Suriyeli Mülteciler, Türkiye ve AB
Türkiye, Uluslararası Göç ve Hak Savunuculuğu Atölyesinin 3. haftasında Deniz Ş. Sert ile birlikte Türkiye ve AB Geri Kabul Anlaşması üzerine konuştuk. Sert, göçe dair iki genel algıyı kırmaya çalışarak başladı. Oransal olarak bakıldığında dünyadaki göçmenlerin dünya nüfusunun %4’ünü geçmediğinin altını çizerek, popülist söylemlerin aksine dünyadaki göçmen sayısının gerçekte panik oluşturacak kadar yüksek olmadığını; bunun eleştirel yaklaşmamız gereken bir durum olduğunu gözden kaçırmamamız gerektiğini belirtti.
Odaklandığı ikinci nokta ise dünyanın küreselleşmesi, sınırların daralması ve ülkeler arasında rahatça ulaşım fenomenlerinin insanların çok küçük bir kesimi için geçerli olduğu idi. Sonuçta, dünya ne kadar küreselleşse de bir kişinin gidebileceği ülkelerin, vatandaşı olunan ülke pasaportuna göre değişen bir eşitsizlik içerisinde ele alınması gerektiğini hatırlattı.
Sert, konuşmasına geri kabul anlaşmasını ile devam etti:
“Geri Kabul Anlaşması bir ülke için o ülkede kalma şartlarını taşımayan ya da bu şartları kaybetmiş olan yabancı ülke vatandaşlarının vatandaşı oldukları ülkeye gönderilmelerini düzenler. Bunlar, ülkeye düzensiz yollardan giriş yapmış ya da vize süresi dolmuş kişiler olabilir. Bu anlaşmanın önemi ise yasalarla düzenlenmiş olması ve AB’nin özellikle de düzensiz göçle ilgili dış göç politikalarının bir parçası olmasıdır.
Örnek olarak, Türkiye-Yunanistan geri kabul anlaşmasına bakarsak sorunları a) Coğrafi konum, b) Devletler ve göçmenler arasındaki bilgi paylaşımı, c) Düzenli ve düzensiz göçmen olmanın arasındaki ince çizgi ve d) Ülkelerin sığınma rejimlerinde mevcut sorunlar şeklinde dört ana başlıkta inceleyebiliriz. Buradaki işbirliğine dair temel konular ise politik (devletler arası işbirliği) ve ekonomik (fon ve kaynaklar [bekleme, takip gibi süreçlerin işletilmesi için yeterli fonun olmaması]) olarak iki ana grupta toparlanabilir.
AB’de 1986-2013 yılları arasında geri kabul anlaşmaları artarak devam etmiştir. Türkiye anlaşmayı 2016 yılında imzaladı. İmzalamasındaki en önemli sebep ise 2015 yılında Ege’de geçişlerin artmasıydı. Türkiye de diğer ülkeler gibi artık daha öncesinden önlemlerini almaya başladı. Bu anlaşmanın 4 amacı vardı: a) Gidişlerin azalması, b) Ölümlerin azalması, c) Yeniden yerleştirme (1:1 değişim formülü) ve d) T.C. vatandaşları için vize kolaylığı. Bu anlaşmayla hedeflenen gidişlerin azalması kısmen gerçekleşti. Ancak oransal olarak bakıldığında, Ege Denizi’nden geçişlerdeki ölümler maalesef azalmadı. Diğer hedeflere de ulaşılamadı.
Sınırın öte yakasında da durum daha iyi değil. Adalardaki kamplarda, güvenlik personeli ve uzman sayısındaki eksiklikler, uzmanların ikincil travmalarına destek olacak psikologların olmayışı, idari eksiklikler gibi birçok sorun var. Bu eksikliklere rağmen insanların sınırdan geçmemiş olması AB’ye çok iyi bir iş yaptıklarını düşündürüyor gibi görünüyor. Örneğin, anlaşma kapsamında Türkiye’de fonladıkları projelerin çok başarılı olduğunu düşünüyorlar.
Sınırda çalışanların raporlarına baktığımızda, örneğin, Sınır Aşan Doktorlar yayınladıkları raporda 2016 yılından sonra sınır geçişlerinde daha fazla şiddet olduğunu ifade ediyorlar. Sahada çalışan arkadaşlar bir botun geçişini engellemek için bota ateş etmek, iple botun motorunu çıkarmak, manevralarla botun alabora edilmesini sağlamak gibi birçok farklı yöntem uygulandığını anlatıyorlar…
Türkiye’nin sınır ötesi harekatıyla eş zamanda Brüksel’de katıldığım bir toplantıda, bir yetkili artık Türkiye’ye mali yardım yapılamayabileceği ancak göç alanındaki işbirliğine devam edileceğini belirtti. AB her ne kadar 3 milyar Avroluk fonların devlete değil, doğrudan mültecilere yardım olduğunu düşünse de, fonların belirli uluslararası örgütlerden ulusala ve yerele derken küçüle küçüle eridiğini düşünüyorum.”
Deniz Sert sözlerini Joseph Carens’in Göçün Etiği kitabından bir alıntıyı yorumlayarak sonlandırdı:
“Yahudilere olanlar çok kötü ama bizim suçumuz değil. Kendi sorunlarımız var. Gelmek isteyen tüm Yahudileri alırsak boğuluruz. Çok kalabalıklar. Ayrıca, Yahudiler ayrımcılığa ve ara sıra şiddet olaylarına maruz kalabiliyor olabilirler, ama bu durum birtakım grupların söylediği kadar kötü değil. Sorunu abartıyorlar. Yahudilerin birçoğu gerçekte sadece kendi ülkelerinden daha iyi ekonomik şartlar istiyorlar. Gerçekte Amerika’ya ulaşmayı başaranlar kötü durumdakiler olamaz, çünkü Atlantik’i geçecek ekonomik kaynakları olduğu belli. Zor zamanlardayız. Önce kendi sıkıntı yaşayan insanlarımıza bakma zorunluluğumuz var. Büyük bir Yahudi akını kültürel ve politik bir tehdit… Onlar bizim dini geleneklerimizi ve bizim demokratik değerlerimizi paylaşmıyor. Bazıları komünist ve güvenlik tehdidi oluşturuyor, ama hangileri ayırt etmek zor ve bu yüzden girişleri kısıtlama noktasında dikkatli olmak gerekiyor…”
“Şimdi bu metinde Yahudi kelimesi geçen yerleri Suriyeli, Atlantik’i de Ege yaparsak hiçbir şey değişmeyecek ve yıl 2019. Türkiye’de üzerinde durulması gereken yapısal sorunlar var. Fisunoğlu ile birlikte yaptığımız araştırmada gördük ki, örneğin, 2015 seçimlerinde Suriyelerin daha çok olduğu ya da az olduğu yerlere baktığımızda Suriyelilerin seçmen davranışına hiçbir etkisi olmamış. İstatistiksel olarak, etki hastanelerdeki yatak sayısı… Türkiye’nin yapısal sorunları var ama bunun Suriyelilerle alakası tartışmalı bir konu. Ekonominin içinde her zaman görünmeyen emek, sömürülen bir kesim oluyor. Burada çözüm, işverenleri cezalandırmak değil, kayıt altına almak olmalı. Avrupa’da, örneğin, Almanya’da da benzer problemler yaşandı ve bunun yapısal bir sorun olduğunu kabul edip ekonomiyi kayıt altına almaya karar verdiler. Benzer şekilde, Türkiye’de anadil sorunu Suriyelilerle birlikte başlamadı. Her zaman vardı. Bu, eğitimin küresel değil milli olmasıyla ilgili bir sorun…
Peki yukarıdaki paragraftaki olumsuz görüşleri nasıl değiştirebiliriz? Suriyelilerin ekonomiye kazandırdıklarının daha göz önünde bulundurulması bir çözüm olabilir. Belki de en başta Osmanlı’da uygulanan iskân sistemi uygulanabilirdi. Halihazırdaki göç politikamız, insanların kayıt altına alındığı, geçici ikamet verildiği takdirde problemlerin ortadan kalktığını, göçün düzenlendiğini öngörüyor. Ancak ikamet izni çalışma izni demek değil. Kayıt altına aldık, artık bu düzenli göçmen denilmesi problemleri ortadan kaldırmıyor, anlayışta sıkıntı var.”