Eşitlik Davası Üzerine

Bu yazıda sosyal eşitlik mücadelesinde çözüp aşmak gereken bazı sorunları tartışmaya arz ediyorum. Yararlı önerileri için arkadaşım Alpkan Birelma’ya teşekkür ederim.

Eşitsizlik geçmişten gelen toplumsal düzenin mirasıdır; kanımca aynı zamanda ahlaki tutumların sonucudur.

Karl Marx kapitalist toplumda ezilen işçi sınıfının menfaati gereği eşitlik özlediğini, bu nedenle geleceğin eşit adil toplumunu kuracak tarihî öznenin işçi sınıfı olduğunu öne sürdü. Eşitsizlikten mağdur olanların önünde sonunda eşitlik isteyeceğine ve bunda sebat edeceğine inanıyordu. 20. yüzyılda bu kanaat sosyalistler arasında yaygındı.

Eşitsizlikten mağdur olanların sosyal eşitliği gerçekleştireceğine güvenmek sorunlu. Bir kere eşitsizlikten mağdur olan herkes eşitlik istemiyor.  Ya eşitsizliğe zihninde bir gerekçe bulup razı oluyor; ya da mevcut düzende kendi maddi durumunu iyileştirip mağduriyetten kurtulmayı ümit ettiği için eşitlik talep etmiyor. İkinci sorun, mağdur kitleleri temsilen eşitliği şiar edinen siyasi hareketler iktidara geldikten sonra yöneticiler ülkülerine sırt çevirip kendi lehine eşitsizlik yaratabiliyor.

Eşitsizliğin Siyasi Dayanakları

Sosyal eşitsizliğin dayanaklarını incelediğimizde üç öğe ayırt edebiliriz.

Birincisi, egemenlerin maddi gücünü eşitsizliği idame etmekte kullanması (medya, eğitim, devlet üzerinde hâkimiyetini kullanması).

İkinci dayanak, eşitsizlikten mağdur olanlar (‘emekçiler’ diyelim) eşitlik istese dahi bu mağdur kesimlerin kendi çıkarlarını korumak için gerekli malumata vakıf olmaması; sistemi tahlil edememesi; alternatif bir düzen olabileceğini bilmemesi; dolayısı ile bilmeden egemenleri ve sosyal adaletsiz düzeni desteklemesi.

Sosyal eşitsizliğin üçüncü dayanağı insanların eşitsizliği bilerek, doğrudan tercih etmesi. Bu üçüncüsü ahlaki bir sorun. 

Birinci dayanak ile ikincisi arasında besbelli bağ var. Egemenler eğitim, medya, kültür üzerinde hâkimiyetini kullanarak emekçilerin sistemin işleyişini görmesini engellemekte, alternatif bir düzen olamayacağını telkin etmektedir.

Bu yazıda ikinci öğeyi (alternatif bir düzenin olabilirliği sorununu), ardından üçüncü öğeyi (ahlaki tercih sorununu) ele alacağım. Fakat önce 21. yüzyılda sosyalizmi savunanlara ayak bağı olan büyük soruna değinmek gerekiyor: 20. yüzyılda sosyalizm davasının uğradığı yenilgi. Sorunun özü eşitlikçi-dayanışmacı-paylaşmacı bir düzen kurulduktan sonra iktidarı kullananların tekrar tabakalaşmasını, egemen sınıfa dönüşmesini nasıl önleyebiliriz? 

Tekrar Tabakalaşmayı Önleme Sorunu

‘İlkel’ denilen toplumlarda sosyal eşitlik görülüyor. Eşitsizliği medeniyet üretiyor. Medeniyetler tarihinde epey eşitlikçi kalkışma olmuş. Bahreyn’de Karmatiler, Şeyh Bedreddin hareketi, Paris Komünü, Rus Devrimi, Çin Devrimi, Küba Devrimi sayılabilir. Bazısı hemen bastırılmış, bazısı bir süre başarılı olmuş.  20. yüzyılda Rus Devrimi ve Çin Devrimi hüsranla sona erdi. Rusya’da ve Çin’de eşitlik hedefiyle birer düzen kurulduktan sonra komünistler zamanla bizzat egemen sınıfa dönüştü; sosyalizme yönelim tersyüz edildi. Buna mukabil Küba’da sosyalist düzen sağlam duruyor; önemli bir istisna teşkil ediyor.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde toplumsal sınıfların ortaya çıkışı üzerine bir çalışma yaptım, Sovyet Komünist Partisi’nin eşitlikten nasıl saptığını araştırdım. 2017’de Birikim dergisinde yayımlandı. Rusya’da eşitlikçi bir düzen inşa idealiyle 1917’de yeni bir devlet kurulduktan sonra hangi politikalarla bu hedeften uzaklaşıldığını, sosyal tabakalaşmaya nasıl Marx’ın fikirlerinde gerekçeler bulunduğunu inceledim. Kanımca SSCB’de sınıf oluşumu tecrübesine bakıp biraz tefekkür edince şu sonuçlar çıkıyor.

Çalışan bir insanın harcadığı emeğin değerini ölçmek için, topluma katkısına maddi bir değer biçmek için hiçbir nesnel dayanak yoktur. Mevcut kapitalist düzende tıp profesörlerinin aylık geliri konfeksiyon işçi gelirlerinin (sözgelimi) 10 katı ise, bunun sebebi profesörlerin sayıca az, işçilerin sayıca çok olmasıdır (iki meslekte arz-talep dengesindeki farktır) ve iki grubun örgütlü mücadele gücündeki farktır (sınıf mücadelesinde güç farkıdır). Bunların arasında gelir farkının başka bir sebebi yoktur. Tıp profesörüyle konfeksiyon işçisinin refah farkının bunların emeğinin değeriyle, topluma yaptıkları katkıyla hiçbir alakası yoktur, çünkü böyle bir şey ölçülemez. 

Onun için insanların vasıflı olup olmadığına göre, eğitimli olup olmadığına göre, yaptığı işin niteliğine göre, makamının yüksek veya alçak olmasına göre farklı gelir kazanmalarına hiçbir makul gerekçe olamaz. İnsanların emeğine mesleğine, öğrenimine vs. göre farklı değerler biçmek, eşitsizliğe kılıf uydurmaktır.

SSCB’de resmi ideolojiye göre farklı mesleklerde çalışanların emeğinin değeri farklı idi. Bu görüşe dayanarak Sovyet yöneticileri, gelirleri farklılaştırma politikasını Sovyet işçilerine kabul ettirdi. SSCB’de sınıf oluşumunun bir yönü bu idi.

Sovyetlerde sınıflaşmada kullanılan bir araç daha vardı. SSCB’de komünistler sosyal eşitliğin gerçekleşmesini tarihsel ilerleme, teknolojik gelişme, ekonomide bolluk olması gibi şartlara bağladı. Oysaki sosyal eşitliğin tarihin aşamalarıyla, teknolojinin seviyesiyle, bollukla-kıtlıkla alakası yoktur. Geçmişte sosyal eşitlik mücadelelerindeki yenilgilerin nedeni sosyal eşitliğin ‘vaktinin gelmemesi,’ teknolojinin geriliği vs. değildi. Yenilgilerin nedeni eşitlik için mücadele edenlerin iyi örgütlenememesi, hatalar yapması idi. Yenilgiler mukadder değildi.  Her çağda, her toplumda hasıla -ne ise- adilane paylaşılabilir, ya da çarpık dağıtılabilir. Bugün Küba maddi bolluk diyarı değil; ama refah paylaşımında, eğitim ve sağlık göstergelerinde parmakla gösterilen bir ülke.

Kıssadan hisse: Eşitlikçi düzen kurma iddiasıyla iktidara gelenlerin farklı emeğe farklı değer biçme veya üretimi artırma gibi gerekçelerle sosyal eşitlik hedefinden yan çizmesine fırsat vermemek lazım.

Eşitlikçi Bir Düzen Olabilir mi?

Bazıları eşitlik istese dahi bunu olanaksız sanmakta, bu nedenle eşitsiz düzene rıza göstermektedir. Sosyal eşitlikçi bir düzen mümkün müdür?

Sosyal eşitsizlikte temel meselenin özel mülkiyet olduğu malum: Eşitsizliğin önemli bir sebebi toprakların, doğal kaynakların, büyük üretim araçlarının (sanayide, tarımda, madencilikte, hizmetlerde büyük firmaların, tesislerin) mülkiyetinin çoğunun küçük bir grubun elinde toplanmış olmasıdır. Onun için eşitliği-paylaşmayı-dayanışmayı hedef alan bir toplumsal düzende toprak, doğal kaynaklar, büyük üretim tesisleri üzerindeki mülkiyetin ortak kontrole geçmesi; kooperatiflere, yerel yönetimlere veya merkezi yönetime geçmesi gerektiği açık. 

Sovyet ve Çin tecrübesi üretim araçları üzerinde kamu mülkiyetinin sosyal eşitliği garantilemediğini gösterdi. Bu nedenle doğal kaynakların ve büyük üretim araçlarının kamulaştırılması eşitlikçi bir dönüşüme yetmez, ama onun için mutlaka gereklidir.

Mülkiyetin el değiştirmesiyle küçük bir grupta servet birikmesinin kaynağı olan mülk gelir türleri (faiz, kira, temettü) ortadan kalkar. Millî gelirden kamu harcamaları ve yatırımlar için pay ayırdıktan sonra kalanını nüfusa mümkün mertebe eşit dağıtmak mümkün olur. Örneğin ailede birey sayısını göz önüne alarak, aileler arasında gelir eşitliği hedeflenebilir.

Mülkiyet tartışmaya açılınca kapitalizmden mağdur olan ama küçük mülkü olan emekçiler endişelenebilir. Dükkânım ne olacak? Tarlam ne olacak? Gecekondum ne olacak? Sosyal eşitliği hedef alan siyasi bir hareketin kamulaştıracağı büyük servetlerdir; fakat bu ‘büyük’ kelimesinin ne anlama geldiği muğlak bırakılamaz; küçük üreticileri koruma ilkelerini saptamak gerekir.

Kapitalizmin belirsiz bulanık ortamında küçük mülk sahiplerinin gözünde mülkleri işsizlik ve beklenmedik sağlık harcamaları gibi sıkıntılara karşı bir güvencedir. Ne var ki devlet tam istihdamı sağlama ilkesini uygularsa işsizlik ortadan kalkacaktır; devlet paylaşmacı bir gelir dağıtım politikası uygularsa ekonomide ne olursa olsun kimsenin aç kalmaması gerekir. Kamu hizmetlerinden eşitçe yararlanma ilkesi gerçekleştirilirse kimsenin çocuklarını okutma sorunu, ‘iyi okula gönderme’ sorunu olmaz; kimsenin hastalık hâli için ihtiyaten kişisel tasarruf biriktirmesi gerekmez.

Kapitalizmde sosyal güvenlik kurumları özel sigorta gibi işler. Eşitlikçi bir düzende bütün kamu ekonomisi bir sosyal güvenlik kurumuna dönüşür.

Bu hedefler elbette kısa zamanda gerçekleşemez, bunları hedefleyen bir partinin kademe kademe nasıl ilerleyeceğini, dönüşüm sürecini nasıl yöneteceğini tasarlaması gerekir.

Eşitsiz düzeni savunan egemenler sosyal adaletsizlik ile özel mülkiyet arasındaki bağlantıyı inkâr etmez. Onların savı, adil bir toplumsal düzenin insanın fıtratına aykırı olduğu, sürdürülemeyip çökeceğidir. Bunu da birkaç iddia hâlinde öne sürerler.

Bir kere liberaller bir toplumda paylaşma-dayanışma-eşitlik olduğunda insanlarda çalışma şevkinin zayıflayacağını öne sürer. Egemen ideoloji kişinin çalışması için mutlaka maddi mükafatla güdülenmesi gerektiğini, bunun insan tabiatı gereği olduğunu iddia eder. Hatta insanları çok çalışmağa güdüleyen en iyi etmenin işsiz kalma korkusu olduğuna inanırlar. Bunlar doğru olabilir mi?

Ulusal bağımsızlık, inanç gibi değerler uğruna büyük fedakârlıklar yapabilen, hatta canını feda edebilen insanoğlunun gündelik hayatta görevini sıdk ile yapması için onu mutlaka maddi mükafatla güdülemek gerektiğini kabul etmek zor. Refahın eşitlendiği, işsizliğin olmadığı bir düzende, insanların maddi yaptırımla karşılaşmayacağı için işini savsaklayıp savsaklamaması bir çalışma etiği, çalışma kültürü meselesidir. Çalışma etiğinin, görev bilincinin kökleştiği bir toplumda savsaklama eğilimlerini çevrenin baskısı düzeltir.  

Bu konu müşevvik (güdüleyici) kavramı çerçevesinde 1960’lı, 1970’li yıllarda Sovyet, Çinli, Kübalı komünistler arasında tartışıldı. O dönemde Sovyetler’de egemen sınıfa dönüşmekte olan yöneticiler Sovyet işçilerini çok çalışmağa teşvik etmek için maddi müşevviklere (ücrete ilave vs. gibi yöntemlere) ağırlık verdi. Buna karşılık Çinliler ve Kübalılar manevi ödüllendirmeyi tercih etti; fedakârca çalışanları ülke çapında tanıtıp örnek göstererek şereflendirmek gibi uygulamalara ağırlık verdiler.

Sovyet yöneticilerin maddi güdüleyici tercihinde muhtemelen ekonomide büyüme göstergelerinde ABD’yi geçmek istemesi etkili oldu. Böyle bir hedefin, böyle bir üretim yarışının eşitlikle, sosyalizme ilgisi yoktu. 

Eşitlikçi bir toplumsal düzende insanların kapitalist iş yerlerinde işçilerin çalıştırıldığı gibi yoğun çalışması zaten öngörülmez. 

Egemen sınıf sözcüleri sosyal eşitlik ülküsüne başka bir cenahtan da saldırır.  Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Avrupa’daki sosyalist etiketli devletlerin kötü deneyimlerini örnek göstererek ortak mülkiyet olan varlıkların mutlaka kötü yönetileceğini, talan edileceğini iddia ederler. Bunu söyleye söyleye zihinlere yerleştirdiler. Oysaki tarihte de günümüzde de gerek sosyalist denilen ülkelerde gerek kapitalist ülkelerde kamu işletmelerinin yöneticilerce toplum adına özenle, başarıyla yönetildiğine pek çok örnek var. Kamu varlıklarının mutlaka suistimal edildiği doğru değildir.

Ortak mülklerin özenle yönetilip yönetilmemesi de bir kültür meselesi; toplumun kamu yönetim kültüründe düğümleniyor. “Tüyü bitmedik yetimin hakkı” üstüne titreme meselesi. Hazret-i Ömer’in mesai bitiminde devlet geliriyle satın alınmış mumu söndürüp kendi satın aldığı mumu yakmasıyla örneklendirilecek anlayışla ilgili. Rahmetli babam Türkiye’de 1950’li yıllarda bir bakan karısının, kocasının makam arabasıyla bir yere gittiğinin görülmesi üzerine kopan fırtınada bakanın istifa etmeğe mecbur kaldığını anlatmıştı… O noktadan 1980’li yıllarda (bir siyasetçinin ifadesiyle) “Benim memurum işini bilir” anlayışına geldik. Mesele bu menfi düşünceyi bertaraf ederek toplumda bu konuda tekrar hassasiyet oluşturmak, hassasiyeti geliştirmek. 

Ortak mülkiyeti sadakatle yönetme kültürünü geliştirmeyi acil kılan başka bir neden daha var. Kapitalist üretim ve tüketim, toprakların betini bereketini bitirmekte, denizlerde canlıları tüketmekte, atmosferin gaz bileşimini bozarak iklim değişmesine sebep olmaktadır. Bu sorunlar toprakta özel mülkiyeti koruyarak, denizleri parselleyip özel mülke dönüştürerek, atmosferi kirletme hakkını satarak çözülemez. (Zararlı gaz salımını azaltmak için şirketlere havayı kirletme hakları satmak ciddi ciddi önerilmektedir!)  

İnsanlığın bu dünyanın canlı-cansız kaynaklarını koruyup bir emanet olarak yönetebilmesi için ortak varlıkları özel mülke dönüştürmek değil, bilakis yeryüzünde parsel parsel özel mülke dönüştürülmüş nimetleri kamulaştırmak gerekir.

Bunlar eşitlikçi bir düzenin beka ve hayatiyet şartları bağlamında tartışılması gereken sorular. 

Ahlaki Tercih Sorunu

Adaletsiz düzenin kaymağını yeme konumunda olmamasına rağmen eşitsizliği tercih edenlere gelelim. Bu tercih, sosyal eşitliği insani bir ihtiyaç olarak görerek toplumun bu hedefi benimsemesini isteyen kişiler açısından temel bir sorun. Soruyu genelleyerek “İnsanların çoğunu eşitlik ülküsüne nasıl kazanabiliriz” şeklinde sorabiliriz.   

Eşitlik arzulayanlardan pek çok kişi insanları eşitlik ülküsüne dinî duygularına hitap ederek kazanmayı ümit ediyor.

Gel gör ki dinlerde tefsir ihtilafları oluyor. Uygulamalara bakınca İslam dâhil büyük dinlere mensup inananlar arasında dünyevi nimetleri paylaşıp paylaşmama konusunda çok farklı görüşler ortaya çıkıyor. Her ülkede egemen sınıf da dini, adaletsiz düzene payanda olarak kullanmanın yolunu buluyor.  Birey olarak dinî duygulara hitap ederek dindar insanları sosyal eşitlik ülküsüne çağırmak elbette mümkündür ve kısmen etkili olabilir. Fakat eşitliği ilke edinen bir siyasi hareketin çağrısını esas itibariyle dinî ilkelere dayaması sorunlu görünüyor. Tefsir meseleleri bir yana, her toplumda farklı dinlere mensup insanlar oluyor. Ayrıca eşitliğe çağrıda dindar olmayan insanlara da hitap etmek gerekir.

Alternatif, tüm insanlara hitap eden genel bir akıl yürütme olabilir. İnsanları kendi varoluşlarını sorgulamağa davet etmek olabilir. Belki insan kendi varoluşundaki tesadüfi boyutu fark eder ise; yararlandığı avantajların büyük ölçüde doğduğu ortamın sonucu olduğunu; mağdur olan insanların da (tesadüfen) doğdukları ortamın kurbanı olduğunu idrak eder ise belki kendini sistemden mağdur insanlarla hemhâl görebilir, onlarla dayanışmaya yönelebilir. 

Başkalarıyla hâldaş olmak kimlik ayırımcılığı yapma eğiliminden de sıyrılmak demektir. Birçokları şahit olduğu sosyal haksızlıkları mağdurların kimliğine dair önyargılar oluşturarak içine sindiriyor.

Velhasıl eşitliğin ahlaki boyutlarına zihin yormak gerektiği anlaşılıyor. Eşitlikçi bir hareketin, egemenlerin sömürme-söğüşleme yöntemlerini teşhir edip alternatif bir toplum düzeni inşa edilebileceğini anlatma faaliyetini yürütürken, eşitlik için ahlak ve kültür sorunlarını da herhâlde ihmal etmemesi gerekir.

Bitirirken

Sermaye-servet sahipleri dünyada hiçbir ülkede eşitlikçi-dayanışmacı-paylaşmacı bir düzen kurulmasını istemez. 20. yüzyılda tek tek ülkelerde bu yönde girişimleri kapitalist devletler daima bastırmağa ve batırmağa çalışmıştır.  Onun için böyle bir girişimde bulunanların en azından Küba’nın maruz kaldığına benzer iktisadi ambargolara hazır olması gerekir. 

Eşitlikçi-dayanışmacı-paylaşmacı politikalar uygulanan bir ülkede, yabancı yatırımlarla ve dış kredilerle döviz sağlayarak dış ticaret açığı verip lüks ithal malları tüketmek mümkün olmaz. Kapitalist dünyada bir ülkede sosyal adil bir düzen kurmanın elbette bir bedeli olur. Bu bedel özellikle orta sınıftan insanlarda tereddüt uyandırır. Eşitlik bu bedele değer mi, diye düşünürler.  Seçeneklerden biri sosyal adaletsiz, acımasız, maneviyatsız, dünyayı tahrip eden kapitalist düzendir. Öteki seçenek kimsenin işsiz kalmaktan, aç kalmaktan korkmadığı; kimsenin çocuklarını okutma endişesi duymadığı, herkesin aynı sağlık hizmetlerinden yararlandığı; refahın eşitçe paylaşıldığı huzurlu bir toplumdur. Bu ikisi dışında bir seçenek, üçüncü bir yol yoktur.

Covid-19 salgınında kapitalist toplumlarda zaten mevcut olan sınıflar arası eşitsizlikler korkunç boyutlara vardı. Hastalığa yakalananlar büyük oranda iş yerlerinde yanaşık düzen çalışmağa mecbur olan işçiler; iyi beslenemediğinden bünyesi zayıf olan yoksullar; nüfus yoğunluğu yüksek mahallelerde ikamet eden emekçiler. Beri yandan uzaktan öğretim uygulaması ailesi fakir öğrencilerin öğrenime devam etme olanaklarını daraltmaktadır.

Devletlerin hastalığın yayılmasını önlemek için aldıkları sağlık tedbirleri vicdana uygun, fakat kapitalizmin mantığına aykırıdır. Bazı devletlerin işsizlerin aç kalmaması için aldıkları yardım tedbirleri vicdanidir ama kapitalizmin mantığına aykırıdır. Kapitalist devletler, sistemin mantığını çok zorlayamaz. Politikalarda öncelik sermaye birikiminin devamındadır.

Otel, lokanta, ulaştırma, eğlence gibi sektörlerdeki istihdam kaybının ve birikim kaybının kalıcı olduğu bellidir. İşsizlerin artması, başka sektörlerde büyük firmaların işçilerini daha düşük ücrete daha kötü şartlarda çalışmağa mecbur edebilmesi için ideal şartları oluşturmaktadır. Kapitalist devletlerin işsizlere, pazarlık gücü dengesindeki bozulmayı durduracak ölçüde yardım dağıtması beklenmez. Öte yandan küçük işletmelerin iflası, gayrimenkullerin büyük servet sahiplerinde toplanmasını hızlandıracaktır. İş hacminin eski seviyeye dönmeyeceği belli olan sektörlerde küçük işletmecilere kredi vermek, bunların mülklerinin büyük sermayeye aktarılma sürecini olsa olsa biraz uzatır. 

Covid-19 salgını muhtemelen 2021’de kapitalizmin adaletsizliğini daha da bariz hâle getirecektir. Salgında insanlığın eşitliğe, paylaşmaya, dayanışmaya ihtiyacı daha da acil hâle gelmektedir.


*Öne çıkan görsel Meksikalı sanatçı Daniel Manrique Arias’ın Chicago’daki elektrik işçileri sendika binasının dışına yaptığı bir duvar resmidir.

2 Responses

  1. umut dedi ki:

    Kıymetli Cem Somel’e iletilmesi ricasıyla…
    Âyet meallerini gözden geçirdiğimizde (farklı 36 meal üzerinden) bir örnek vereyim:
    “Mim-kef-nun” kökünden türemiş “mekkene” vb. kelimeleri, mealcilerin çoğunluğu “mekân vermek, mekâna yerleştirmek” ve azınlığı “imkân vermek” olarak çeviriyor. Tafsilâta girmeksizin, sadece bir “fikir çağrışımı” sunacağım:
    Toplum zihnini “mekân” kavramından doğan paradigmalarla besleyince “dünyada mekân” dua olur, gayrimenkul nimet olur;
    buna mukabil, “imkân” kavramına ağırlık verilirse “mümkinât / possibilities” tefekkür konusu olur, ‘tekâmül’ hedef olur, “imkânlar nazariyesi” tez olur…
    Ne dersiniz; bu yaklaşımda ‘ekmek’ var mı acaba?
    Sevgi, saygı ve şükranla…
    Umut

    • cem somel dedi ki:

      Umut Bey,
      Teşekkür ederim. Anladığım, eşitliğe davet için güzel bir kavramsal öneri yapıyorsunuz. Olabilir.
      Herhâlde “mekân vermek”, “mekâna yerleştirmek”, gayrimenkul mülkiyeti vermekle aynı anlama gelmiyor. Mülkiyette alıp satma, tevarüs, hatta tahrip etme hakkı var.
      İlginiz için teşekkür ederim.
      Selam ve saygılarımla,
      Cem

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir