İşçi Sınıfının Önderliği Gerçekçi Mi?

Arkadaşımız Bedri Soylu bu yazısında kapitalizmi aşma mücadelesindeki önderlik sorunun gündeme getiriyor, neoliberalizme karşı mücadelede işçi sınıfının önemini hatırlatıyor. İlginize sunuyoruz.

 

İşçileri ve emekçileri sömüren bu düzenin çıkış kapısını kimler görüyor ve bu kapının önündeki gardiyanları kimler örgütlenerek dize getirebilir? Düzenin değişmesini mesele eden her bireyin en başta sorması gereken soru budur. Ve bu sorunun cevabı hala işçi sınıfıdır.

***

Emek siyasetini merkezde tuttuğunu söyleyen siyasetlerin hepsi, işçilerin örgütlenerek meydanlara, mücadeleye yönelmelerinin bir zorunluluk olduğunu söyler. Başka türlü bir iktidar değişiminin mümkün olduğunu söyleyen yoktur. Çünkü halkın çoğunu oluşturan işçi-emekçi sınıfın desteği ve itirazı olmadan hiçbir sahici ve kalıcı netice alınamayacağı ortadadır. Ancak bu “kalkışma”nın nasıl olacağı konusunda yaklaşımlar biraz farklılaşır. Ve ekseriyetle “işçilerin önderliği” vurgusuna mezkûr siyaset tekliflerinde pek rastlamayız.

Bu durumun bazı anlaşılır nedenleri var.

En görünen nedeni neoliberalizmin zaferi hem işçilerin boş zamanlarını çalmanın yeni yöntemlerini icat etmiştir hem de işçilerin örgütlenme imkânlarını azaltan bazı tabakalaşmalar, güvencesiz alanlar, taşeronlaşma gibi koşulları getirmiştir. Haliyle kıt-kanaat geçinen, mesaiden kafasını kaldıramayan ve işten çıkarılma riski günden güne artan işçilerin toplumsal bir muhalefetin öncüsü olması zorlaşmaktadır. Sınıf çok zayıflamıştır, parçalı bir karakterdedir…

İkinci bir neden anti-kapitalist mücadele tarihinin dönüşümünde aranmalıdır.

Kaba bir şemalaştırmayla gidelim. Kapitalizmle ve emperyalizmle mücadele pratiklerinde, sanayi devriminden itibaren 1. Dünya Savaşı’na kadarki dönemde işçilerin gücü ve etkisi gözle görülür düzeydeydi. 20. yüzyılın başındaki sendikalaşma oranları bunun açık bir kanıtı olarak gösterilebilir ancak savaşı engelleyemeyen ve sermaye ile aristokrasinin kirli hesaplarının kurbanı olan dünya işçi sınıfı, bu öncülüğünü kaybetmiştir. Savaştan sonra emperyalizmin yarattığı başka bir olgu öne çıkar: Birbiri ardına isyan eden ezilen halklar.

Ezilen halklar, ulusal mücadelelerle sömürgeci devletlere karşı teker teker bağımsızlıklarını kazanırken anti-kapitalist mücadelede önderlik ve ilham vericilik ulusal mücadelelere geçmişti. Haliyle dünya genelinde siyaseti domine eden ayrılıkçı ve şiddet pratiklerini de dışlamayan örgütler ortaya çıktı. 1968 hareketlerinin fitilini ateşleyen bazı nedenlere bakıldığında da ezilen halklar motifi görünecektir: ABD’deki siyahi halklar hareketi ve ABD’nin Vietnam işgali…

21 Şubat 1965’te Malcolm X, 4 Nisan 1968’de Martin Luther King şaibeli şekilde öldürülür. Muhammed Ali Vietnam’a asker olarak gitmeyeceğini söyler ve linç edilir. Zaten üniversitelerdeki ırkçı uygulamalar nedeniyle protestolar sürmektedir. Üstüne ABD işgaline tepki gösteren beyazlar da sahaya inince 68 kalkışması fiilen başlar. Öğrenci hareketleri Paris’te de başlayınca küresel bir hal alır. (Bir not: 68’de Türkiye’deki ilk işgal eylemi başörtüsü yasağı nedeniyledir. İkincisi Ankara DTCF işgalidir.) Meydanlarda önder olarak artık devrimci bir bilinci kuşanmış gençler vardır. Bu durum ortodoksiyi temsil eden “eski” yapılarla yeni gelen rüzgâr arasında büyük bir gerilime neden olur.

Türkiye özelinde TİP’i ve Aybar’ın siyasetini anmadan geçmemek lazım. TİP, yapısı gereği işçi sınıfıyla kurmuş bulunduğu güçlü bağ yüzünden pek kıymetli bir tecrübedir. Aybar, o dönemde tam da yapılması gerektiği gibi hem Çekoslovakya’yı işgal eden Sovyet yayılmacılığına/emperyalizmine (68 kalkışmasının bir ön görüntüsü olarak sayabileceğimiz “Prag Baharı” (5 Ocak 1968) nedeniyle) hem de ABD emperyalizmine karşı durma noktasında dünya ölçeğinde bir pratiği ve siyaseti temsil ediyordu. Ayrıca Türkler ve Aybar ile başlayan TİP siyaseti, ezilen bir halk olan Kürtlere dair sistemin hazmedemeyeceği kadar cüretkârdı. Zaten parti 1970’te yapılan kongresindeki beyanlar nedeniyle “bölücülükten” kapatıldı. Ancak şunu da belirtmek gerekiyor, 60larda şekillenen dinamik ve arzulu olan kuşağın rüzgârını karşılayabilecek bir siyaset TİP’te yoktu. MDD rüzgârı ve gençlerin cüretkârlığı TİP’in teklif ettiği siyaseti gölgede bırakmıştı. Haliyle önderleşen ve günümüzde artık neredeyse mitleştirilme düzeyine erişmiş olan öğrenci kuşağının yarattığı yeni siyasi yelpazede belirleyici bir örneklik teşkil etme pozisyonunu kaybetti. Mesela sosyalist bir partide işçilerin önderliği ve çoğunluğu prensibi artık geçer akçe olmaktan çıkmıştı. Kemal Türkler gibi figürler 70lerde reformculukla suçlanarak hafifsenir olmaya başlamıştı.

68’den sonra Türkiye’de işçilerin öne çıktığı destansı kalkışmalar ve grevler oldu. 80 darbesine kadar işçi semtleri ve gecekondular sol siyasetin merkez üssü olmaya devam ettiler. Ancak “bu işleri kimler bilir ve kimlerin arkasından gidilmesi gerekir?” sorusunun cevabı artık işçi sınıfı değildi, devrimci önderler ve aydınlar bayrağı ellerinde tutuyorlardı.

Zaman içinde ezilenler ve mücadelecilere dair tanımlar ve anlamlar değiştikçe işçi sınıfı ikinci plana itildi. Mücadele tarihine bakıldığında bu durum pekâlâ anlaşılır duruyor. Siyaset sonuçta yapıldığı atmosferle çok ilgili bir mefhum.

Ancak geldiğimiz noktada görmemiz gereken şey, neoliberalizmin küstahça vurgulanan zaferinin sadece Türkiye’de değil bütün dünyada mücadele pratiklerini geriye düşürdüğüdür. Ve bu yenilgiden sonra önderlik kurumu pek tartışma konusu edilmedi. Hala Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin aydınlattığı yolu öne çıkaran siyasal kümeleşmeler büyük bir çeşitlilikle varlar. Oysa yaşadığımız yenilgilerden ve maruz kaldığımız devasa iletişim kültüründen bir şeyler öğrenmemiz gerekiyor.

Bir kere örgütlenme imkânları ve kitle gücü hala işçi sınıfının mücadelesine bakıyor. İşçi sınıfı isterse ve harekete geçerse pekâlâ örgütlenebiliyor ve siyasi atmosferi şekillendirmekten geri durmuyor. Yani işçi önderlikleri olmadan iktidar değişecek gibi durmuyor. Neoliberalizmin bizdeki ilk görüntüsü olan Özal iktidarını indiren 89 Bahar Eylemleri hala konuşulan bir hadisedir.

İkinci olarak, işçi sınıfının dünya ile aracısız irtibat kurabildiğini ve öğrenmek istediği herhangi bir bilgiye kolayca erişebildiği bir zamanı yaşıyoruz. Bu durum kendisini daha aydınlanmış gören devrimci profesyonelleri bir düzeyde anlamsızlaştırıyor. Sistemin bütün yüküne katlananlar sistemi hemen herkes kadar öğrenebiliyor. Bu duruma ezilenlerin cümlelerindeki sahiciliği de katarsak, herhangi bir işçinin ortaya koyduğu pratiğin kıymeti hayli öne çıkıyor.

İşçilerin önderliği olgusunu besleyen üçüncü bir durum olarak da işçi sınıfının bulunduğu kesişim noktasını söyleyebiliriz.

Erkek bir karakter sergileyen sistemin ezdiği kadınların yükselen mücadeleleri, haysiyetli bir yaşam için seslerini çıkaran ama henüz işçileşmemiş olan gençliğin gelecek kaygıları ve haykırışları, sistemin çarkı içinde gerçek üretimi gerçekleştiren sınıfın kitleselliği ve sancıları, ancak işçi sınıfı terkibinde buluşuyor. Orta sınıf olarak ayrıksı bir anlam yüklenen ama aslında biraz daha fazla kazanan işçilerden ibaret olan görece tahsilli kuşağın da kapitalizmin krizlerinden gördüğü zararlar, ister istemez kendilerinden farklı gördükleri işçi sınıfının bir parçası olduklarını hatırlamalarına neden oluyor. Fikir ve kültür emekçilerinin de gelir düzeyleri ve yaşam koşulları ortada. –Tabi meşhur olanları saymıyoruz, görünmeyen büyük kalabalığı kastediyoruz- Haliyle işçi sınıfının kesişim noktasında durduğu bir tartışma konusu değil.

Sonuç olarak mağaradan çıkmanın yolu, mağaranın çıkışını görebilen ve zincirlenmiş olan işçi sınıfının önderliğinden ve örgütlülüğünden geçiyor. Bunun için de olabildiğince birleşik ve demokratik bir siyaseti ısrarla gözetmek zorundayız.

2 Responses

  1. ömer BİLAL KARAKAYA dedi ki:

    Görebildiğim, işçi sınıfının örgütlü olayışı meselesine şöyle bakmayı gerektiriyor en azından An’ itibariyle. Hayır örgütlü değilse bile hemen örgütleniverecek haldeler. Örneklerini gördük. Eksikliği çekilen şey yazıda değinilen işçilerin kapitalist vahşetin uygulayıcısı iktidarları işçilerin yıkabileceği, buna güçlerinin olduğu, bizzat yapabileceklerinin fark edilmesidir. Yani bunu kendi kuarcakları bir siyasi hareketin yapmasıdır. Kitlesel bir Emekçi seferberliği için şartlar hızlıca daha uygun hale geliyor bence

  2. Kayhan Tanrıverir dedi ki:

    İşçi sınıfı her derde deva olacak sihirli sözcük, ama ortalığa çıkamayan bir efsane, kim bu işçi sınıfı ve nerede? İşçi sınıfının bu muazzam kuvveti nasıl açığa çıkacak, işçi sınıfı tarihsel rolünü nasıl gerçekleştirebilecek? Tanıma göre genellikle fiziksel emek harcayan ve bunun için belirli bir ücret alan kişilerin sınıfı ama üniversite mezunu, görece yüksek ücret alan ve lüks tüketimde bulunan kişilerin içinde bulunduğu sınıf işçi sınıfı kabul edilmez. Karl Marx ise “işçi sınıfı” veya proletaryayı belirli bir ücret karşılığı emek gücünü satan ve üretim araçlarına sahip olmayan sayıca fazla birey yığınları olarak tanımlar. Bu sayıca fazla birey yığınları (yani işçi sınıfı), 21 yıldır kendilerini yoksullaştıran, insanlıktan çıkaran bir sistemin en güçlü destekçileri. Şevket Süreyya Aydemir ve Sadrettin Celal’ in 1924 yılında Aydınlık Yayınları arasında yayınlanan Lenin ve Leninizm isimli kitaplarında, Türkiye işçi sınıfının durumu konusunda, “Bizde henüz proletarya değil, işsizler, ihtisas sızlar, hülasa ‘lümpen proletarya’ artıyor. Nasıl ki iktisadi gelişme dediğimiz hallerde, hakiki sanayi ve ticaret değil, ihtikar hakim olmaktadır. Bu sebeple bizde ne sosyal demokrasi, ne de diğer kütle hareketleri için lazım olan içtimai zemin henüz teşekkül etmemiştir.” (Aydemir,1965;351)
    Şevket Süreyya ve Sadrettin Celal’ in bu saptamaları sosyalist hareket içinde yaygın değildir. Hakim olan anlayış, gücü abartmaktı: “Komünist Enternasyonal’in Altıncı Dünya Kongresinde (1928, Y.K.) Türk delegesi Fahri, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında 600.000 proleter’ bulunduğu
    görüşünü savunmuştur. Kızıl sendikaların Dördüncü Uluslararası Kongresinde Türk delege Nihat ise bu sayının 1930 yılına dek 1.568.000’ e yükselmiş olduğunu belirtmiştir.” (Steinhaus,1971;201) Bu konuda en ilginç örnek, Türkiye’ye ilişkin özgün çalışmalar gerçekleştirmiş olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ nın verileri hayalcilik düzeyinde zorlayan çabasıdır. Kıvılcımlı, 1935 yılında yayınlanan Türkiye İşçi Sınıfı’nın Sosyal Varlığı isimli çalışmasında, mülksüzleşme düzeyini tartışmadan, Türkiye’de sanayi işçilerinin toplam nüfusa oranının, 1917 yılında Rusya’daki orandan yüksek olduğunu ileri sürebilmektedir.
    Türkiye Komünist Fırkası’ nın 27 Mayıs 1926 günü gerçekleştirilen Birinci Viyana Aktif Konferansı tutanaklarında Türkiye işçi sınıfının durumu hakkında aşağıdaki gerçekçi değerlendirmeler yapılmaktadır:
    Fransızlar tarafından işletilen Balya Karaaydın madeninde bu tarihlerde 3500 kadar işçi vardır. 1500 amele ise Şark vilayetlerinden gelen Kürtlerdir. 4-5-6 sene çalışanlar vardır. Kazandığı parayı memleketine gönderir ve çağırılırsa memleketine gider. Acelesi yoktur. Amelenin şeyhlere tabiyeti :
    Bu amele şeyhlere tabidir. Kumpanya her ay buna 500 lira miktarında para verir. Amele üzerinde tesiri vardır. Amele ellerini öper ve ona ayrıca para verir. Bunu yapan yalnız Kürt ameledir. Diğerleri buna muhaliftir.” (Dervişoğlu,2004;80)
    Dün ne ise, bugün de odur. Türkiye’ de bilinçli işçi sınıfı bir hareket oluşturacak güce sahip değildir. Büyük kısmı Şevket Süreyya Aydemir ve Sadrettin Celal’ in tespitlerine uygundur yani lümpen proletarya artmaktadır.
    İşçi sınıfı tanımı, bir de yaptığı işin niteliğine göre (beyaz yakalı/mavi yakalı), gelir ve eğitimin önemi göz önünde bulundurularak yapılır. Fakat akademik çalışmalarda bu bireyler ayrıştırılırken işçi sınıfı üyesi olarak ele alınır; yüksek nitelikli işçi, vasıfsız işçi gibi.
    Bana göre doğru tanım, ister kol güçlerini isterse kafa güçlerini kullansınlar, tüm ücretli çalışanlar, iş bulsalar çalışacak olan işsizler ve aileleri, işçi sınıfının içindedir. Ve bugün, işçi sınıfı, tam da Marx’ ın öngördüğü üzere, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturuyor. Ancak gücü, işçi sınıfı değil, “bilinçli işçi sınıfı” oluşturur.

    Devrimciler sıkça uyarılır: “Bu halk, bu işçiler adam olmaz. Senin gibilerin kıymetini bilmezler. Yeri gelir, sırtından vururlar.”
    Lümpenliğin nedeni, yaşam mücadelesinin, başkalarının sırtına binmeyi gerektirmesi. Torpilsiz işe girmek mümkün değil. Şanslı olup da çalışmaya başlayan, biraz daha yüksek ücretli bir pozisyona yükselmek için, işten atılmamak için, yine başkalarıyla rekabet etmek zorunda. İşsizlik, evdeki çocukların aç kalması demek. Dolayısıyla, her bir çalışan için, yanı başındaki çalışanlar, yalnızca aynı kaderi paylaşan insanlar değil, aynı zamanda birer rakiptir.
    İşçiler arasındaki rekabette kazanmanın yolu, tek başına “çok çalışmaktan geçmez. Bir işe girmek, o işi korumak, akrabalar, tanıdıklar, hemşerilik ilişkileri, tarikat ve cemaat bağları, cinsiyet, etnik köken, dinsel inanç, siyasal eğilim, üstlerle kurulan ilişkiler ve çalışmakla doğrudan ilgileri bulunmayan başka pek çok etkene bağlıdır. Dürüst olmaktan ve işini en iyi şekilde yapmaya çalışmaktan başka bir nitelikleri bulunmayanların bu düzende tutunması neredeyse olanaksızdır. Fazla dürüst olmaları yüzünden bunu başaramayanlar, açlıkla ödüllendirilmenin yanı sıra, en yakın tanıdıkları tarafından aptallık, sorumsuzluk, tembellik gibi sıfatlara layık görülecektir. Lümpenlik neredeyse kaçınılmaz.
    İşçilerin çoğu, olağan dönemlerde, kendilerini sınıf kimlikleriyle tanımlamaz. Pek çoğu işçi sınıfı ifadesini bile bilmez. Nâzım Hikmet işçi sınıfını ve genel olarak emekçileri “Büyük İnsanlık” olarak tanımlar. Fakat bu büyük insanlığın bir parçası olduğunun farkında olmayan işçiler, “bu işçilerden bir şey olmaz” derler. Örgütsüz ve bilinçsiz durumdaki işçiler yaşama, olaylara ve kendilerine kendi sınıflarının penceresinden bakamazlar. Tüm toplumsal ve siyasal gelişmeler karşısında kendilerini tek bir kişi olarak konumlandırır, kendi bireysel eksikliklerine ve güçsüzlüklerine bakarak akıl yürütürler. İşte “bir şey olmaz” güvensizliğinin temelinde bu akıl yürütme vardır.
    İşçi için, çalışma yaşamı bir işkencedir. Sabahın köründe kalkıp işe giden, kısa molalar dışında uzun saatler boyunca bütün enerjisini tüketen, bu arada üstlerinin hakaretlerine ve haksız uygulamalarına maruz kalan, kendisiyle aynı ko­numdaki çalışanların ayak oyunlarıyla boğuşan, altındakilerin düzgün çalışmaması nedeniyle her an zor durumda kalabilecek olan biri için, işçilik, bir gurur kaynağı değil, mahkumiyettir. Piyangodan yüklü bir para çıksa işçi olarak çalışmaya devam etmek isteyecek kaç kişi çıkar? Bu nedenle “işçi sınıfı bilinci” kavramı önem taşır. Bu kavram sayıca fazla birey yığınlarını nitelikli bir topluluğa dönüştüren bir kavram. İşçi sınıfı bilincine ulaşamayan kişiler, sayıca fazla birey yığınlarını oluşturmaktan öte gidemiyorlar. Öyleyse bu her derde deva olacak, süper güç işçi sınıfını doğru tanımlamak için her defasında işçi sınıfı bilincinden bahsetmek, daha doğrusu “işçi sınıfı” yerine “bilinçli işçi sınıfı” terimini kullanmak doğru olacaktır.
    Gelişmiş ülkelerdeki kapitalist sistemden farklı olarak, ülkemizde icat edilen ahbap çavuş kapitalizmi; kapitalizmin, uyduruk bir çeşididir. Bu sistemde yargı bağımsız değildir, yönetimin güdümündedir. Liyakat yoktur, devlet liyakatli kişilerce yönetilmez, partizanlarca yönetilir. Devletle iş yapanlar karşılıklı çıkar paylaşımları içindedir o nedenle kayırma esası geçerlidir. Yolsuzlukları ortaya çıkaracak sistemler yoktur ya da zayıftır (Bakınız Sayıştay raporları).
    Burjuvazi ne şimdi ne de Osmanlıda, hiçbir zaman geniş ölçekli bir sanayi ve ticaret burjuvazisi düzeyine çıkamadı. Anadolu Kaplanları diye şişirilen bir bölüm esnafın, biraz daha üst düzey gelir elde etmesiyle sermaye sahibi olmasına dayalı bir esnaf burjuvazisi düzeyinde kaldı. Ya devletten aldığı işlerle geçinmeye çalıştı ya da devletin dediklerinin dışına çıkmamaya özen gösterdi. O nedenle burjuvazi, az sayıdaki istisnası dışında, bizde daha ileri bir demokrasi için, eğitimde bilime dayalı bir yapı kurulması için, yargının bağımsız olabilmesi için mücadele verecek bir bütünsel yaklaşıma ulaşamadı. Bunca yolsuzluklara, anayasanın rafa kaldırılmasına, temel hak ve özgürlüklerin yok edilmesine karşın TÜSİAD’ ın ve diğer kuruluşların sessiz kalması bu nedenledir.
    1960’lardan başlayarak güçlenir gibi görünen işçi sınıfı ise güç anlamında, son 30 yılda iyice geri gitti. Bir dönem sendikalar güçlenmişti, askeri darbelerin de etkisiyle güçlerini yitirdiler ve bir daha eski güçlerine kavuşamadılar. SGK kayıtlarına göre bugün Türkiye’de sendikalı işçi sayısı toplam işçi sayısının sadece yüzde 11’ ini oluşturuyor. Türkiye’ de sigortalı işçi sayısı toplam nüfusun ancak % 30.50 sini oluşturuyor.
    Türkiye’de tam anlamıyla var diyebileceğimiz grup maalesef “bilinçli işçi sınıfı” değil, küçük burjuvaların oluşturduğu gruptur. Küçük burjuvalar, gelirinin etkilenmemesi için birçok şeyden vazgeçebilecek eğilimdedir. Ne burjuvazi kadar güçlü ne de “bilinçli işçi sınıfı” kadar devrimcidir.
    İşçi sınıfını önümüzdeki günlerde gücünü test edeceği, zorlu mücadeleler vereceği günler bekliyor. Ekonomik kriz karşısında “bilinçli işçi sınıfının” oynayacağı rol her şeyi değiştirebilir. Çünkü bu ekonomik kriz, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçi sınıf ve tabakaların yaşamında büyük sorunlara yol açacaktır.
    Geçmişteki ekonomik krizlerde insanlar tüketici kredisi ve kredi kartı borcu içinde değillerdi. Ailedeki her kişinin elinde, her ay para ödenmesini gerektiren akıllı telefonlar yoktu. Tek veya asıl gelir kaynağı işyerinden aldığı ücret olan insanların sayısı ve nüfus içindeki oranı bu kadar yüksek değildi.
    Geçmişte ekonomik kriz olduğunda yan geliri olan insanların dayanma gücü daha fazlaydı. Yan gelirler iyice azaldı.
    Geçmişte insanlar arasındaki ilişkiler daha dostçaydı, dayanışma vardı, aile bağları güçlüydü.
    Kapitalizm, insanları bencilleştirdi; toplumun geleneksel dayanışma alışkanlıklarını tahrip etti. İnsanlar artık genellikle yalnız.
    İnsanlar, gelecekte elde edeceklerini umdukları gelirleri önceden harcayarak yaşam standartlarını epeyce yükselttiler. Şimdi birçok insanın birikiminin, borçla aldığı evi veya arabasının elinden alındığı, işsiz kaldığı bir süreç başladı. Gelir düzeyinin epeyce üstünde bir yaşam standardından geriye düşüşün toplumsal etkileri büyük olacaktır. Ayrıca, günümüzün insanı, örgün eğitim düzeyi ve bilgiye erişim olanaklarıyla, 10 yıl önceki insandan bile çok farklıdır.
    Bu koşullarda derinleşen büyük bir ekonomik krizin toplumsal ve siyasal etkileri de büyük olacağa benzemektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir