Ev
“Çünkü bu ülkede herkes havuzlu, güzel, kaliteli bir evde oturmayı hak ediyor.”
Türkiye televizyon izleyicisi bu sloganı yaklaşık bir sene önce duydu. Ağaoğlu’nun “My World Europe” isimli yeni sitesini duyurduğu reklam, sitenin cazip özellikleriyle dikkat çekerken “Yaptım, olacak!” repliği uzun süre dillere takıldı. O zamanlar, reklama konu olan projenin üzerine yapıldığı arazinin, Ayazma’nın, eski sakinleri olan gecekondulardan haberimiz yoktu. Aslında evlerin de hayatların da değiştiği bir sürecin içerisindeydik. Daha önce kimselerin ismini bilmediği inşaat şirketleri günlük hayatımıza girdi, her güne gazetedeki yeni bir projenin ilanını okuyarak başladık. Ağaoğlu’nun bu projesi ilk değildi elbette ama yarattığı etkiyle karşılaşacağımız gelişmelerin habercisi gibiydi.
Türkiye’de konut meselesinin mazisine bakarsak, konut ve imar düzenlemelerinin uzun yıllar yapbozcu süreksiz bir seyir izlediğini görebiliriz. Mesele en temel ihtiyaç olan barınma ihtiyacı olduğu için, Türkiye’de konut politikalarının tarihinin de aslında hepimizin tarihi olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de konut yapım faaliyetleri, 1980 ve 2000 sonrasında iki dönem içerisinde artış gösteriyor. Bu iki süreçte de yapılan yasal düzenlemelerin etkisi büyük. 1985’te çıkan İmar Kanunu’yla imar ve planlama yetkilerinin yerel yönetimlere geçmesiyle şehir çeperleri kamusallaştırılıp imara açılıyor. Büyük şehirlere yaşanan göç dalgasıyla sayıları iyice artan gecekonduların imar izni alıp apartmanlaşması da bu döneme denk geliyor. Kimilerince “işgalci” olarak görülen gecekonduların siyasi kaygılarla yasallaşması, o bölgelere hizmet götürülmesi de bunun bir parçası. Bu dönemde 1982’den 1988’e kadar yapımına başlanan yeni bina sayısı iki kat artış gösteriyor. İkinci büyüme dönemi ise 2002’de başlıyor. Ülke genelinde yapımına başlanan yeni bina sayısının 2002’de 43.303’den 2006’da 114.204’e çıktığını TÜİK verilerinden öğrenebiliyoruz. 80 sonrasında yaşananlar gibi bu yıllarda da yasal düzenlemeler, bu artışı kolaylaştırdı. 2002 sonrasında Toplu Konut İdaresi yasal düzenlemelerle ülkenin en güçlü kurumlarından biri haline geldi. Başbakanlığa bağlanan TOKİ, 14 yeni yasal düzenlemeyle belediyeler üstü bir statü kazandı. 2003’te değişen 4966 sayılı kanuna göre TOKİ, kaynak sağlama amaçlı, kâr amaçlı projeler uygulayabilme, yurtiçi ve yurtdışında projeleri sürdürebilme yetkileri kazandı. 2003’den sonra adını sıkça duyduğumuz kentsel konut dönüşüm uygulamalarının da belirleyicisi oldu. Bu yeni yetkilerle donanan TOKİ tüm yerel yönetimlerden daha etkili hale geldi.[1]
İnşaat sektörü 2004 ve 2007 yıllarında ekonominin en çok ve hızlı büyüyen sektörü oldu. Bu baş döndürücü hız hem şehirleri, şehirlerin sosyal yapısını hem de tek tek küçük hayatları aynı derecede etkiledi. Sayıları hızla artan konutlar ve yeni imar planlarıyla ülkenin hemen her şehri yeniden yapılanma görüntülerine sahne oldu. Farklı Anadolu şehirlerinde yapılan toplu konutların artışına nazaran İstanbul’da yaşanan dönüşümün çok daha keskin bir şekilde hissedildiğini söyleyebiliriz. İstanbul’da birçok bölgenin kentsel dönüşüm bölgesi ilan edilmesi ve imar planlarının değişmesi bu keskin dönüşümde etkili. Örneğin yan mahalleniz ya da mahallenizin bir bölümü yeni imar planına göre ticaret bölgesi ilan ediliyor; iş merkezleri, gökdelenler kapı komşunuz oluyor ve bu da sizin gündelik yaşamınızı doğrudan etkiliyor. Bugünlerde İstanbul’un Şişli ilçesinin Bomonti semtinde bu örnekleri görmek mümkün. Aynı şekilde; yıllardır oturduğunuz mahalle kentsel dönüşüm bölgesi ilan ediliyor, oturduğunuz konutun yasal haklarını elinizde bulundursanız da, tapunuz olsa da, bu karara itiraz için yapabileceğiniz bir şey kalmıyor. Sulukule’de yaşanan dönüşümde mahalle sakinlerinin büyük bir kısmının tapusu olduğu halde mahallenin boşaltıldığına şahit olduk. Yani kentsel dönüşüm için o bölgedeki mülklerin kaçak olması en temel gerekçe değil ki kaçak lüks villalara (Sarıyer Uyum villaları gibi) böyle bir dönüşüm sürecinin uğramadığını biliyoruz.[2] Kentsel dönüşümün hedefleri arasında, bölgeyi kâr getirici yatırımlara açmak ve devlet tarafından girilemeyen siyasi mahalleleri dağıtmak sayılabilir.
Kentsel dönüşüm süreçlerinde madalyonun iki yüzü var diyebiliriz. İlki, dönüşüm sonucu toplu konutlara taşınmak zorunda kalan genellikle orta-alt sınıfın karşılaştığı problemler, ikincisiyse dönüşen bölgeye yeni yapılan rezidans-kapalı site tarzı konutların üst-orta sınıf sahiplerinin yaşadıkları değişim. Bir bölgenin kentsel dönüşüm bölgesi olarak ilan edilmesi TOKİ tarafından gerçekleştiriliyor. Belediyelerin hangi bölgenin dönüşüme uğrayacağına dair kararda bir söz hakkı olmuyor. Bu bölgelerde yaşayan alt-orta sınıf için yapılan toplu konutlar, özellikle İstanbul’da şehrin çeperleri kabul edilen, ulaşımı problemli bölgelere inşa ediliyor, Arnavutköy veya Bezirganbahçe gibi. Böylece taşınmak zorunda kalanlar, eski mahallelerinde kurdukları, ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamalarını kolaylaştıran bağlardan koparılıyorlar. Daha düşük gelirli bir mahallede oturan bir evin babası, ailesinin geçimini bazen el arabasıyla, kâğıt toplayarak ya da tanıdıklar vasıtasıyla kurduğu ilişkilerle sağlayabilir. Ya da evin annesi alışveriş için ucuz dükkânları tercih edebilir, bahçesinde sebze yetiştirebilir. Ama yeni yerleştikleri bölgede bu eski imkânlardan tamamen uzakta yaşamaya başlıyorlar. Şehirden uzaklığı nedeniyle, şehrin imkânlarından da yoksun bırakılan bu yerleşkelerin ortasına birer alışveriş merkezi yapılıyor. Alışveriş merkezleri ihtiyaçların giderilmesinin ve sosyalleşmenin de zorunlu merkezi haline geliyor. Bu konutların inşasının hızlı gerçekleşmesi çok önemli. O yüzden birçok bölgede tek tip, blok şeklinde, maliyeti düşük yapılar tercih ediliyor. Bu hızdan doğan; konutların iç yapısının çabuk bozulması, dayanıksız olması, sıvalarının dökülmesi gibi aksaklıklar bazı toplu konut sakinleri tarafından dile getiriliyor. Aynı şekilde yeni konutların aidat masrafları da aileler için fazladan ekonomik yük getiriyor. Toplu konutlara yerleşen aileler Bezirganbahçe ve Taşoluk örneğinde olduğu gibi bu ekonomik zorluklar nedeniyle bir süre sonra taşınmak zorunda kalabiliyor. Toplu konutlar depreme dayanıklı olması ve bir çok aileyi ev sahibi yapması nedeniyle birer başarı hikâyesi olarak görülebilir. Ama birçok örnek de taşınanların sosyal ihtiyaçlarının yeterince düşünülmediği ve sağladığı kullanım değerinin düşüklüğü açısından eleştirilere neden oluyor.
Şehirde yaşanan dönüşümün diğer yüzünü ise yaşam standartları yükselen orta ve orta-üst sınıflar oluşturuyor. Daha önce şehrin farklı yerlerinde apartman dairelerinde yaşayan bu sınıflar, sağlanan ödeme kolaylıkları, uzayan taksit imkanlarıyla şehrin merkezindeki kapalı site veya rezidans tipi yerleşim alanlarını tercih etmeye başlıyor. Şehrin merkezi yeni altyapı çalışmalarıyla (Bomonti-Dolmabahçe, Kâğıthane-Dolmabahçe tünelleri gibi) daha da cazip hale geliyor. Ağaoğlu’nun hedef gösterdiği, herkesin hakkı olan havuzlu daire, bir orta sınıf hayali olarak yeni projelerde hayat buluyor. Yüzme havuzunun da artık sıradanlaştığı bu yeni rezidanslar ve kapalı siteler, birbiriyle yarışmak için, kayak pisti, golf sahası, gökdelen tepesinde daireye özel bahçe ya da yapay da olsa bir boğaz manzarası gibi lüksü ayağımıza getiren fırsatlar sunuyor. Ama diyebiliriz ki site içinde sağlanan “güvenlik” bu özelliklerin yanında en önemli etken. Biray Kolluoğlu – Ayfer Bartu Candan’ın Kemerburgaz’daki lüks sitelerde yaptığı araştırma, güvenlik algısının kişilerin şehirle ve ötekiyle kurduğu ilişkiyi yansıttığını gösteriyor. Bu sitelere yerleşmeyi tercih edenlerle yapılan mülakatlar, sitelerinin dışının tehlikeli olduğuna inandıklarını gösteriyor. Dışarıda tanımlanamayan, ne olduğu da belli olmayan tehlikeye önlem olarak bu yeni sitelere sığınılıyor.
Lüks siteler ve çeperdeki toplu konutlar dikotomisinde sınıfların birbirinden iyice ayrıştığı bir şehir görüyoruz. Farklı sınıflar özenle ayrıştırılıp birbirleriyle karşılaşmalarını imkânsız hale getirecek bir şehir düzenlemesine kuruluyorlar. Yani eskinin şehir dediği, çeşitliliği ve bir aradalığı barındıran mahalle tipi yerleşme, mazide bir anı olmaya doğru yaklaşıyor. Böyle bir şehir yapılanmasının ilerde toplum üzerinde, insan ilişkilerinde nasıl etkiler uyandıracağını bilemesek de çeşitli tahminler öne sürülüyor. Zengin ve yoksulun sokakta, okulda, camide bile karşılaşamayacağı bir yapıda toplumsal nefretin artması da mümkün.
Bu tartışmanın görünmeyen yanına, yani toplu konut ve lüks sitelerin kimleri dışarıda bıraktığına bakmanın da yararlı olacağını düşünüyorum. Zengin veya yoksul sitelerin kapıları, başlarının üzerinde bir çatısı olmayanların, yani evsizlerin yüzüne kapanıyor. Lüks veya yoksul bir sitenin sakininin de ortak “tehlike” olarak göreceği, yanından geçerken korkacağı, evsizlerin ölüm haberleri bize resmin görünmeyen tarafını hatırlatıyor. 2011 yılına girerken Şerafettin Akgün isimli bir evsizin Fatih’te donarak öldüğü haberini almıştık. Bu senenin ekim ayındaysa, İstanbul’da gökdelenlerin merkezi Şişli’de bir evsizin soğuktan donarak öldüğü duyuldu. İnşaat sektörünün ülkede en hızlı büyüyen sektör olduğu, TOKİ’nin yüz binlerce konut diktiği bir ülkede, evsizlikten ölenlerin haberleri çok daha çarpıcı bir hal alıyor. Şefkat-Der’in araştırmasına göre İstanbul’da yedi binden fazla, ülkedeyse yetmiş binden fazla evsizin olduğu düşünülüyor. Ülkede 18-63 yaşları arasında bir evsizin barınabileceği hiçbir kurum olmadığı da hesaba katarsak, bakım evi, yurt, evsizler evi gibi ihtiyaçların acilen karşılanması gerektiğini de görebiliriz.[3]
Ümit Aktaş, evsizler için yazdığı bir yazıda, “Giderek sitelerin ve rezidansların erişilmezliğine çekilen o müsrif hayatların hiç payı yok mu evsizleştirilerek sokaklara itilen bu insanların trajedilerinde?” diye soruyordu. İnşaat, sektör, kâr, konut, proje, yaşam alanı, güvenlik gibi kavramların havada uçuştuğu bu tartışmada soru işaretleri dönüp dolaşıp bu yazıyı yazana ve okuyanlara yöneliyor. Lüks sitede yaşamak, havuzlu eve sahip olmak isteği insanın nefsiyle imtihanıdır nihayetinde. Mahallesinden kopmak zorunda bırakılan aile, insanın toprakla, çevreyle kurduğu bağın önemini gösterir. Soğuktan donan bir evsiz bir çatının, ev kurmanın, ya da dönüp dolaşıp gelebileceğin bir evinin olmasının anlamını hatırlatır bize. İnsan olarak barınma ihtiyacında eşitleniyorsak eğer neden bu ihtiyacın çehreleri bu kadar farklıdır, belki de yeniden düşünmek gerekir: “Herkes havuzlu, güzel, kaliteli bir dairede oturmayı” hak ediyorsa şayet bu hakkı kim verir, hak neye göre belirlenir?
Anlatılan senin hikâyendir.
Not: 1997 yılında açılan Şefkat-Der Türkiye’de 18 yaş üstü evsizlerle ilgilenen sayılı sivil toplum kuruluşundan biri. Konya ve İstanbul’un iki yakasında açtığı evlerle evsizlere sığınabilecekleri bir çatı sağlayan dernek, hasta olan evsizlerin tedavisi, rehabilite edilmesi ve ailesi olanların aileleriyle iletişim kurması konularında çalışmalarını sürdürüyor. Ekim ayından itibaren yapılan “Birimiz Üşürse Hepimiz Üşürüz” başlıklı eylemlerle evsizler hakkında kamuoyu oluşturmayı hedefleyen Şefkat-Der ve farklı STKlar, valilik ve belediyelerin sorumluluk almasını talep ediyor. Bu kampanyayı yürüten gönüllülerin hazırladığı “Türkiye’de Evsizlere Dair Rapor” Türkiye’deki evsizlerin durum tespiti, farklı ülkelerde evsizlik politikalarından örnekler ve yetkililerden talepleri içeriyor. Gönüllü ihtiyacı süren Şefkat-Der’e Facebook sayfasından ulaşabilir, sokakta karşılaştığınız evsizler için ALO183 sosyal hizmet danışma hattından yardım isteyebilirsiniz.
Kaynak: Zeynep Doğusan, “Ev”, BUcümle Dergisi, Sayı: 2011-2012/1 (3), s. 26-28, http://bucumle.byv.org.tr.
Fotoğraf: Zeynep Turan
[1] Sayısal veriler Birikim Dergisi’nin Ekim 2011 sayısından alınmıştır.
[2] Asım Öz, “Jean-François Pérouse Röportajı”, Dünya Bülteni, 14.04.2011.
[3] Emek ve Adalet Platformu, “Türkiye’de Evsizlere Dair Rapor”, http://www.emekveadalet.org/wp-content/uploads/Evsizler-icin-Rapor.pdf
Yazı giriş niteliğinde iyi bir metin. Fakat sosyal sonuçlarına da değinmesi yazıyı daha kuvvetli kılabilirdi. Zeynep Hanım’ı tebrik ederim.
toki ve kentsel dönüşümün neyden?-evden! bağımsız okunamayacağını gösteren sağlam bir yazı.