Alev Erkilet: “Tabakalar Arası Mesafe Giderek Artıyor”
4 Ekim 2012 akşamı Perşembe Sohbetleri’nde konuğumuz Alev Erkilet, konumuz Kentsel Dönüşüm’dü. Son birkaç yıldır kentsel dönüşüm alanında bizzat sahada çalışan sosyolog Alev Erkilet’in anlattıkları, etrafımızda olup biten mekansal ve mimari değişimlerin tarihsel, felsefi ve iktisadi arka planını anlamak isteyenler için çok yararlı tespitler içeriyor.
Konuşmadan Notlar:
Bina ya da mahalle öncelikli olarak “toplumsal”ın göstereni olarak düşünülmelidir. İnsanın mekan üzerindeki tasarrufları, aynı zamanda onun doğa ile mücadele etme biçimini yansıtır (Sorokin). Mekan aynı zamanda Bunlar her şeyden önce toplumsal tabakaları ve statüleri de gösterir (Weber).
“Osmanlı mahallesi” çok kültürlü bir mahalleydi. Yani (1) çok dinli, (2) çok etnisiteli ve (3) çok sınıflı. Kimsenin kimseyle alıp veremediğinin olmadığı, yani herkesin herkesle temas ve alışveriş halinde olduğu bir ortamdı.
Örneğin Süleymaniye mahallesi bugün sıkça dillendirildiği gibi, hiç de “salt saray bürokratlarının oturduğu elit bir mahalle” değildi. Mahallede su dağıtan sakalar da, en fakir tabakaya mensup insanlar da oturuyordu.
İnsanları sınıf-altı kalmaktan koruyan mekanizmalar mevcuttu. Dayanışma ağları ve sosyal sorumluluk anlayışı buna katkıda bulunuyordu. Ayrıca, zaten bizatihi ötekileştirmenin olmayışı bile, insanları sınıf-altı kalmaktan koruyordu. Yani ötekileştirme yapılmayınca, ekstradan bir şey yapılmasına gerek bile kalmıyordu adeta.
Sınıf ile tabaka arasındaki ayrıma dikkat etmek lazım. Söz konusu mahallede farklı tabakalardan insanlar bir arada yaşıyordu. Fakat modernleşme, mekansal ayrışmayı getiriyor; yani mekanın sınıfsal açıdan homojenleşmesini ve dışlayıcılaşmasını (bir başka deyişle, sınıfların her biri açısından gettolaşmayı). Bunun en açık örneklerinden biri, 20 yüzyıl başı Amerikasındaki büyük kentlerdir.
İstanbul’da Paris’e, Hausmann’a özenilerek, ilk olmasına rağmen “6.” ismiyle kurulan 6. Belediye İdaresi, yangınlar sonrasında eski mimariye uygun yapıların ortadan kalktığı bölgelerde “ızgara sistemi”ni uygulamaya soktu. Sokakların düz ve birbirine dik olduğu, çıkmaz sokakların olmadığı bu sistem, büyük ölçüde iktidarın toplumsalı kontrolüne dönük bir şeydi. Çıkmazların çok olduğu eski sistem ise mahalleye özerklik veren bir sokak yerleşimi sağlıyordu. Sadece Türkiye’de değil, İslam toplumlarının tamamında, çıkmaz sokak, mahalle halkının idare ettiği, mahalli yönetime yatkın, imamın şeyhin vs. etkin olduğu bir zemindi. Mahremiyet açısından da, nasıl evlerde iç avlu vardıysa, sokaklarda da iç avlu yani çıkmaz sokak vardı. Buradaki bir miktar içe kapanık olma durumuyla dışlayıcılığı ayırt etmek lazım. (Süha Göney’in “şehir coğrafyası”na ilişkin yazılarına bakılabilir.)
II. Dünya Savaşı’ndan bu yana İstanbul’da 4 göç dalgası teşhis edilebilir:
1. İç Anadolu ve Karadeniz’den 50’ler ve 60’larda gerçekleşen gönüllü, rızaya dayalı ve umutlu göç. Hayatını değiştirmek istediği için, iş aramak için gelen insanlar bunlar. Büyük bir ötekileştirmeyle karşılaşmıyorlar. (örneğin Karadeniz’den Bayrampaşa, GOP, Bağcılar, Güngören, Zeytinburnu’na geliş)
2. Zenginlerin kentin çeperlerine/banliyölere rıza ile gidişi. Moda yerleşimler, yeni kurulan siteler, üst sınıf olmanın göstergesi. (örneğin Balat’tan Ataköy’e ya da Merter’den Bahçeşehir’e gidiş)
3. 90’larda Güneydoğu’dan yaşanan zorunlu göç sonucunda bir kırılma ortaya çıkıyor. Gelenler rıza ile, gönüllü ve umutlu gelmiyorlar. Vasıfsız işçi olarak geliyorlar. Kızgın geliyorlar. Ayrıca gecekondulaşma imkanlarının doyuma ulaştığı, zenginlerin çepere çekildiği bir dönemde geliyorlar. İstanbul’da sanayiden hizmet sektörüne geçişin olduğu bir dönem aynı zamanda. En yoksulların en merkezi yerlerde olduğu bir dönem. (örneğin Güneydoğu’dan Balat’a ya da Tarlabaşı’nda geliş)
(Bu dönemde 2. dalga göçle çepere giden zenginler, ulaşım probleminden ızdırap duymaya başlayıp merkeze dönme hayalleri kurmaya başlıyorlar. “Kent merkezi tekinsiz, kent merkezinin ve oradaki tarihi eserlerin kıymetini bilmeyen insanlarla doldu, buraları temizlemeliyiz” söylemi ortaya çıkıyor ve 4. dalgaya zemin hazırlıyor.)
4a. İstanbul içinde yaşanan ilk zorlama, rızaya dayanmayan göç. İlk ötekileştirme, dışlama, gettolaşma/gettolaştırma ve kriminalleştirme söylemi türüyor. Bir sınıf bir sınıfın yerine yerleşmek için, o sınıfı oradan çıkarmak için kamu gücüne/zora başvuruyor veya kısa vadeli/geçici/göstermelik çözümler sunarak isteğini gerçekleştirme yoluna gidiyor. (örneğin Sulukule’den Taşoluk’a gidiş)
4b. 2. dalgaya paralel, onun uzantısı olan bir hareket. Zenginlerin merkeze dönüşü. (örneğin Başakşehir’den Suriçi’ndeki “nezihleştirilmiş” bölgelere, sitelere dönüş)
Eskiden toplumsal tabakalar iç içeyken, bugün tabakalar arası mesafe giderek artıyor. O yüzden mümkün olduğunca sitede oturmak yerine mahallede oturmayı tercih etmek lazım. Site yanlısı “kendi kafama uygun insanlarla bir arada oturmak istiyorum” argümanı, her şeyden önce tebliğ sorumluluğuyla çelişiyor. İşlam tarihinde dindar Müslümanların şehirde kendi içlerine çekildikleri hiçbir dönem yok.
“Nöbetleşe yoksulluk” yerini giderek “kalıcı ya da mutlak yoksulluk”a bırakıyor. Bu durum karşısında da aileden ziyade komşu yardım ediyor, marketten alışveriş yapılmıyor, bakkal veresiye yazıyor vs. Belli bir yoksulluk düzeyindeki insanlar ancak mahalle hayatı içinde yaşamlarını sürdürme yolu bulabiliyorlar.
Bireysel “soylulaştırma” (Kuzguncuk örneği) ile kamu gücü kullanılarak yapılan “soylulaştırma” birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Bir yere bir dükkan, kafe, vakıf açıp orayı kendi doğallığı içinde değiştirmek ilkine girer ve toplu istimlak süreçlerinden çok daha makuldur.
Kentsel Dönüşüm Yasası’nın çıkması ve “kentsel koruma” kavramının yerini “yenileme” kavramının alması kritik ve olumsuz gelişmeler. Yenileme Kanunu’yla ilçe belediyeleri tam yetkili kılınıyor.
Ön cephe korunuyor, arkada üç dört bina birleştiriliyor. Yeni zenginlere Süleymaniye’de oturumu 30 metre kare olan bina yetmiyor, öncephenin arkasında parselleri birleştirip 60, 120 hatta 180 metre karelik oturumu olan binalar yapıyorlar.
Kentsel dönüşümün bir boyutu da iş sahalarıyla ilgili. Esnaf, küçük ve orta boy işletmeler bulundukları yerlerden farklı yerlere taşınınca geçimini temin etmeyi sürdürebilecek mi?
Somut olmayan kültür mirası diye bir kavram var. Fakat kentsel dönüşüm sırasında hiç dikkate alınmıyor.
Küçükpazar Bizans’tan Cumhuriyet’e profil olarak süreklilik arz eden bir muhit. İstanbul’a ilk gelenlerin bir süre yaşayıp çalıştıkları, Osmanlı’nın kurduğu “bekar odaları” müessesesinin çok sık olduğu bir yer mesela. Bu tür özellik ve süreklilikleri dikkate almadan yapılacak dönüşümler çeşitli sıkıntılar doğuracaktır.
Değerli yerlerde yani mesela Suriçi bölgesinde topluca dönüşüm yerine dönüşümlü restorasyon uygulanabilir. Pek çok ülkede uygulanıyor.
İnsanları bir yerde çıkarıp başka yere götürürken, bir eve karşılık bir ev vermek meseleyi çözmüyor. Barınma hakkı ihlal ediliyor. İnsanlara “modern daireler” veriliyor belki ama insanlar eski sosyal ve çevresel imkanlarından yoksun bırakılıyor. Taşoluk çingenelerin idame-i hayat stratejileri açısından elverişsi bir yer mesela. Aidat ödemek bile dargelirli aileler için bir dert.
Mesela Süleymaniye’de, yoksul insanlar bile birbirlerini ötekileştirebiliyorlar zaman zaman. Halbuki bilmiyorlar ki, diyelim ki Kürtlerden ya da bekarlardan sonra sıra yoksul “düzgün aile”lere gelecek. O “temiz mahalle” ortadan kalkacak. Yani o yoksul “düzgün aile”nin görmediği şey, temel hikayenin, gidişatın kimi o muhitten atmaya çalıştığı konusundaki kıstasın, etnik değil iktisadi yani yoksullukla ilgili olduğu.
Örneğin Tarlabaşı’ndaki yoksul bir Kürt anne de, gayrimeşrudan, her gün kavgadan rahatsız.
Küçükmustafapaşa’da bir genç grubu bir dönüşüm geçirmiş, uyuşturucudan kurtulup okumuşlar ve mahallenin sorunlarını çözmek için bir dernek kurmuşlar. Böyle iyi gelişmeler de var.
Fener-Balat’a dair apartopar bir kanun çıkartıldı biliyorsunuzdur. Mahalleli dün eylem yapmış. Kadri bey durumu çok temiz şekilde özetlemiş. Alev hanım’ın anlattıkları aklıma geldi, paylaşayım dedim. Radikal’in haberinden:
‘Zenginler şehir dışı şatolarından sıkıldı diye’
Kadri Gözaydın Balat-Fener Güzelleştirme Derneği’nin kurucularından, doğma büyüme buralı. Gözaydın, “Şu anda Haliç ’e bakan eski surların üzerindeyiz. Altından tarih çıkacak, bunu hangi belediye yıkabilir? Beni binalardan çok insan ilgilendiriyor. İnsansız restorasyon olur mu? Zenginler şehir dışındaki korumalı şatolarından bıktı, şehrin göbeğinde tarihi mekanlarda yaşamaya heves ettiler diye bedelini biz marabalar ödüyoruz. AB’nin yaptığı projenin devamı gelsin, parsel bazında restorasyon yapılsın’’ diyor.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1103976&CategoryID=97