Bir Dönem Kapanıyor Mu?
Bir Yenilgiyi Hezimete Dönüştürmek
23 Haziran’da alınan sonuç, bir CHP başarısından öte, AK Parti cenahının ağır ağır içerisine sürüklenmiş olduğu körleşmelerin bir sonucu. Kuşkusuz ki CHP’nin Kemal Kılıçdaroğlu tarafından sürdürülmekte olan değişim çabasını ve Ekrem İmamoğlu’nun altı aylık seçim süreci içerisinde gösterdiği performansı görmezlikten gelmiyorum. CHP, “Adalet Yürüyüşü”nden itibaren, klasik “devlet” partisi hüviyetini ve söylemini değiştirerek, dindar seçmenden olduğu kadar, Kürtlerden de oy alabilecek bir noktaya gelmiştir. Bu husustaki değişimin süreceğine dair de ciddi bir eğilim gözlenmektedir.
Ama AK Parti yenilgisinin asıl sebebi, 2012 sonrasında belirginleşmeye başlayan olumsuz yöndeki bir değişime dayanmaktadır. CHP’nin tam tersi bir istikamette gerçekleşen bu değişimiyle AK Parti, otoriter ve milliyetçi bir söyleme doğru savrularak, tabanındaki İslâmcılar ve Kürtler kadar, yoksullarla da sosyopolitik bağlarını giderek koparmıştır. Bu süreç içerisinde, başlangıçtaki özgürlükçü, sosyal adalete ve devletin değişimine dayanan siyasal stratejisi ise giderek baskıcı, ötekileştirici ve devletçi bir söyleme evrilmiş; iktidarda olduğu hâlde sürdürülegelen eleştirel ve hatta muhalif söylemlerden vazgeçilerek, bu söylemleri sürdürmeye çalışanlar, olabildiğince tasfiye edilmiştir. Böylece ortaya yapay bir iktidar dili, bu dile dayanan yapay bir söylem ve bu söylemin yarattığı yapay bir egemen sınıf çıkmıştır. Toplumla bağlarını koparmış olan bu yapay söylemin papağanı olan üçüncü sınıf intelijansiya tarafından üretilen egemenlikçi dilin itici ve aşağılayıcı üslubu, niceliği arttıkça niteliği ve etkinliği azalan, bu söylemi sürdürenlerin dahi inanmadığı ve salt illüzyon yaratmaya yönelik bir propaganda aracı olmaktan öteye gitmemiştir. Hatta 23 Haziran seçiminin ertesinde bile, ortaya çıkan gerçeğe rağmen, bu yapay söylemin ısrarla sürdürülmeye çalışılması, meselenin bir propaganda tarzı olmaktan da öte, psikososyal bir soruna dönüştüğünü göstermektedir.
Öyle ki bu yapay intelijansiya sınıfının yarattığı yanılsamaya dayanan söylemin etkisiyle, 31 Mart sonrası ortaya çıkan ve büyük ölçüde son yıllardaki AK Parti stratejisinin hatalarına dayanan yenilgi bile yanlış yorumlanarak ve olmadık gerekçelere dayanılarak, sanki süreç geriye çevrilebilirmiş gibi bir hava yaratılıp, aslında geçiştirilebilecek olan bu “olağan” yenilgi, “bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür” sözünü doğrularcasına bir hezimete dönüştürülmüş; dahası, bir de bu “olağan” başarıyı zafere çeviren bir kahraman yaratılmıştır.
Zizek’in anlatımıyla Hegel, Napolyon Bonapart’ın ikinci kez yenilmesiyle ilgili olarak, tam da bu konuya değinir: “Hegel’e göre tekerrür, tarihte net bir rol oynar: Bir şey tarihte sadece bir kez olursa, ona olup bitmiş bir şey, mevcut durum daha iyi idare edilmiş olsa sakınılabilecek bir hadise diye bakıp geçebiliriz; fakat aynı olay tekrarlanırsa, bu daha derin bir tarihsel zorunlulukla karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir. Napolyon 1813’te ilk kez bir savaşı kaybettiği zaman bu sadece bir talihsizlik gibi görünmüştü. Waterloo’da ikinci kez kaybettiğindeyse, miadının dolduğu artık açıktı.”[1]
“İkinci kez yenilmek”le AK Parti, ezici bir mağlubiyet almanın ötesinde, kuruluşundan itibaren on sekiz yıldır sürdürmekte olduğu yükselme eğiliminin önlenemez bir biçimde düşme yönüne evrildiğini kendi eliyle tescillemiş oldu. Esasında “olağan” demokrasilerde, böylesine bir yenilginin akabinde yapılması gereken, diğer sorumluluklar ve sorumlular bir yana, partinin genel başkanının istifa etmesidir. Kaldı ki AK Partinin, şayet diğer sağcı partilerde de olduğu gibi, varlığı liderin ömrüne bağlı “bir ömürlük parti” olarak kalmaması için, yavaş yavaş Recep Tayyip Erdoğan sonrası için bir geçiş süreci hazırlığı içerisine de girmesi gerekmektedir.
Hatalar Zinciri
AK Partiyi bu noktaya kadar getiren hatalar zinciri oldukça belirgindir. Bunlardan en ölümcül olanı, öteden beri CIA’nın müttefiki olan Fetullahçılarla yapılan stratejik işbirliğidir. Fetullahçıların iktidarın güçlü bir stratejik ortağı haline getirilmesi ve buna muhalif olan İslâmcılar kadar başka çevrelerin ötelenmesiyle başlayan bu süreç, siyasetin toplumsal dinamikler yerine güç odaklarıyla yürütülmesi gibi, Türkiye siyasetinin geleneksel kodlarına ait bir eğilimdir. Ne var ki bu işbirliği, 2010 referandumu sonrasında HSYK’nın Fetullahçılara teslimiyle oldukça vahim bir noktaya gidince, bundan dönüşün faturası da oldukça acı olmuştur. 2013 yılında, 17/25’le birlikte başlayan hesaplaşma, 15 Temmuz’la birlikte bir çatışmaya dönüşmüş, akabinde ilan edilen sıkıyönetim sürecinde ise, birçok ciddi adaletsizlikler ve mağduriyetler yaratılmıştır. Oysa iktidar cenahı bu konuda topluma karşı açık yüreklilikle bir özeleştiride bulunmadığı gibi; bu stratejik işbirliğine dair ikna edici bir savunma da yapılmamıştır. Bu bedeli ödeyenler ise çoğunlukla figüran niteliğindeki kişiler olmuştur.
Yine 2013 yılında yaşanılan Gezi Parkı olayı da, olağan bir çevre duyarlılığıyla sınırlı tutulabilecekken, daha sonra ortaya çıktığı üzere, Fetullahçı polislerin eylemcilerin çadırlarını yakması üzerine, ciddi bir toplumsal çatışmaya yol açmış; iktidar intelijansiyasının yarattığı yanılsatıcı söylemlerle (daha sonra bazılarının özür dileyerek yanıldıklarını itiraf ettikleri Kabataş saldırısı gibi yalanlarla) bu olay, etkin ve verimli bir siyasal strateji olacağı zannıyla derinleştirilerek, çatışmacı ve kutuplaştırıcı bir siyasal sürecin de başlangıcı olmuştur.
Yine bu dönemde başlatılan ve yüz yıllık Cumhuriyet döneminin Kürtlere karşı sürdürdüğü baskıcı ve ötekileştirici siyasetten geriye dönüş umudu olan çözüm süreci de, bu çatışmacı stratejinin altında kalarak, umudun kâbusa dönüştürüldüğü, yaraların daha da derinleştirildiği ve Kürtlerin büyük bir kısmının sadece AK Parti’ye değil, bu partinin temsil ettiği düşünülen dine karşı da küskünlüğüyle sonuçlandırılmıştır. Bu süreçteki MHP iş birliği ise, bir taraftan AK Parti’yi milliyetçi ve otoriter bir söyleme savururken, öte yandan yapılan kısmi anayasa değişikliği ile otoriterlik eğilimini daha da güçlendirecek bir biçimde, “başkanlık” sistemine geçilmiştir.
Suriye meselesi ise başka bir kırılma noktasıydı. Sorunun barışçı bir biçimde çözülme çabası yerine, bölgeye davet edilen küresel güçler eliyle giderek daha da karmaşıklaşan denklemin en fazla etkilediği ülke ise Türkiye oldu. Kürt meselesini de içine alan bu gelişme, çözüm sürecinden vaz geçilmesinin de en önemli sebebiydi. AK Parti, bu sorunun da etkisiyle oldukça vahim ve geri dönülemez hatalar yaparak, beka ve terör söylemleriyle toplumsal sorunların ve bizzat kendi tabanının sesinin üstünü örtmeye çalıştı. İç ve dış sorunların çözümünde barış ve uzlaşma yerine, silaha ve şiddete dayanan yolları tercih etti. Bunlar ise ciddi ekonomik maliyetlerle, sosyal adalete ayrılan fonları daralttı. Yıllar içerisinde palazlanan suni bir sınıf ve onun sözcüsü olan suni intelijansiya, bir kakafoni (gürültü) olmaktan öteye gitmeyen söylemleriyle, tabanla iktidar arasındaki iletişimin ve etkileşimin yollarını kapattı. Yargının yürütmeye bağlandığı bir sistem içerisinde, oldukça ciddi hukuk sorunlarının ortaya çıkmasına yol açıldı. Gerek yargılama süreçlerinde, gerekse işe alımlarda, fırsat eşitliğine, hukuka, adalete, ehliyete ve liyakate değil de, partinin onayına ve talimatlarına kulak kabartıldı. Hatta bu durum, akademik dünyada, yani üniversitelerde bile etkinleşerek, muhalif veya eleştirel aydınlar üniversitelerden ayıklandı.[2] AK Partinin söyleminin devletçi, militarist ve otoriter bir yönde evrilmesine karşı ise muhalif partilerin söylemleri olumlu bir yönde değişerek, öteden beri AK Partinin söylemsel gücünü oluşturan hak ve adalet söylemi, giderek CHP ve bağlaşıklarının inisiyatifine geçti.
Akıl, Ahlak ve Siyaset
Bu seçim süreci birçok açıdan şaşırtıcı ve ezber bozucuydu. Öteden beri sürdürdüğü dinî söylemi nedeniyle kendilerinden ahlakî bir tavır beklediğimiz AK Parti, yıllardır şikâyet edilen laisizmi, yani siyasetin dinî değerlerden uzaklaştırılması anlayışını içselleştirmiş olacak ki, elinde hiçbir ciddi kanıt olmadığı halde CHP’yi hırsızlıkla suçladı. Bu mesnetsiz söylemin geri tepmesi üzerineyse, AK Parti genel başkanı, bunun hukuki değil, siyasi bir suçlama olduğunu söyledi. Yani Platon’un Devlet’teki deyişiyle, bir tür “kutsal yalan”. Oysa laisizm bile siyasal alanın tam olarak ahlakdışı veya değersiz oluşunu savunmaz. Kaldı ki kendisini ısrarla dindar bir hareket (“dava”) ve söylem (ideoloji)’e dayandıran bir partinin neredeyse her gün birbirini nakzeden sözlerle, kendisini adeta yalanı sıradanlaştıran bir pozisyona düşürmesi, ilanihaye sineye çekilebilecek bir mesele de değildir.
Sözgelimi seçimin ilk periyodunda inkâr edilen Kürdistan coğrafyası kadar, yıllardır İmralı’da unutulan Abdullah Öcalan da, yeniden hatırlandı. İlk yenilginin tersine çevrilmesi için yapılan bu oldukça beceriksiz strateji değiştirme hamleleri ise, doğal olarak geriye tepti. Daha önceki seçimlerde bir işe yarayan tüm bu zikzaklar, bu kez olumlu sonuçları hâsıl edemedi. İbn Haldun olsaydı, belki artık talihin döndüğünden söz edebilirdi. Ama artık karşılarında söylemini ve duruşunu değiştirmiş bir CHP vardı. Tabi sadece CHP değil, bir de yine AK Partinin anayasa değişikliğiyle yol açtığı strateji(k hata)sının sonucu olan bir ittifak. Öyle ki bu ittifakın bileşenlerini, hiçbir güç, asla bir araya getiremezdi. Tabi ki AK Parti’nin illüzyonist intelijansiyasının çabaları dışında.
Siyasette ahlak elbette önemlidir ama daha da önemlisi akıldır. Özellikle de toplumsal(laşmış) bir akıl; yani ortak akıl. Tabi ki şu aklı evvel intelijansiyanın ve danışmanlar sürüsünün aklı değil; AK Partililerin bildikleri hâlde hemen hiç uygulamadıkları istişareye dayanan bir akıl. Fakat “aman reis ne der?” psikolojisiyle gerçekleştirilen bir istişare değil, herkesin en acımasız eleştirilerini bile rahatlıkla ve sonuçlarından emin olarak dile getirebileceği bir istişare. Hz. Ömer’in “bir hatamı görürseniz ne yaparsınız?” sorusu karşısında, “seni ‘kılıçlarımızla’ düzeltiriz!” diyen birisi karşısında, bu kadar cesur ve açık sözlü dostlara sahip olduğu için Allah’a hamd etmesi gibi bir istişari akıl. Elbette ki buradaki “kılıçlarımızla” ifadesinin, yani “silahların eleştirisi”nin yerine, “eleştirinin silahı”nı ikame etmek şartıyla. Esasında ifadenin orijinalinde “kılıç” ifadesinin olmadığı da belirtilmekte.
Bir başka temel koşul ise, yaşanılan tecrübelerden ders alabilmektir. Mesela Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında aydınların yürüttüğü bir tartışma süreci içerisinde belirlenen toplumsal ilkelere sadık kalarak, kalkınmayı tüm ülkeye yaymış; ama bu süreç içerisinde şehirlerin yaşanabilir niteliğini de koruyarak, günümüzdeki vasatı oluşturabilmiştir. Bu ilkelerin bir kısmı şöyle: “Herkesin özel mülkiyete erişiminin sağlanması. Şehirlerin aşırı büyümesinin engellenmesi. Dev banliyöler yerine orta ölçekli şehirler, toplu konutlar yerine müstakil evler politikası ve ekonomisinin; kırsal kesimlerde ise küçük işletmelerin, yani esnaf ve zanaatkârların desteklenmesi. İkamet, üretim ve işletme alanlarının gittikçe yayılması, yani ademi merkezileştirilmesi; toplumun aile ve komşuluk gibi doğal topluluklar üzerinden organik olarak yeniden inşa edilmesi. Genel olarak birlikte yaşamın, şirketlerin ve üretim merkezlerinin gelişmesinin sonucu olarak ortaya çıkan çevresel sonuçların düzenlenmesi, ayarlanması ve denetlenmesi… Kısacası yönetim etkinliğinin ağırlık merkezinin mümkün olduğunca aşağıya çekilmesi… Şirketlerin sayısının artırılması, çeşitlendirilmesi ve yaygınlaştırılması.”[3]
Bununla birlikte ise Türkiye’de ilave olarak siyasetin demokratikleştirilmesi, yani tabana yayılarak toplumsal katılımın genişletilmesi; siyasetin sadece bir seçim mekanizması olmaktan çıkarılarak toplumsal sorumluluğun ve etkinliğin güçlendirilmesi gerekmektedir. Yani, bir türlü çıkarılamayan partiler ve seçim yasalarının, ama sadece iktidar partisinin çıkarına uygun bir biçimde değil, toplumu siyasal açıdan etkinleştirecek bir biçimde düzenlenerek yürürlüğe sokulması.
Sonuçta
ise Almanya, Türkiye’deki gibi yapay bir intelijansiyaya değil, dürüst ve basiret
ehli aydınlarının fikirlerine ve bunları dikkate alan akıllı, toplumun
çıkarlarını kendi çıkarlarının önünde tutan siyasilere dayanarak, bir açıdan şu
anda Türkiye’de ne yapılmaktaysa tam da onun tersini yaparak, bugünkü durumuna
ulaşmıştır. Ama bizim yapay ve yandaş intelijansiyaya ve bunların sözlerini
dikkate alan siyasilere bakarsanız, Türkiye’de her şey güllük gülistanlık;
Almanya ise yakında kendisini çöküşe götürecek bir felaketler zincirinin
içerisinde kıvranmakta.
*Öne çıkan görsel şuradan alıntıdır: http://anadoluturkhaber.net/TR/Detail/AKP-Falls-To-Pieces/4794
[1] Slavoj Zizek, Hiçten Az Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi, çev. Erkan Ünal, Encore Yayınları, İstanbul, 2015, s. 996
[2] Unutulmamalı ki Demokrat Parti’nin kurulmasına yol açan da, dört CHP milletvekilinin (Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuad Köprülü), CHP yönetimine karşı vermiş oldukları, otoriterleşme, üniversite özerkliği, parti başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının ayrılması gibi günümüzde de tartışılan meseleleri içeren “hürriyet misakı” ile başlamıştı.
[3] Michel Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu, College De France Dersleri 1978 – 1979, Çev. Alican Tayla, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2015, s. 129, 130 (kısmi değişikliklerle).