Cem Somel’in “Eşitlik Davası Üzerine” Yazısının Düşündürdükleri
Emek ve Adalet Platformu olarak Cem Somel’in Temmuz 2020’de yayınlanan “sosyal eşitlik mücadelesinde çözüp aşmak gereken bazı sorunları tartışmaya arz ettiği” yazısını gelen katkılarla birlikte yeni ufuklar açması temennisiyle dosyalaştırdık.
Bu tartışmaya dair değerli katkıların ilkini sunuyoruz.
Cem Somel hocamın eşitlikçilik üzerindeki dikkati ve duyarlılığı elbette ki çok önemli. Ancak bu dikkat ve duyarlılıktan kopmamak şartıyla, insani ve adil olanın bunu aşan yönlerinin de görmezlikten gelinmemesi gerekir. Sosyalist deneyimlerin uzun ömürlü olmaması, sair etkenler bir yana, belki de bu “biçimsel” eşitlik ideasının insanları yeterince tatmin etmemesiyle de ilgili olabilir.
Şöyle ki emeği salt sarf edilen emek olarak ölçmek, teraziyi doğru tutmamak, “altın” ile “demir”i eşitlemek anlamına gelir. Yani, bir hekimin emeği, hekim olmak için sarf ettiği onlarca yıllık emekle birlikte düşünülmelidir. Beri yandan aynı işi yapan iki kişinin ürettikleri emek (değer) de tam olarak hiçbir zaman aynı değildir. Dolayısıyla birikimi, yeteneği, beceriyi, çabayı, katkıyı göz önünde tutmayan bir ölçme, esas itibarıyla sorunludur ama son tahlilde bu tür ince ayar bir emek ölçümü mümkün ve “gerekli” olmadığı için, tabi biraz da “eşitlikçi” bir bakışın biçimsel de olsa etkisiyle, bundan sarfınazar edilir ve eşit işe eşit ücret verilir. Aslında ise bu işler, hiçbir zaman eşit değildir. Dolayısıyla burada da gizli bir haksızlık işlemektedir.
Bunun da ötesinde insanlar ve toplumlar arası zenginlik ve sınıf farkını ortaya çıkaran, çok da bu tür ücret farklılıkları değildir. “İyi düzenlenmiş bir toplum”, bu tür farklılıkları dengeleyebileceği gibi, buradan olumlu sonuçlar da çıkarabilir. Zira bu tür salt ücret farklılıklarına dayanan eşitsizliklerden sadece bir yaşama farkı ortaya çıkar ki, bunlar biraz da insanların bu konudaki müsamaha edilebilir tercihleriyle ilgilidir. Ve bu tür “küçük” ve “müsamaha edilebilir” farklılıklar, toplumun çeşitlenmesi ve biçimsel farksızlıkların aşılması açısından olumlu bile sayılabilir. Çeşitli baskılama biçimleriyle yaratılmaya çalışılan birörnek toplumlar, çoğu kez boğucu bile olur; tersinin de yıkıcı olabilmesi gibi.
Ama asıl toplumsal sorun olan sınıf farkları ve özellikle de kapitalizmin neşvünema bulduğu servetin temerküzü, emeğin hakça ölçüldüğü ve servetin adilane paylaşıldığı bir iktisadın yol açtığı farklılıklardan değil, imtiyazlara dayalı siyasetin kamu kaynaklarını belli kesimlere tahsisinden kaynaklanıyor olsa gerek. Zira arkasına siyasal gücü almamış olan hiçbir kapitalist güç olmadığı gibi, iktidarlar da çoğu kez doğrudan bu gücün güdümündedir. Dolayısıyla dikkatlerimizi asıl yoğunlaştırmamız gereken taraf, iktidarlarla şirketler arasındaki bu imtiyaz ilişkileridir. Yani toplumsal zenginliklerin yardakçı şirketlere peşkeş çekilmesi ve bunların da kendilerine sağlanan bu avantajları kendilerini besleyen iktidarları ayakta tutmaya hasretmeleridir.
Cem Somel hocamın da eleştirdiği Sovyet deneyimi ve şimdilerde Çin ise, kendisinin de işaret ettiği gibi, bu tür bir kapitalizmin doğrudan devlet sınıfında tecessüm etmiş halidir. “Devlet kapitalizmi” ya da devletin bir şirkete dönüştürülmesidir. Küba ise bu konuda, ayakta kalabilmesinin dışında, çok da olumlu bir örnek değildir.