlayarak, Temel Kamusal Mallar Ekonomisi yaratacak yeni sivil-evrensel kurumlara ihtiyaç var. Bu evrensel kurumlar yeni bir siyasi ve ekonomik yapılanmanın başlangıcı olacaktır. Peki devletin ihsanı ve tekelci çarpıtılmış piyasa dışında, kamusal yeni bir ekonomi ve giderek toplumun başlangıcı için çok basit bir başlangıç yapabilir miyiz?

5. Temel Kamusal Mallar Ekonomisi İçin Bir Örnek

Sardalya bir Akdeniz balığıdır. Bereketlidir. Bizde biliyorsunuz, Kuzey Ege’de bolca yakalanır. Temmuz-Ekim en lezzetli aylarıdır. Fakir-fukara balığıdır, sardalya. Bol çıkar, hamsiden sonra en çok sardalya çıkar bu denizlerde. Hem de diğer tüm balıklar tezgâhlardan elini eteğini çektikten sonra çıkar. Bu yüzden yoksulun sofrasına yazın Hızır gibi yetişir.

Sardalyeden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Bir mal ne kadar bol, yararlı olursa, insanlık için, meta olma özelliğini o kadar yitirir. Yani kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki açık o kadar kapanır. Tıpkı sardalya gibi. Ucuz olur, herkes ulaşır, herkes yararlanır. Yoksulluğun düşmanı olur, çünkü yararlıdır aynı zamanda. Bir metanın kullanım değerinin öne çıkması, yararlı ve ulaşılır olması, onun üretiminin bir engel olmaksızın, verili teknolojinin o günkü imkânları kullanılarak yapılmasını ön gerektirir. Yani sardalya gibi. Bugün sardalya niye ucuz; çünkü sardalya gıda tekellerinin ilgi alanında değil. Kolay avlanıyor, bu yapılırken teknoloji kullanılıyor ve Akdeniz’de üremesi çok yoğun. Ama kapitalizm Akdeniz’i böyle kirletirse sardalya havyar muamelesi görebilir, yakın gelecekte. Peki, insanlık için bugün sardalyadan daha gerekli bir sürü maddenin üretimini aynı mantıkla ele alabilir miyiz? Alabiliriz; ama o zaman tabi ki kapitalizm de olmaz. Zaten amacımız bu.

Burada önemli olan bölüşüm ilişkilerinin piyasa mekanizmasından soyutlanmasıdır. Üretken birimlerin global ekonomideki piyasa oyuncularıyla paralel davranması, dünya teknolojisi ve verimliliği düzeyinde rekabet etmesi ancak buralardaki başarıların bireysel fiili gelir akımlarına, ayrı bir sınıfsal kategori yaratacak düzeyde, dönüşmemesi temel ilke olmalıdır. Her şeyi piyasaya bırakan anlayışın ve bu yapının üretim araçlarının gelişmesine paralel olarak, tedrici tasfiyesi, siyasi yapıda da tekelci devletin sönümlemesi sürecine paralel bir süreçtir. Tam burada yine Bediüzzaman’ın malikiyet ve serbestiyet vurgusuna gelebiliriz. Yani malikiyet; ama tekelci olmayan yağmaya ve israfa yol açmayan bir malikiyet. Ayrıca serbestiyet; ama yine yağmacı ve tekelci bir malikiyete yol açmayacak bir serbestiyet. Bu formülasyon bizce, insanlık tarihinin ekonomide geliştirdiği bütün formülasyonlardan daha önemli bir açılımı hatta bir kopuşu ortaya koyacak önemli bir çıkıştır. Bu formülasyonun diğer veçhelerini yukarıdaki bahislerde de açıkladık.

Böyle bir hedef yukarıda belirttiğimiz bolluk ekonomisi anlayışıyla birleştiği zaman piyasa aleyhine giderek genişleyen bir kamusal alanı da doğuracaktır. İşte Sardalya Teorisi budur. Bu anlayış geleneksel öğretiler gibi devleti ve planlamayı merkeze oturtmadığı için, özgürlükçü yeni bir anlayışı temsil eder. Ulusal, yerel değil, ümmete varan bir anlayıştır. İslamiyet’in vaz ettiği ümmet anlayışı aynı zamanda “büyük insanlık” idealidir.

6. Dengenin Dengesizliği

Giriş bölümünde bahsettiğimiz o dengeye nasıl geliriz ve tekelleşmeyen bir malikiyeti, onun bir sonucu olarak gelişecek bir serbestiyeti nasıl meydana getiririz? Bu bölümde bu konuyu biraz da şimdiye kadar geçerli olan iktisat paradigmasıyla anlatalım.

Keynesgil ve Marksist yaklaşımlarda, genel denge koşulları sektörel veya bütünsel açılardan ele alınırken, neo-klasik yaklaşımda, genel denge bireysel tercihlerden hareketle incelenir. Walras’ın açtığı yoldan ve Arrow-Debreu modelinin önerdiği temel varsayımlar çerçevesinde, neo-klasik denge sorununun tek çözümü, tam rekabet koşullarıdır. Bu genel bir dengeyi bize verdiği zaman Pareto optimumu gibi bir statik denge halini elde ederiz. Refah, ancak hiç kimsenin durumunu kötüleştirmeden bazı kişilerin durumunu iyileştirebiliyorsak artmış sayılır ve şayet kimsenin durumunu kötüleştirmeden bir kişinin dahi durumunu iyileştirme imkanı yoksa refah maksimuma ulaşmış sayılır

Ama Pareto’nun tarif ettiği bu dengeye kapitalizm hiçbir zaman gelemedi. Ancak var olan dengeyi de bozmak konusunda bir adım atmadı. Rekabetçi denge ile Pareto optimumu arasında doğrudan bir ilişki yakalayabiliriz. Herkesin rekabet ederek, faydasını maksimum kıldığı bir durumda, diğer kişinin refahına hiç dokunmadan, hiç kimsenin refahının iyileşmeyeceği durum eğer bize Pareto optimumunu verirse, tüketiciler hala mal talep etmektedirler. Aynı şekilde mal arzı da fazla olan talebi karşılamaya dönüktür ve doygunluk dışı talep edilen malların fiyatları sıfırlanır.

Bu halde buradan “kanıtlanmış” denge tanımına varırız: Bütün tüketicilerin bütçe imkânları içinde en çok doyuma ulaştıkları, bütün üreticilerin maksimum kâr sağladıkları, üretim ve kaynaklarla istemin tamamen karşılandığı bir durum ve bu durumu gerçekleştiren fiyat düzeyidir.12 Bu tanım bize Pareto anlamında bir optimumu da verir. Burada bütün tüketiciler en çok doyum, üreticilerde maksimum kâr sağlarlar. Talebin tümü karşılanır. Ancak burada tek tek malların değil, sistemin genel dengesi söz konusu olduğu için, arz ve talebin birbirine eşit olduğu durum bir denklemler silsilesini gerektirir. Bu bize aynı zamanda bir ekonomi için çoklu pareto optimumu durumu olduğunu da anlatır. Bu denge halinin gerçekleşebilmesi için, Walrasgil denklemlerin tümünün aynı anda çözümü gerekir. Burada şöyle bir genel denge hali yaklaşımı geliştirebiliriz; herhangi bir denge bozukluğunda, toplam aşırı talebin, (talebin arzı geçtiği tüm piyasalarda) toplam aşırı arza (arzın talebi geçtiği bütün piyasalarda) tam olarak eşit olması gerekir. Bu genel denge hali ve optimum fiyat düzeylerini anlattığı gibi paretocu ilkeler çerçevesinde pareto optimumunu da bize anlatır. Bu Pareto örneğini kapitalist sistem içinde dengenin aslında var olan statükoyu korumak anlamına geldiğini vurgulamak için verdik. Çünkü gelir dağılımının alabildiğince bozuk olan bir ekonomide bir kişinin durumunu düzeltmeniz halinde bile bina (denge) olduğu gibi çökebilir. O zaman yapmanız gereken bir şey yok; var olar durum genel anlamda dengesiz bir durumdur ama dengesizliğin de bir dengesi vardır bunu da sürdürmek gerekir.

7. Genel Dengenin Sürdürebilirliği (İstikrarı)

Burada temel sorumuz, daha doğrusu Walras’ın temel sorusu piyasanın bir sektördeki dengesizliği kendiliğinden- diğer piyasalara bakarak- düzeltip düzeltemeyeceğidir. Yani fiilen dengesiz fiyatlar grubu ortaya çıktığında, piyasa arz ve talep güçlerinin bu fiyatları denge kurulana kadar değiştirip değiştirmeyeceğidir. Bu sorunun yanıtı halen çözümsüzdür. Çünkü –kanaatimizce- Adam Smith’in tam rekabetçi piyasası yerini tekelci yapıya bırakmıştır. Ancak bu yapı çözüldüğü zaman eş anlı bir genel denge durumu yakalayabiliriz. Ancak bu denge hali de Walras’ın genel dengesi gibi statik değil, dinamik bir genel denge, daha doğrusu dengesizlik hali olacaktır. Neo-klasik rekabetçi anlayışta, her firma piyasa fiyatlarını veri alır, piyasada önce fiyatlar oluşur, sonra firmalar bu fiyatlara karşılık verir. Ancak çözülen bir genel denge durumundan sonra, fiyatlar nasıl oluşacak? İkinci sorumuz da budur.13 Bu soruya Walras’ın yanıtı basittir: “Rekabetçi bakış açısından en örgütlü piyasalar, her mübadelenin koşullarının açıkça duyurulması ve satıcılara fiyatlarını düşürmek ve alıcılara fiyat tekliflerini yükseltmek için bir şans verilmesini sağlayacak biçimde ve işlemleri merkezileştiren ajanlar olarak devralınan tellalların aracılığıyla, alım ve satımların açık artırma ile yapıldığı piyasalardır.”14 Ancak Walras’ın merkezi planlamanın bir ölçüde “liberal” fiyat versiyonu olan bu merkezi tellalı yeterli değildir.

Burada tellalın duyurduğu ve/veya piyasanın algıladığı fiyatların denge grubu fiyatları olması gerekir. Bu olmadıkça genel tellal işe yaramaz. Üstelik tekel ya da monopol, oligopol hallerinde bu şüphesiz ki geçerli değildir. Ancak tellal her şeyi gören piyasa dışı bir güç olursa, Walras haklı olabilir. Ya da çok gelişmiş bir merkezi planlama olgusundan söz etmemiz gerekecek. Ancak şöyle bir nokta var: Walras, ekonomi tam rekabetçi olduğundan; küçük, nispeten güçsüz firmaların aşırı arz durumunda fiyatlarını düşürerek sürekli tepki göstereceğini varsayıyor. Aynı şekilde fiyatlar gereksiz yükseldiğinde buna tepki verecek demokratik ve seçenek üretecek bir toplum –tüketicinin kamusal aklı- Walras’ın dengesini statik değil ama dinamik anlamda haklı çıkarabilir. Burada firma teorisi bazında ölçek meselesine girdiğimizde ölçek büyümesi ve kapitalizmin anarşik işleyişinin Walras’ı devre dışı bıraktığını görürüz. Ancak, “Walras’ın genel denge modelinin çerçevesi önemliydi ve hâlâ da önemlidir. Walras’ın piyasasının kendiliğindenliğine ilişkin hayli gerçekdışı inancını dışarıda bırakırsak eğer, onun karşılıklı piyasa ilişkileri sistemi, kapitalist bir piyasa sisteminde tam istihdamlı genel bir dengeye ulaşılmasının ne kadar zor olacağını gösterir. Kuram ayrıca, kriz bir kez başladı mı, ekonominin tüm sektörlerine nasıl yayılıp genel bir kriz ya da bunalıma dönüştüğünü de gösterebilir. Walras’ın genel denge çatısı, piyasa anarşisinin en iyi analiz edileceği kuramsal bağlamdır. Birçok yetersiz tüketim kuramcısı kuramını, Walras’ın genel denge kuramına yakın bir çerçevede formülleştirmiş olsaydı, sayısız mantıksal ve kuramsal yetersizlikten kurtulurdu.”15 Şimdi bizim bundan sonra söylemek istediklerimizi, Hunt, başka bir perspektiften söylüyor. Şimdi, burada iki önemli nokta var; birincisi: Genel dengenin hangi ölçekte ve ekonomik pazar çerçevesinde olacağı. İkincisi ise genel dengenin tüm faktör piyasalarında ve pazarlara aynı anda gerçekleşmesi için en azından üretim faktörlerinin ekonomiden alacakları payın, değişim ve kullanım değer farklılıkları saklı kaymak kaydıyla, eşitlenmesi sorununun çözülmesi. Yani, sermayenin faizinin ve emeğin ücretinin üretilenin tüketileceği sınıra kadar yapılması. Bu faizin sonra da israfın giderek azalacağı ve yok olacağı bir ekonomi için atılacak ilk adımdır.

Sonuç Olarak…

Bugün yaşadığımız kriz bize göstermektedir ki; dünya ekonomisi makas değiştirmektedir. Tekelci devlet kapitalizmi yerini küresel yeni rekabetçi bir sisteme bırakmak zorundadır. Bu kriz bize bunu gösteriyor. Bu anlamda Walras’ın genel dengesi eğer statik değil de dinamik bir çerçevede ele alınırsa yeni bir piyasa ve ekonomi modeli geliştirebiliriz.

Küreselleşmenin yeni sermaye birikim döneminde sürükleyici sektörlerden biri olan Bilgi İletişimi Teknolojileri bu tezi güçlendiren bir gelişme göstermektedir.

Şunu söyleyebiliriz: Aslında bu dalga küreselleşmenin dalgasıdır. Freeman’a göre içinde bulunduğumuz beşinci büyük sermaye birikimi oluşumunu anlatır.16

Freeman beşinci dalgayı 1980’lerden başlatıyor ve günümüze getiriyor. Bu dönemi tanımlayan temel niteleme enformasyon ve iletişim. Temel taşıyıcı büyüme sektörleri ise yazılım, esnek üretim sistemleri, sayısal haberleşme ağları, uydu teknolojisi, biyoteknoloji. Castells, Freeman’ın bu çerçevesini enformasyon teknolojisi paradigması ile tamamlar.17 Yeni teknolojilerin hızlı yayılımı, bu teknolojilerin ağ kurma iradesi ve etkileşimi, esnekliğin temel olduğu ve yatırım üretim planlamasını bilgisayar ağlarına bağlı yapan oluşumların ortaya çıkması ve üretim zincirini oluşturması paradigmanın başlıca ayaklarıdır. Castells şöyle devam eder: ”Böylece mikro elektronik, telekomünikasyon, opto-elektronik, ve bilgisayarlar artık enformasyon sistemleri ile bütünleşmiştir. Bu noktada örneğin çip üreticileri ile yazılımcılar arasında hâlâ işletme düzeyinde bir farklılık mevcut olacaktır. Ancak bu tür bir farklılaşma, çip donanımlarına yazılımların yerleştirilmesi kadar, şirketlerin stratejik ortaklıklar, işbirliğine dayalı projeler çerçevesinde giderek daha fazla bütünleşmesiyle bulanıklaşmıştır.”18 İşte bu gelişme ve kendini yenileme dalgası dünyanın bir önceki dönemde “azgelişmiş” olan iki kesimdeki ülkelerini dalganın üzerine taşımıştır.

Birincisi batıda düşen kâr oranlarına bağlı olarak batının üretimini üstlenen ve düşük ücretle dünyanın üretim üssü olan ülkeleri. Bu ülkeler doğrudan yabancı yatırımları alarak, gelişmiş dünyanın üretimini üstlenmişlerdir. Bu değişim tekelci yapıyı kuran ulus-devletler hiyerarşisini bitirmekte ve ülkeler arasında gelişmişlik farkını azaltma yolunda önümüze önemli fırsatlar vermektedir. Burada insanlık siyasi bir irade gösterirse tekelci-devlet kapitalizmi bitiren yeni bir dengeye doğru adım atabilir. Bu dengenin, bu makalede anlattığımız eşitlik ve hakkaniyet kavramlarına dayanan yeni bir ekonomik sistem olduğunu düşünüyoruz.

Şimdi, bu teorik yaklaşımlardan sonra bolluk üreten bir ekonominin dengesinin (kurulmasının) ancak tekelleşmeyen, tekele izin vermeyen bir kamusal ekonomi oluşturarak olabileceği sonucunu çıkarıyoruz. Bu da kesinlikle serbestiyet ve malikiyettir.

 

KAYNAKÇA

 

Chric Freeman ve luc Soete, Yenilik İktisadı, TÜBİTAK, İstanbul, 2003.

Cemalettin Canlı-Yusuf Kenan Beysülen Zaman İçinde Bediüzzaman- İletişim Yayınları-2010-İstanbul

Dr. Murat Çetin, AB’de KOBİ’lere yönelik teknoloji politikaları, KTÜ, İİBF dergisi, 2005.

E. P. Thomson; İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu; Birikim Yayınları, İstanbul, 2004;

Edvard Chancellor, Finansal Spekülasyonlar Tarihi; Scala yayıncılık, İstanbul, 2006.

Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Metis Yayınları, İstanbul, 1998.

K. Marx Kapital, cilt 1, Sol Yayınları, İstanbul, 1978,

Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 1995.

Mary F. Weid, Bediüzzaman Said Nursi –Etkileşim Yayınları- 2006-İstanbul

R.V. Eagly The Structure of Classical Economic Theory; New-York Oxford University, 1974 s.3-4.

Robert H. Ballance, A. Ansari, Hans. W. Singer, Uluslar arası Ekonomi ve Sinai Kalkınma; Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1985

Sebahattin Zaim, Bediüzzaman Hazretlerinin iktisadi mevzularda beyan ettiği fikirler. Yayınlanmamış söyleşi.

Sami Uslu, İktisat Risalesi Perspektifinden Küresel Kriz. Köprü Dergisi; sayı 107, 2009 S. 13.

Sweezy ve Baran, Tekelci Kapitalizm, Kalkedon Yayınevi; İstanbul, 2007.

Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1994

Timur Kuran, İslam’ın Ekonomik Yüzleri- İletişim Yayınları-2002

Tuncer Bulutay, Genel Denge Kuramı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ankara, 1979.

 

Öz

Bediüzzaman’ın kapitalizm sonrasına ilişkin yaptığı malikiyet ve serbestiyet devri saptaması, tarihin seyriyle ilgili çok önemli bir gelecek tespitidir. Kapitalizm, gerçek anlamda bireye malikiyet ve serbestiyet getirmemiştir. Malikiyet kavramı, Bediüzzaman’daki gibi serbestiyet kavramı ile birlikte kullanıldığında hakiki ve mecazi anlamda bize yeni bir ekonominin ve oradan çıkarak yeni bir dünyanın kapılarını açar. Buradaki malikiyet hem tekelci, tekelleri doğuran, koruyan ulus-devletin de ekonomik olarak hâkim olmadığı bir iktisadi nizama hem de insanın Allah’a dönerek bütün evreni bilmesi anlamına gelir. Bu bilme bir dengedir. Bu makale, bu dengenin aslında iktisadi olarak evrene içkin olduğu varsayımından hareket ederek Walras’ın “Genel Denge” modelini ele almakta ve Bediüzzaman’ın geleceğe ilişkin tarihsel tespitlerini bu bağlamda irdelemektedir.

 

Anahtar Kelimeler: İktisat, kapitalizm, malikiyet, serbestiyet, genel denge modeli, ihtiyaçlar, rızık, adalet, faiz, İslam iktisadı, sermaye, piyasa, tekel, devlet

 

Abstract

Bediüzzaman’s determination of post-capitalist period as the age of ownership and liberty is a very important one concerning the course of history. Capitalism could not bring a real ownership of liberty to the individual. The concept of ownership, when used with the concept of liberty as in Bediüzzaman, opens us the doors of a new economy and a new world actually and symbolically. Here, ownership refers to both an economic order, where monopolistic nation-state that gives birth to and protects monopolies is not economically dominant and person’s knowing the whole universe by turning her face to Allah. Such a knowing is a equilibrium. Based on the assumption that this equilibrium is in fact inherent to the universe economically, this article deals with Walras’ ‘General Equilibrium’ model, and analyzes Bediüzzaman’s historical determinations regarding the future in this context.

Keywords: Economy, capitalism, ownership, liberty, general equilibrium model, needs, livelihood, justice, interest, Islamic economy, capital, market, monopoly, state.

 

Dipnotlar

1. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşr., İst. 1994, s. 650.

2. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşr., İst. 1994, s. 353.

3. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşr., İst. 1994, s. 650.

4. Nursi, Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşr., İst. 1994, s. 146.

5. Prof. Dr. Sabahattin Zaim, Bediüzzaman Hazretlerinin iktisadi mevzularda beyan ettiği fikirler. Yayınlanmamış söyleşi.

6. Sami Uslu, İktisat Risalesi Perspektifinden Küresel Kriz. Köprü Dergisi; sayı 107, 2009 s. 13.

7. Timur Kuran, İslam’ın Ekonomik Yüzleri, İletişim Yayınları, 2002, s. 81.

8. Sami Uslu, İktisat Risalesi Perspektifinden Küresel Kriz Köprü Dergisi; sayı 107-2009 s. 15.

9. Burada israfı, yaratılan değerin ölçüsüzce paylaşılması bir yana, ölçüsüz dağılımın gereksiz harcanması ve tüketilmesi ve adaletsizliğin bu yolla sürekli kılınması şeklinde anlayabiliriz. İşte, İslam bu anlamda ve bu anlamdaki sonuçları itibariyle israfa karşı çıkar. Burada israfa karşı çıkmayı “bireylerin kazandıklarını diledikleri gibi harcama özgürlüklerine karışma” olarak anlayan anlayışla karıştırmamak gerekir.

10. Sami Uslu; age.

11. Timur Kuran, İslam’ın Ekonomik Yüzleri, S: 184 İletişim Yayınları-2002-İst.

12. Tuncer Bulutay, Genel Denge Kuramı, A.Ü. SBF –1979- S: 71.

13. Örneğin 2008 krizi tüm fiyatları ve küresel dengeyi bozan bir krizdir. Bu kriz sonrası da bu soruyu sorabiliriz.

14. Walras, Element of Pure Economics, S: 42.

15. Hunt, E.K. İktisadi Düşünceler Tarihi: S. 354; Dost yayınları, 2005-Ankara.

16. Chris Freeman, Luc Soete, Yenilik İktisadi TÜBİTAK-2003-İst.

17. Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi, 2005, Bilgi Üniversitesi, İstanbul.

18. Manuel Castells, A.g.e., s. 91.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir