Yaşam hakkı diyen devlet. Ya da din, nüfus, beden, gündem.
Yaşam hakkını savunduklarını iddia ediyorlar. Uludere’de çocukların parçalanan bedenleri karşısında. Devlet kendi suçlarını geçiştirirken yeni suçlar icat edip kendini aklamanın güzel bir yolunu buldu. Uludere’ye katliam demeyi reddedenler bize kürtajın cinayet olduğunu söylüyor. Üstelik sırf kendi ülkesinin kadınları adına değil, Bosna’da sistematik bir şekilde tecavüze uğrayan neredeyse 20 bin kadın adına konuşma cüreti bularak.
ANF’de yazan Erdem Can, bu süreci güzel özetlemiş: “Kendisine oy veren muhafazakar kesimlerin desteğini ekonomi ve dış politikada uluslararası neo-liberal sistemin hizmetine sunan Erdoğan içerde “muhafazakar” kılıfına büründürdüğü yasakçı, yasaklayıcı baskı rejimini “ahlak, din, kutsal değerler” adı altında yaşama egemen kılma hesabı yapıyor”.[1] Hükümetin kürtaj gibi konulara müdahil olarak yaşam biçimlerine karışıyor olmasını takipleyen söylemlerde, kendisinin ‘dindar’ olduğu ve kendi gibi ‘dindar nesiller’ oluşturması gerektiği iddiası var. Halbuki buna girişmeden önce, önceki tüm icraatlarının hangi dinin kurallarına uygun olduğunu belirtmesi lazım, mesela Diyanet Başkanlığı grev yapmanın günah olduğuna dair bir fetva çıkarsın, hadislerden yola çıkarak rant, şehirleri yağmalamak ve dereleri kirletmek mübahtır desin, sonra dinimizde hapishaneleri siyaset yapanlarla olabildiğince doldurup tecavüzcülere tahrik indirimi uygulamak sevaptır desin. Din alimleri Muminun suresinde ceninin insan oluşumunu açıklayan ayetlerine dayanarak 120 güne, veya bazıları ilk safha olan 40 güne kadar, ‘ruhun üflenmediğini’ ve ceninin henüz bir insan sayılmayışı dolayısıyla hayati tehlike ve tecavüz gibi zaruri hallerde kürtaja olur derken devletin ‘tartışma’ kelimesini sürekli tekrarlayıp tartışmasız bir ‘yasak’tan bahsetme olayı nedir? İnsanlar hesaplarını neo-liberal bir devlete mi verirler Allah’a mı? Bu özel alanda ve ‘arada-bazen-bu durumda dindar’ olmayı neye bağlamalı? Ayrıca muhafazakar kesimin kürtaja olan mesafesi düşünüldüğünde Uludere gibi yakıcı, hesabı verilmemiş bir olayı kürtaja benzetme durumu nasıl açıklanmalı?
Devlet derdinin nüfus ile ilgili olduğunu da söylemekte, ‘kürtaj Türk nüfusunu azaltmaya yönelik sinsice bir plandır’ diyerek. (bakınız: 1979’da Iran Devrimi ertesinde ‘Doğum kontrol yöntemleri müslüman nüfusu azaltmak için emperyalist bir plandır’ diyerek yasaklaması). Kürtaj’ın Osmanlı’da yasaklanmaya başlaması incelendiğinde de benzer bir söylem görülür. 19. yüzyıl öncesinde uygulanan Islam hukukunun kürtajı özel alan sayılan aile hayatına bırakmış olması ve kürtaja dair yaygın bir yasak olmamasına rağmen, 1800’lerin sonu itibaren kürtaj, modern devletin önceden müdahil olmadığı özel alanlara karıştığı sosyal mühendislik projelerinden bir parçasını oluşturmaya başlıyor. 1838’de kürtaja karşı bir ferman yayınlanır. ‘Devletin mamuriyetinin’ nüfus sayısına bağlı olduğunu vurgulayan ve özellikle kürtajı gerçekleştiren kişiler olan ebeleri denetim altına alan bu ferman, etkisini artırmak için dini bir söylem ile desteklenir, ama asıl kaynağı, bugün tekrarını gördüğümüz gibi nüfusun azalmasını engelleyerek devlet gücünün korunacağı düşüncesidir.[2]
‘Bilime dayalı’ konuştuklarını da tekrarlayıp duruyorlar. Halbuki araştırmalar doğum planlama yöntemlerinin yetersiz kaldığı ülkelerde kadınların doğal olarak kürtaja başvuracağını söylüyor. Kürtajı bir ‘hak’ olarak gören üst ve orta sınıf kadınların dışında kalan ve doğum kontrol yöntemleri hakkında bilgisi ve imkanları olmayan kadınların birçoğunun doğum kontrol yöntemlerinin yaygın ve ulaşılabilir olduğu takdirde kürtaj yaptırma heveslisi olmadığı görülür.. Ama kürtajın artmadığı aksine azaldığı bir ülkede yok yerden yasak üretmeye kalkan bir devlete bu denmeli mi bilmem.
Kürtajın yasak olduğu ülkelerin olduğunu söylüyorlar, ama bu o ülkelerdeki kadınların kürtaj yaptırmadığını göstermez. Yasaklandığı ülkelerde de bir ‘kürtaj turizmi’ vardır, örneğin İrlanda’da 2001’le 2008 arasında 45 bine yakın kadının Büyük Britanya’ya kürtaj için gittiği kaydedildi.[3] AB ülkelerindeki dolaşım serbestliği veya aynı maddi imkanlara sahip olunmayan ülkelerde de Dünya Sağlı Örgütüne göre her sene 70 bine yakın kadın sağlıksız koşullarda gerçekleştirilen kürtajlar yüzünden ölmekte. Yani yasaklamak sadece paralı askerlikte olduğu gibi ‘parası olanın’ güvenli koşullarda bir kürtaj yaptırabileceği yeni bir eşitsizlik durumunu çıkarır ortaya. Örnek gösterilen diğer ülke ABD’de ise kürtajın muhafazakar oylarını toplamak için her sene tekrarlamasında fayda görülen bir gündem olduğu ortada. Ama hükümetin neo-liberalliği ile, neo-muhafazakarlığı ile ABD’ye benzemeye çalıştığı zaten her haliyle belli.
Devletin bu gündem manipülasyonuna karşı, biraz da kapılarak- ‘bedenim benimdir, kürtaj haktır’ diyen kadınlar var. Bana göre bedenim benimdir ama bir emanettir de, kanser olurum bedenim yavaşça yok olur, ama cenini bir insana dönüştürdüğüne inandığım ruhum kalır. Bedenim bana verilmiş bir emanettir, devletin ve erkeklerin ve aralarında onlar gibi konuşan tek bir kadın bakanın değildir. Bedenim benimdir, ama bedenimde oluşan cana doğum itibari ile insan, öncesinde beden parçası deme tasarrufunda bulunamam. Bedenim, ‘kimin mülkiyeti olduğu’ konusuna indirgenemeyecek kadar, ruhum, inandıklarım ve hayat görüşlerim ile bağlantılıdır.
Bedenine kürtaj gibi fiziksel ve psikolojik zarar verebilecek bir müdahaleye girişmek de hiçbir kadının keyfi olarak isteyeceği bir şey değildir, dünya görüşü ne olursa olsun. Kadını özne almayı reddeden bir devlet ve doğmamış canı özne almayı reddeden bir feminizm, iki türlü de kadını istediğinde doğuran ve doğurtulan, istediğinde de boşaltıp kurtulan bir ‘taşıyıcı’ olarak görmeye karşı olan kadınlar da var.
Bu ülkede evliliklerin yarısı erken evlilik iken, her bün beş kadın cinayeti ve üç işci ölümü oluyorken, çocuklar hapishanelerde tecavüze uğruyorken, devlet birkaç tane sığınma evi, evsiz evi açmaktan acizken, yok yere öldürülen insanların hesabı hiçbir zaman verilmezken ve bunlar her seferinde ‘kader’ veya ‘tercih’ olarak geçiştirilirken, devletin tecavüz sonucu doğacak bebeklere ‘bakacağını’ vaat etmesi kabullenilecek bir durum değil. Hayatta olanın hakkını savunmayan ve hukukun uygulanmadığı bir ülkede devlet bana bak ‘başörtülü hanım kardeşim’, diye ‘fetüs hakları dersi’ veremez. Ne beni ne dinimi temsil de edemez.
H. Ü.
[1] Erdem Can. Neo- liberal Erdoğan’ın ‘ Muhafazakar’ Toplum Projesi. http://fıratnews.biz/index.php?rupel=nuce&nuceID=63386
[2] Tuba Demirci, Selçuk Aşkın Somel. Women’s Bodies, Demography and Public Health: Abortion Policy and perspectives in the Ottoman Empire of the Nineteen Century”, Journal of History of Sexuality, Vol.17, No.3, (Austin: University of Texas Press, 2008).
[3] Sven Bergmann. Signs, Vol. 36, No. 2, ‘Fertility Tourism: Circumventive Routes That Enable Access to Reproductive Technologies and Substances’ (pp. 280-289).
bu yazıyı bir yıl sonra gördüm, çok iyiymiş. haklı bir feryadı ne güzel yansıtmış.