Minareler Süngü

Minareler süngü

Kubbeler miğfer

Camiler kışlamız

Müminler asker

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın hapse girme gerekçesini teşkil eden Ziya Gökalp’in bu şiirini bugünden okumak insana süngü, miğfer ve kışla kılınan camileri hatırlatıp kendince bir hüzün veriyor. İdeal bir geçmiş olmadığını ve caminin belki de hep siyasi bir simge olarak var olduğunu peşinen kabul ediyorum. Geçen yıllar bu hüzne öfkeden de bir şeyler kattı. Bu hüznü bu öfkeye katık edenler arasında, geçtiğimiz günlerde, “aslında yeryüzünün mescit olduğu” yönünde mevcut camilerin değerini yok sayan beyanlar dolaştı.

Camiler iktidar eleştirisinin bir parçası olarak Çamlıca Camii, Taksim Camii, Kirazlıtepe Camii, hoparlörlerin yüksek sesleri gibi çeşitli vesilelerle gündemimize dahil oldu. Bu vakaların hepsinde cami bir hakimiyetin tesisinin simgesi, mücessem ifadesi olarak mevcut bulundu. Verilen tepkiler de devlete, millete ve dine yönelik değişen tavırların sonucu olarak zaman içinde farklı hallere büründü.

Yeryüzünün mescit olduğu düşüncesi hakikatte Hz. İbrahim’in müminlerle diğerleri arasına sınır çeken teberrisini[1] de anımsatan bir tavrı hatırlatır. Hem yanlış karışmış bütün her şeyi elinin tersiyle itmekte hem de doğru bildiğinin arkasından “siz hepinizsiniz ben tek” diyerek gitmektedir. Bununla birlikte püriten bir tavra sahip olan bu düşünce, her ne kadar insanda saygı uyandırmaya meyyal olsa da toplumun gerçeklerini es geçen toptancı bir tavrı da taşımaktadır. Toplumun gerçekleri lafını etmişken toplumun her yaptığını onaylar şekilde baş sallamayı salık veren bir tavrı önerecek değilim. Toplumun gerçekleri derken toplumun iyi-kötü arasında ideal pozisyonlardan birinde bulunmamasını kast ediyorum. Toplumu soyut bir düzlemde ele aldığımızda onu ideal olarak iyi ya da kötü bir biçimde değerlendirme eğilimine girebiliriz. Bunun panzehirlerinden birisi de toplumla iç içe yaşamak ya da bir örgütlenme sürecinin içinde bulunmaktır. İnsanları ikna etmek ve diğer insanlarla müzakere ederek ortak bir karara varmaya çalışmak ideal toplum tasarılarını biraz daha yere indirip daha realist düşünme yönünde katkı sağlar. Hiçbir şey toptan kötüden toptan iyiye anında geçemez ya da bu iki ucu temsil edemez. İnsan iki sınır arasında gelgitlerle yaşar. Hz. Muhammed dahil yeryüzünde bir şeyleri daha adil kılmaya çalışan her kimse sözünü yumuşatmak ve karşıdakinin alacağı şekilde vermek durumunda kalmıştır. Kur’an insanlara hatırlatıcı ve öğüt verici olarak inmiştir. Bu manada püriten anlayışın eleştirisini başka bir bahse bırakıp cami meselesinden devam edelim.

Son yaşanan cami vakası da geçmişte yapmakta olduğumuz bir tartışmanın devamının getirilmesi anlamında önem taşıyor. Geçtiğimiz yıllarda camide tecessüm eden dinin, Müslüman kimliğe sahip kişilerin ele geçirdiği devletin ve ezilmekten çıkan Müslüman milletin konumlarında değişimler yaşanmıştır. Bu değişimler de din, devlet ve milletin bizim için taşıdığı anlamlarda değişikliklere yol açmıştır.

Devlet Türkiye Müslümanları arasında çoğunlukla kutsallık halesi taşıyan bir konuma sahipti. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın borçlarını devraldığı gibi onun kutsallık halesini de tevarüs etmişti. Bununla birlikte devletin İslam karşısında sekülerliği devlet dini olarak kabulü, halkta can sıkıntılarına yol açmış ve bunlar hepimizin bildiği gibi Şeyh Said İsyanı gibi ayaklanmalar yanında seçimlerdeki saflanmalarda kendini göstermişti. Devlete yönelik topyekün bir ret, Cumhuriyet tarihi Müslümanları için çoğu zaman marjinal kalsa da 90’larda beliren temalardan birisiydi. Durumdan rahatsız olan ve değişim isteyen İslamcı hareketler İslam devrimi yapma, hicret etme, siyasete girerek sistemi yavaştan değiştirme gibi çeşitli seçeneklere yöneldiler. 28 Şubat sonrasının toptan redde bol imkan tanıyan atmosferinde tedrici yaklaşımın Milli Görüş partilerinden daha farklı bir versiyonunu deneyecek Akp ortaya çıktı. Ak Parti’ye ilk dönemlerinde çoğu -görece- radikal Müslüman şüpheyle bakıyordu. Bunun sebebi olarak hem Ak Parti’nin Milli Görüş partilerinden farklı bir söylem benimsemesi, kadronun farklılaşması ve halen meşruiyetini sürdürmekte olan asli İslamcı siyasi kanadın/partinin yaşıyor oluşu gösterilebilir. Süreç içerisinde Ak Parti türlü çatışmalar sonucunda, karşıtlarını birer birer tasfiye ederek devleti ele geçirdi. Her tasfiyenin bir koalisyonu gerektirmesi gibi bugün de Ak Parti çeşitli koalisyonlarla birlikte tasfiyeye devam ediyor olsa da görünen asli konumu onlar işgal ediyor.

Bu süreçte ilgili püriten tepkiyi veren eleştirel Müslümanlar, duygusal olarak kendi cemaatlerinden koptular. Devleti dar’ul harb olarak görenler arasında devleti ele geçirenlerin onu çeşitli simgesel yollarla dönüştürmesi, devletin hep bekledikleri ideal hale geldiğine dönük bir algı oluşturdu. Başyücelik makamı tesis olunmuştu, her şey tamamdı. Bu süreç var olan eleştirilerin de gömülmesi sonucunu ortaya çıkardı. Devlete yönelik eleştiriyi eleştirel Müslümanlar devam ettirdi ama onların eleştirileri de eskiden beri var olan bir eleştirinin devamı olarak görülmek yerine yeni, nevzuhur bir durum olarak görüldü. Bunda İslamcılığın aktarılan mirasını eleştirel İslamcılardansa iktidardakilerin almış olması, böyle bir görüntünün oluşması etkin olmuş olabilir.[2] Metin Yüksel’in şehadetini İnşa Kültür Evi’nde anma gibi hafızayı geri almaya dönük sembolik hamleler gerçekleştirilmiş olsa da nevzuhurluk görüntüsü kırılamadı. Dahası eleştirel Müslüman, bu klasik mirastan çok daha ötelere giderek daha evrenselci bir yere savruldu. Bu evrensel konumun ortaya çıkardığı tehlike (otomatik olarak kötü bir şey olmayabilir) yeryüzünü mescit kılma düşüncesinin yanında kıbleyi de yitirme tehlikesiydi.

Milletin konumuna gelince, A. Erkilet hocanın da tartıştığı bir mesele olarak halkın konumu İslamcıların kafasını karıştıran meselelerden birisiydi. Cumhuriyetin ilk devirlerinden itibaren İslam’ın artık hakim değer olmadığı bir toplumda yaşayan bu insanlara ne yapmak gerektiğine ilişkin çeşitli cevaplar ortaya çıktı. Mesela Said-i Nursi imanların gittiğini görüp topyekün bir iman mücadelesine çağırıyordu. Kimileri için halk çoktan cahiliye insanı olmuş, tebliğ bekler hale gelmişti. Bu manada bazıları halkın dinini seküler kalburüstülerin dinsizliğine karşıt olarak konumlandırıp onun yanında saf tuttu, bazıları da seküler elite karşı konumlanırken halkı da karşısına aldı. Yanlış hatırlamıyorsam A. Erkilet İslamcıların halka yönelik iki tavrı arasına sınır çekmişti: Mısır gibi ülkelerde yaşayan kimilerinin İslami bilince erince ilk yaptıkları çevresindeki diğer insanları tekfir etmek oluyorken İran’daki İslamcılar “mazlumun dini sorulmaz” tavrını benimsiyordu. Erkilet, İran’da devrimin başarılmasının sebepleri arasında bunu da sayıyordu. Yine hatırladığım kadarıyla M. Göktaş cami cemaatiyle radikal İslamcıların aralarındaki kopukluğu ele alıyor ve caminin içine girip insanlarla iletişim kurmaya başlamalarından sonra insanların “davaya” olan bakışlarının değiştiğini belirtiyordu. Hz. Peygamber’in hiç fakir fukara bir müşriğe kötü davranmadığını, putunu yere atıp kırmadığını, daima kodamanların en büyük putunu hedef aldığını söylüyordu.

Bu tartışmada cami cemaati aslında bizim uzak düştüğümüz ama derdimizi anlatabileceğimiz, yanımızdaki yöremizdeki insanlar oluyordu. Bununla birlikte asli özne olan devleti İslamcıların ele geçirmesiyle birlikte eleştirel Müslümanlarla halk arasındaki ayrım açılmaya başladı. Salih amelle ezilenlerin yanında olmayı eşleştiren anlayış artık Müslüman kimliğiyle öne çıkan halkın zulüm görmemesi, hatta iktidarda olmasıyla birlikte dikkatini devrin ezilenlerine kaydırdı. Bu dikkat kaymasının iki olumsuz sonucu vardı. Öncelikle kendini savunmayan, dışarıya yönelmiş Müslümanlar kendi kardeşlerini de bu insanların yanında konumlanmaya çağırıyordu. Ama Müslümanların seküler devlet yapısıyla olan kavgasının sürüyor olmasına odaklanmış olan bu kardeşler için kendi hatalarına bakış atmak oldukça zordu. İkincisi, dikkatlerini kendi zalimliklerine yönelterek yaptıkları özeleştiri ve duygusal kopuş, eleştirel Müslümanların kimliklerinde de kaymalara neden oldu. Bu hal ve şart altında eleştirel Müslümanlar olarak kendimizi Müslüman, karşıtlarımızı daha az Müslüman olarak görmenin, ya da hakikati bizim temsil ettiğimizi iddia etmenin temel yolu artık Ferid Esack gibi iman ve küfrün sabit değerler olmadığı ama sürekli olarak artıp azaldığı ve temel olarak zulümle ilişkili olduğu düşüncesine yol almaktı. Bu da Müslümanlığı büyük oranda dini içeriğinden soyutlayıp iyi davranışlara indirgeyen ve ibadetin değerini azaltan bir anlayışa götürdü. İbadetin yok olmasıyla birlikte Müslümanlığın şekilsel özelliklerini de yavaştan yitirmiştik. Bu yitiriş bir anlamda önemsizdi, çünkü şekilsel ibadetlerin, ritüellerin, nüsukun çok daha yücesinde olan adalet mücadelesini yürütmeye çalışıyorduk. Bu süreçte kendi cemaatimizden duygusal olarak kopmak onu dönüştürme kapasitemizi de etkiledi. Oysa biz Türk Sünnilerin karşısında değil, aralarında olarak onları dönüştürebilirdik. Karşıtlığımız iktidara olsa da onu destekleyenlerden de uzaklaştık, asli ezilme kategorisini iktidarın halihazırda ezdiği insanlar olarak tanımlayarak kendi ezilen halkımızdan da koptuk.

Bu manada yaptığımızın kötü bir şey olduğu kanaatinde değilim. Nihayetinde günah işleyen halkı yermek de salih amelin doğasında var. Yine de tüm bu süreçlerin sonuçları oluyor.

Caminin temsil ettiği, yaşandığı şekliyle din, tüm bu süreçler sonunda bizim için arada göndermede bulunduğumuz, ortak sembollerine karşımızdakini etkilemek için başvurduğumuz bir malzeme çantası haline geldi, gelme tehlikesi altında.


[1] Mümtehine Suresi Ayet 4: İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Onlar milletlerine şöyle demişlerdi: “Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız; sizin dininizi inkar ediyoruz; bizimle sizin aranızda yalnız Allah’a inanmanıza kadar ebedi düşmanlık ve öfke başgöstermiştir.” (Diyanet Meali)

[2] Yazıda Müslümanlar, Müslüman halk, İslamcılar, radikaller, eleştirel Müslümanlar gibi tanımlanmamış ve birbirine karışma tehlikesi gösteren çeşitli kategori isimleri geçiyor. İslamcı hareketin ya da İslamcı entelektüellerin düşündükleri ve tartıştıklarını halka mal etmek ve bu sebeple eskiden var olan bir eleştirinin bugün var olmadığını düşünmek düşülmesi kolay bir hata. Buna sebep olabilecek bir etken Ak Parti’nin özellikle de çeşitli çatışma süreçleri sonucunda çeşitli renkleriyle İslamcıları ve Müslüman halkın çok büyük bir kısmını konsolide etmesidir. Bununla birlikte bu muğlak isimlerin taalluk ettikleri gruplara dair muğlak da olsa bir işaret taşıyacağı ümidine sahibim.  

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir