Yenilenen İstanbul Seçimlerine Giderken
İstanbul seçimine giderken Türkiye yeni bir gerilim yaşıyor. Bu gerilimin kökleri uzun bir geçmişte yatıyor ama 7 Haziran 2015 seçimleri ile karşımıza gelmiş durumun muktedirlerce kabul edilmemişliği ile bir kök arayışını sonuçlandırabiliriz. Bu bize bir kolaylık sağlar.
2015’ten 2019’a Stratejik Bir Dönüşüm Hamlesi
7 Haziran seçimlerinde ne olduğunu hatırlarsak, parlamenter yönetim için uzun vadeli görünen bazı dengeler oluşmuştu. Ana toplumsal bloklar temsilcilerini bulmuş görünüyordu ve durum kısaca şu şekilde devam edecek gibiydi; sağ ve solda iki büyük parti ile bir Kürt partisi ve bir Türk milliyetçisi parti. Yani kısaca iki büyük, iki baş-altı parti parlamenter siyasetin ana güçleri olmuştu. Fakat iki büyük partiden birinin bu dağılımda tek başına iktidar olabilmesi mümkün görünmüyordu. Çünkü ana toplumsal blokların şemsiyeleri altında biriktirdiği kitleler kararlı görünüyordu ve tabanlar arasında akış mümkün olmakla beraber büyük partilerden herhangi biri için tabanları tek başına iktidarı sağlayacak oranda da görünmüyordu. Bu durum CHP için alışıldıktı ama Ak Parti için razı olunacak bir durum olarak kabul edilmedi ve tam bu noktada baş-altı partilerden MHP durumu çok iyi okuyarak kendi stratejisine göre sürecin ilerlemesini sağlayabildi.
7 Haziran sonrasında büyük bir koalisyon (Ak Parti – CHP) için şartlar gayet uygundu fakat bu noktada Ak Parti’nin tercihi, parti içi güçlerden hangisinin etkinliği ile geliştiği ayrı bir husus ama, yönetimde güç paylaşımına razı olmama ile şekillendi. Sonrasında bütün toplumun korkutulduğu bir ortamda yeni seçime gidildi ve 1 Kasım seçiminde Ak Parti tekrar tek başına iktidar olabildi. Ama sonraki süreçlerde ortaya çıktı ki, bu durum geçici idi. Türkiye’nin ana toplumsal blokları büyük partilerden birinin tek başına iktidar olamadığı iki büyük ve iki baş-altı partili bir düzene eninde sonunda demirleyecekti.
MHP işte tam da bu durumu gördüğü için siyaset oyununu farklılaştırmak üzere farklı bir stratejiye bağlı kaldı. Muhtemelen düşündükleri şuydu; iki büyük partiden biri tek başına iktidar olamıyorsa iktidarın asıl belirleyicisi baş-altı partilerden (MHP – HDP) biri olacak fakat bu noktada HDP’nin seçmen tabanının en az on ilde yoğunlaşmış olması parlamenter sistemde HDP’yi MHP’den fazla milletvekili çıkartma avantajına kavuşturacaktı ve bu durum MHP’nin gücünün belirleyiciliğini azaltacaktı.
Bu ihtimal, MHP’yi ve onunla beraber kurulu sistem içinde Türklük imtiyazı ile statü edinen geniş kesimleri tedirgin etti. Rantın, statülerin dağıtımında Kürt bir gücün etkin olabilmesinin muhtemelliği; MHP’ye toplumdan devşirdiği güçten fazlasının emaneten de olsa sunumunu sağlayacaktı ve bu güç birikimi onu birinci partiyle güçlü bir şekilde pazarlığa oturtacaktı. Maalesef HDP ve beraberindeki güçler ise bu durumu anlamakta oldukça gecikti ve güç dağılımının barış sürecinde farklı bir kompozisyon oluşturduğunu görmesini de engelledi. Bunun niçin böyle olduğu, HDP ve beraberinde güçlerin siyasal mücadeledeki kısıtlılıkları ile elbette ilişkiliydi ama aynı zamanda bu kısıtlılığı kendi lehine kullanmayı başaran bir merkezi devlet aklı ve bu aklın müttefiki olmayı tercih eden iki partinin (Ak Parti – MHP) geleceklerini Kürt partisini küçültmede görmeleri de stratejinin ilerleyişini belirleyecekti. HDP’nin edindiği kitlesel destek ve parlamenter gücün erimesini kabullenilebilir bir kayıp olarak düşünen PKK’nin tutumu ise toplumun büyük bir korku refleksine sığınmasını normalleştirecekti. Nihai olarak bugüne geldiğimizde kabullenilebilir kayıp olarak düşünülen şeyin bütün toplumu nasıl sakatlayabildiği görüldü ama bunun hesabını vermeye niyetli bir tutum henüz ortada yok. Bu durum ara sıra dönüp niçinliğini yeniden soracağımız bir olgu ama şimdilik karşımızdaki soruna odaklanalım.
Arada geçen dört yılın içinde parlamenter sistemin değişimi ve başkanlık sistemine geçiş öyle görünüyor ki stratejik bir hesabın ürünü idi. Oyunun kurallarını değiştirerek büyük partilerden birinin MHP’nin desteği ile başkanlığı elde tutabileceği bir yeni sistem tasavvur edilmişti. Siyasi performansa bağlı olarak büyük parti Ak Parti de olabilirdi CHP de, fakat her iki durumda da belirleyici olan MHP desteği olacaktı. MHP iktidar olmadan, dolayısıyla sorumluluğun yıpratıcılığına maruz kalmadan oy oranı büyüyen partiye doğru ağırlığına koyacak ve iktidarı belirleyecekti. Ama bu stratejinin işlemesinin iki şartı vardı. İlki Kürt oylarının yığıldığı HDP’nin küçültülmesi, ikincisi ise devletin kurumsal kapasitesinin milliyetçi kadrolar çekirdeği etrafında yeniden örülmesi. Bu aynı zamanda devletin kurumsal kapasitesinin HDP’ye karşı kullanılması demekti ki bunun nasıl ilerlediği zaten görüldü.
Fakat siyaset alanı, hiçbir zaman tek aktörün stratejisini bükmeden ilerletebileceği bir alan olamıyor. Alan içinde demokratik meşruiyet devşirme mecburiyeti her taktiğe bir sınır belirleyebiliyor. Ayrıca dağıtılacak rant ve statülerin sonsuz olmaması grup içi bütünlük ve rızanın sağlanmasını da zorlaştırabiliyor. Özellikle devlet eliyle dağıtılabilecek kaynakların daraldığı yeni durumda teritoryal alandaki siyasetin kendi içinde kalamazlığı da ortaya çıkıyor. Nihayetinde HDP küçültüldü, buradaki oy yığılımı 7 Haziran zirvesinden aşağı düştü ama bütün olanaklara rağmen 2014 seçiminin üstünde kaldı ve onu parlamenter bir baş-altı güç olmaya demirledi. Diğer taraftan MHP ile Ak Parti içi bütünlükler kayboldu ve bu partiler, parti olmaktan çıkarak liderlerinin seçim kollarına dönüşürken parti içi rızanın devşirilme imkanı dağıtılabilir kaynakların azalışı ile beraber erimeye başladı.
Yeniden 7 Haziran Sonuçlarına Mahkum Olmak
Yeni sistem ise ittifaklar üzerine şekillendiği için çok rakipli seçimlerde başarılı olabilen Ak Parti’nin, karşıtını tek blokta toplaması nedeniyle risklere maruz kalmasını sağladı. Bu muhtemelen eninde sonunda zaten olacaktı fakat iktidarı kısmen kaybetmektense risk büyüdüğünde tamamen kaybetmeye götüren bir duruma evriltti. İktidar bloğundan küçük oy kayışlarının, hele de Kürt oyunun HDP etrafından dağıtılmasının mümkün olamadığı mevcut koşullarda karşı bloku öne geçirdiği koşullar ortaya çıktı. Bu arada, MHPlileşen Ak Parti’nin HDP’yi 2014 öncesi boyuta küçültmeyi başarabileceğini düşünmüş olması bugün için de önemli bir durum. Bunun düşünülebilmesi muhtemelen Kürt toplumuna dair bilgi edinme kanalları ile alakalı olup üzerinde ayrıca durulmalıdır, çünkü Ak Parti’nin hangi Kürt elitleri ve hangi İslamcı aktörlerce nasıl ve hangi kurgular etrafında bilgilendirildiğini gösterecektir. Oradaki bilgi dolaşımının hangi çıkarlara bağlı olarak şekillendiğini görmek Ak Parti’nin HDP’yi küçültme stratejisini tercih edişini de anlamayı sağlayacaktır.
MHP’nin stratejisinin de nihayetinde boşa düştüğü görülmüş oldu. En azından şunu düşünüyorlardı, iktidar Ak Parti’den CHP’ye devredilebilirdi hatta bunu tercih bile ederlerdi fakat bu geçiş kendi kontrolleri ile olabilmeliydi. Oysa liderin parti içi rızayı kazanamaması ve ancak Erdoğan desteği ile partisini bölünerek elinde tutabilmesi, hele de Kürtlere karşı savaşın askeri zafere rağmen bir türlü umulan sonucu vermemesi, MHP’nin iktidar devrini kontrollü yürütebilmesi koşullarını yok etti. MHP’den kopan İyi Parti’nin ise, Ak Parti’nin kötü yönetim performansının varlığında, HDP ile aynı blokta olmama arzusunun gücüne rağmen muhalefet cephesinden kopması oldukça zor ve bu durum da Ak Parti’nin farklı hamle şansını azaltıyor.
Sonuçta bu durum yenilenen İstanbul seçimlerinde iki bloktan birinin muzaffer diğerinin yenik çıkmasını sağlayacak, ama her iki durumda da kendisinden kaçılan 7 Haziran sonuçlarını iktidarın önüne bir kabus gibi bırakacak. Bu kabus iktidar açısından bir seferde de bitmeyecek gibi görünüyor, çünkü tabanından kerhen ve rıza ile oy alma arasındaki farkı artık o da biliyor. Kaldı ki kerhen alınan oyun sürekli olamadığını ve yeni sistemde çok partili yarışların avantajını artık kullanamadığını görüyor. Bu noktada kritik bir eşiği geçmek için tekrar Kürt oyunun gerekliliğine ise ikna olmuş görünüyor ve hatta kendisi ile beraber MHP’yi de buna ikna etmiş görünüyor. Ama bunun nasıl başarılacağına dair rıza üretme kapasitesinin sınırlanmışlığı onu oldukça zorlayacak. Ve bu noktada muhtemelen 7 Haziran sonrası Ak Parti’yi PKK ile savaşa teşvik eden (veya bu savaşı çıkarlarına uygun gördüğü için meşrulaştıran) Kürt elitlerinin desteğine muhtaç ama onları da tamamen sahaya sürebilmesi zor çünkü askeri zafer sonrası siyasi bir zafer üretmesindeki kısıtlılık, bu elitlerle bağlantıyı da kısmen koparmış görünüyor. Nihayetinde bu elitlerin statüsü, bir taraftan devlete bağlı iken diğer taraftan da Kürt toplumundan devşirebildikleri rızaya bağlıydı. Kürt toplumunun ise askeri zafer dışında bir seçenek düşünmeyen, Kürdün haysiyetini kırmaya yönelen devlet refleksine muhalefet etmeden ve artık dağıtılabilir kaynağı sınırlı bir iktidara bağlı kalacak elitlere rıza göstermesi oldukça zora girmiş durumda.
Şimdi karşımızda şöyle bir durum var, iktisadi ve siyasi performansı nedeniyle kendisine rıza üretmekte zorlanan iktidar çoğunluğu elde etmek için haysiyetini kırmaya yöneldiği Kürtlerin de oyunu almaya mecbur. Kurumsal kapasitesinin eritilmesine rağmen HDP’nin etrafına birikmiş oy oranının kırılamaması ise 7 Haziran sonrasında savaşı göze alan stratejinin yenilmesi anlamına geliyor. İktidar tekrar 7 Haziran sonuçlarına mahkum olmuş gibi bir durum var. Şimdi tekrar Kürtler içerilmeli ama nasıl? Siyasi aktör olarak tanınmak istenmezken bu nasıl mümkün olacak?
Kürtler Ne Yapacak
Burada herkesin cevabını aradığı soru kürtlerin ne yapacağı, kime oy vereceği. Artık mesele doğal olarak Yıldırım – İmamoğlu ikilisi içinden bir tercih yapmak değil. Tercih her halükarda bütün siyasi aktörler tarafından genel siyasete dair bir eğilim olarak okunacak ve oy verecek insanlar da bunun farkında olarak oy verme eğilimlerine yön verecekler. Fakat doğal olarak Kürtlerin homojen bir toplum olmadığı, hele metropol ortamında yaşamını yeniden kurmuş Kürtlerin sınıfsal ve kültürel farklılıklara sahip olduğu ve bununla birlikte sınıf içi ve kültürel grup içi farklılıkların da etkin olduğu biliniyor. Yaşamını yeniden kurmak deneyiminin herkes için kişisel bir tarih ürettiği de vakıa. Ama bütün farklılıkların içinden geçen ve kişinin geçmişini, kimliğini yorumlamasını ve geleceğini kurmasını sağlayan şey, kendi Kürtlüğü (artık onu nasıl yorumluyor ve kuruyorsa) ile ilintilendirdiği tanınma ve haysiyetini kazanma arzusu. Yine de bu arzunun metropol ortamında geçinme gerekliliğinin mecbur kıldığı sosyal ilişki ağlarından bağımsız olmadığı, bu ağların içinde ve bazen bu ağların baskısına karşı işlediği de akılda tutulmalı.
Bu koşullarda Kürtlerin oy verme eğilimlerini şekillendirecek olan ise, ilk olarak iki bloğun liderlerinin Kürtlerle ilişkilenme tarzları. Ama bu tarzı belirleyen, kısıtlandıran ve şekillendiren ise blokların yakın ve uzak geçmişi. İki blok da Türkiye’de hakim milliyetçi hegemonya altında iş görüyor ve bu durum doğal olarak ikisini de kısıtlıyor. Bu nedenle iki blok da Kürtleri bağımsız siyasi aktör olarak tanıdığını ilan etmekten imtina ediyor ve muğlak bir kardeşlik bağı üzerinden davet etmeye gayret ediyor.
Öyle görünüyor ki, Kürtlerle yakın geçmişi önce uzlaşma arayışlı fakat sonra kavgalı olan Ak Parti, hakimi olduğu bloğa davet ederken CHP’nin uzak geçmişteki Kürt karşıtlığını yardıma çağıracak. Buna karşın CHP’nin uzak geçmişiyle araya koymaya çalıştığı mesafe bu taktiğin iş yapmasını engelleyecek bir işleve sahip. Aslında bunu sağlayan Ak Parti’nin hemen 31 Mart öncesinde seçim tekrarı ihtimali yokken icra ettiği sert siyaset. Milliyetçi cephe olarak iktidarını koruyabileceğini düşünürken milliyetçi kodları sert kullanmak bugün için hesaplanamayan bir handikap üretti ve esnek dönüşler yapabilme kapasitesini sınırladı. Milliyetçi oyları kaybetme riski onu sınırlarken Kürtlerin oyunu alabilmek, hele de iktisadi performansa güven azalmışken hiç kolay değil. Üstelik şimdiki haliyle, Kürtlere sunulabilecek her şeyi sunduğunu söyler ve fazlasının istenmesini nankörlük olarak kodlarken. Diğer taraftan 2003 ve sonrasında iktidarının ilk iki dönemi boyunca toplumla müzakere eden bir siyasi hareket olarak değişen ve öğrenen dinamizmini kaybetmiş olması, kadrolarının bir çıkar ağı etrafında bütünleşmesi nedeniyle değişime direnci Ak Parti’yi yeni bir toplumsal tahayyül sunmaktan alıkoyuyor. Tabanıyla ilişkisi sınırlanmış, ganimetçi ekonomi-politiğe gömülmüş yapısı onu kurduğu düzenin esiri kılmış durumda.
Diğer tarafta CHP uzun yıllar bir devlet partisi olduktan sonra yakın zamanda devleti kaybetmiş olmanın şokunu ancak atlatabilmiş ve toplumsal bir harekete dönüşmesi gerektiğini yenilerde farketmiş durumda. Bu kolay bir süreç değil fakat iktidardan pay alabilmek için kendisiyle beraber geniş toplumsal kesimleri iktidar sahipliğine taşımadığı sürece kaybettiğine erişemeyeciğinin farkında. Bu durum onu Kürtlerle de iletişim kurmaya bir süredir zorlamış durumda. Hatırlatılan uzak geçmişine rağmen yakın geçmişte Kürtlerin maruz kaldığı baskıda aktif sorumluluğunun olmaması ise iletişim kurmasını kolaylaştıran bir olgu. Elbette içindeki sosyalist eğilimin bu süreci kolaylaştıran bir gelenek barındırdığı da unutulmamalı. Gözleyebildiğim kadarıyla Ak Parti’nin Kürtleri gölgesi altına davet tutumuna karşı, CHP son dönemde yanyana olmaya çağırırken daha eşitlikçi bir konumlanmayı önermesiyle ve iktidardan yoksun olmanın eşitleyeciliği ile konuşmasıyla daha avantajlı bir durumu koruyor.
Tabi ki iki bloğun da milliyetçi üyeleri var ve bu üyeler Kürtlerle iletişimin boyutunu belirliyor. Ak Parti cephesinde MHP, CHP cephesinde ise İyi Parti Kürtlerin iktidara ortak kılınmasına, siyasi aktör olarak tanınmasına rıza gösterecek bir performans sergilemiyorlar; fakat müesses nizama karşı muhalefet, yüksek imtiyaz sahibi milliyetçiye karşı düşük imtiyaz sahibi milliyetçi, devlet partisi olmaya karşı toplumsal hareket olmaya meyletmiş olmak gibi farklar iktidarın yeniden dağılımını mümkün kılacak koşullar içeriyor ve Kürtler için hayati hamle de buradan şekillenebilir.
Kürtlerin oy verme eğilimini belirleyecek ikinci faktör ise HDP’nin stratejisi. HDP seçimde başat aktör olamayacağı metropollerde kazananı belirlemeye yöneldi ve bu tercih 31 Mart’ta Kürtleri belirleyici bir pozisyona taşımaya yardım etti. Bu belirleyicilik aynı zamanda Ak Parti’nin MHP ile beraberliğini de sorgulanabilir bir boyuta taşıdı. Ak Parti içinde uzun süredir sessiz kalan Kürt elitlerinin cılız da olsa sesini yükseltmesini sağladı. Ak Parti, MHP ile birliktelik içindeyken söz söyleme cesaretlerini kaybeden Ak Parti içi Kürt elitleri; Ak Parti ile Kürtlerin iletişimini kolaylaştıran unsur olmalarına rağmen parti içindeki etkinliklerinin tırpanlanmasına yönelik bir sonuç olarak bu durumu görünür kıldılar. Meselenin sadece teknik bir sorun olarak gösterilmesi elbette bu elitlerin kendi beklenti ve çıkarları ile bağlantılıydı ve değerlerinin partileri tarafından anlaşılması için bir pazarlık söylemi kurmaya vesileydi. Fakat durumun bu sığlıkta yorumu, 2015’ten beri süren savaşın bir itiraza konu edilmemesi, hadi şöyle diyelim askeri zafer sonrası devleti bir siyasi sürece çağıracak bir söylem dahi kuramamaları yeniden etkin olabilmelerini zorlayan bir olguydu.
Buna karşın yakın dönemde HDP’nin siyasi performasının Kürtler içinde maruz kaldığı eleştiri; en azından 2015 sonrası toplumun gücünün tüketilişine, özgüveninin yok edilişine bir karşılık üretilememiş olması HDP’nin çağrısının etkisini normalde sınırlayabilirdi. Fakat karşı tarafta devletin askeri zafere ve bir dönem ele geçirdiği psikolojik üstünlüğe rağmen Kürt meselesinde suskunluğu tercih etmesi, bir siyasi vizyon ortaya koymaktan sakınışı HDP’ye karşı üretilmiş eleştirelliğin geri çekilişini sağladı. Nihai olarak “devlet zaten Kürdü istemiyormuş” hattına çekilen toplumsal duygu, politik performansı eleştiriye maruz kalan HDP’nin yeniden toplumla güçlü bir ilişki kurabilmesini sağladı. Üstelik bu durum, kurumsal kapasitenin minimuma indiği koşullarda oldu.
Üçüncü faktör ise Kürt elitlerinin tutumu. Çünkü Kürt elitleri devlet ile Kürt toplumu arasında aracılık rolünü son 35 yılın tahripkar savaşına rağmen yitirmedi. Hatta bu savaş nedeniyle yeniden üretebildi de. “Devlet ve partisi”* üzerinden kurulan iletişim toplum nezdinde de birilerinin muteber olmasını sağladı. Elbette bu muteberliğin içeriği bilhassa son dönemde ahlaki tartışmanın da konusu. Fakat bunu atlayarak şunu söyleyebiliriz ki, toplumsal refahın yeniden dağıtımının merkezi olan devlet ve partisi, Kürt toplumunun kendine yeten hane üretiminden kopması ile beraber oldukça kritik bir işleve sahip oldu. Hele metropol ortamında, sürgün sonrası yeniden hayatını kurmanın ve refahını sürdürmenin zorluğu; üstelik kentsel yoksulların grup dayanışması ile başka gruplara karşı konumunu korumanın mecburiyetini hissettiği koşullarda baskıcı bir güce erişebiliyor. Bir grubun üyesi olmak ve grup üzerinden dağıtılan ranta erişmek bu durumda belirleyici. Bu nedenle de devlet ve partisine bağlı kalmış elitlerin referansı hayati işlev görebiliyor. Fakat çoktandır Kürt elitlerinin toplum üzerinde etkisinin sınırlandığı da bir gerçek. Devlet ve partisi üzerinden ilişkilenilebilecek kaynakların sınırlanması da bu ilişkiyi zorluyor.
Buna rağmen İstanbul seçimlerinde bu elitlerin sadakat beyanlarını da almak isteyen devlet ve partisi, onları sahaya sürmeyi tercih ediyor ve bu ilişki üzerinden oy devşirmeyi arzuluyor. Muhtemelen, buradan gelecek oy şartına bağlı olarak Kürtlere karşı yeni bir yumuşama süreci de beyan ediliyordur. “Kanaat önderleri” muğlaklığı ile tanıtılan bu elitlerin kimliği pek aşikar değil ama eldeki mevcuda bakınca bunların genel olarak; 90’lı yılların savaşında rol almış aşiret seçkinleri, şehirli muhafazakar orta sınıf liderleri olarak eşraf, geleneksel meşruiyete dayanan dinsel seçkinler, statüsünü devlete bağlılığa borçlu olan taşralı profesyonel siyasetçiler, Türkiye sağıyla ilişkili yükselme arzulu Kürt okur-yazarlar olduğu görülebilir. Bunların bir kısmı rant dağıtıcı işlevi bir kısmı ise söylem üretebilme kapasite nedeniyle devlet ve partisi ile ilişki kurabiliyor. Fakat ilginç olan özellikle söylem üretebilen aktörlere bakıldığında, CHP bloğunun uzak geçmişinin çokça yardıma çağrılması. Çünkü Ak Parti’nin sunabileceklerinin kısıtlılığının onlar da farkında ve statülerinin gömülü olduğu ağlar onları arzuyla değil kerhen ajitatöre dönüştürmüş durumda.
Özellikle 2015’te başlayan savaş sonrası toplumsal alanda statüleri ve saygınlıkları devlet nezdinde yeniden muteber bir konuma yükselmiş olmasına rağmen aynı süreçte toplumsal refahın dağılımında eşitsizliğin artması ve toplumun maruz kaldığı baskının hafiflemememiş olması bu elitlerin ahlaki güvenilirliğini ve dolayısıyla propagandalarının etkisini kırıyor.
Devlet ve partisi safındaki bu elitlere karşı özellikle yeni nesil okur-yazarların bir kısmı ise uzak geçmişine mesafelenen, değişim geçirdiğini göstermeye çalışan ve doğal olarak yeni bir siyasi merkez olabilmeyi vadeden CHP lehine tutum değiştiriyor. Ak Parti’nin söyleminde ahlaki meşruiyet kaygısına yer vermeyen bir harekete ve statüko koruyucusuna dönüşmesi de bu elitlerin tutum değiştirmesini kolaylaştırıyor. Bu birlikteliğin sonuç alıcı olması ile beraber CHP’nin değişimini hızlandırması ve bu haliyle yeni bir dalga oluşturması da muhtemel ama bunun için seçim sonuçlarını beklemek gerekiyor. Bunun yanısıra elitler bahsinde unutulmaması gereken bir grup da HDP şemsiyesi altında siyasal tutumlarını belli eden bir grup. Bu grubun tutumu HDP bahsinde geçen dinamiklere bağlı olduğu için burada sadece şunu hatırlatmak yeterli olabilir: HDP, Kürt siyasetinin büyük belirleyeni olduğundan beri, Kürt toplumunun elitleri arasında büyük bir alan içi konum kapma mücadelesi var ve ahlaki meşruiyeti elinde tutamamak, toplumun savunucusu olma hakkını kaybetmiş olmak, bu mücadelede devlet ve partisine bağlı elitleri savunulması oldukça zor bir pozisyonda tutuyor.
Saadet ve Hüda-Par Aktörleşebilecek mi
Son olarak bir arayışa ve bir bütünleşmeye değinmek gerekiyor. İlk olarak, Saadet Partisi’nin varlığı ve iki blok arasında durmayı tercih edişi, Ak Parti’den kopmak üzere olan Kürtlerin kopuşunu da kolaylaştırıyor. Çünkü Ak Parti’nin siyasal tutumu dini mensubiyetle eşleştiren söyleminin kırılmasını sağlıyor. Fakat söylemin varlığı tek başına bir partinin etkin bir oluşuma dönüşmesine şimdilik yetmemiş görünüyor. Yine de Saadet Partisi’nin bu kutuplaşma ortamında yenilenen İstanbul seçimlerinde oyunu arttırabilme ihtimali var ve bunun gerçekleşmesi durumunda, daha sonrası için hem Kürt oyu alabilme imkanına kavuşması mümkün hem de İslamcı siyaset arayışlarına ahlaki tükenmişlik ortamında nefes aldırabilme imkanı gelişebilir. Fakat bugüne kadar olup bitene itiraz için, Saadet Partisi’nin küçük de olsa henüz bir karşı-çıkış bloğu oluşturamaması aynı zamanda İslamcı siyaset iddiasının da zorluğunu gösteriyor – her ne kadar Saadet Partisi bu kavram altında bir iddia taşımadığını belirtse de.
Diğer taraftan 2015 Kasım’ından sonra neredeyse bütün seçimlerde Ak Parti bloğu içinde hareket eden Hüda-Par ise, söylemindeki ayrıklığa rağmen oy verme noktasında tabanını her seferinde yönlendirmesi nedeniyle neredeyse Ak Parti ile bütünleşti. Bütün kritik eşiklerde, aciliyet hissi eşliğinde Ak Parti lehine alınan tutumlar tabanının sağ-muhafazakar bir partiden tarihsel farklılığını da neredeyse sildi. Yenilenen İstanbul seçimlerinde yine Ak Parti’den yana tutumları devam edecek görünüyor ve bu durum Hüda-Par’ın Kürt siyasetinin ikinci ana-damarı olabilme imkanlarını tamamen tüketecektir. Çünkü bağımsız söz sahibi olduğu iddiasına rağmen siyasal varlığını başka bir partiye ısrarla sunma tutumu; özellikle devlet ve partisinin ahlaki tükenmişliği, ganimetçi ekonomi-politiğe gömülüşü ve siyasi değişime direnci söz konusuyken, Hüda-Par’ın kendi tabanı ve toplumu olarak belirlediği kesimlerle müzakeresini yok ediyor. Buna rağmen 23 Haziran’a doğru tabanını Ak Parti’ye ikna ediş oranını görmemizi sağlayacak bir veri için özel bir çalışma gerekebileceğini de akılda tutmalıyız.
Sonuç
Uzun lafın kısası, az gittik çok durduk ve sonunda Türkiye siyaseti 7 Haziran sonuçlarına yeniden demirledi. Artık bütün tercihler, sonucu kabullenilmemiş 7 Haziran 2015 seçimlerini yeniden hatırlatacak şekilde beliriyor. O sonuçların geçici olmadığı; Türkiye değişirken, iki büyük iki orta ölçekli toplumsal bloğun siyasal alana varlığını yansıttığı ve bunun uzun vadeli bir durum olduğu yeniden açığa çıktı. Oysa 2015’te büyük bir Türkiye koalisyonu kurulabilir; Kürt sorununun çözümü için Ak Parti-CHP liderliğinde geniş bir Türk koalisyonu, Kürt cephesi ile müzakereye oturabilir ve böylece barışın toplumsal açıdan kabullenilebilirliği arttırılabilirdi. Diğer taraftan iktidardan yoksun kalmış seküler toplumsal kesimler ve özellikle Alevi toplumu, Gezi direnişi sonrası CHP aracılığı ile iktidara ortak kılınabilirdi. Fakat bu imkan kaçtı. Ak Parti içinde iki eğilim o dönem birbiriyle kapıştı ve iktidarın tamamını isteyen eğilim ile iktidarını bölüşerek süreklileştirme yanlısı eğilim arasındaki mücadelede uzun bir zamanı kaybeden Türkiye toplumu oldu. Sürecin doğal mağduru ise iktidarı elde tutmak için yükseltilen milliyetçi dalganın etkisiyle Kürtler oldu. HDP tabanını aşacak şekilde bütün Kürtlerin, daha fazlasını isteme nankörlüğü ile suçlandığı dört yılın sonunda Kürtler yeniden bir davete konuk oluyor. Türkiye’nin büyük problemi nihayetinde hala aynı; Kürtler nasıl içerilecek? Adlarıyla mı adlarını dışarda bırakmaya mecbur bırakılarak mı? Uzun bir süreç fakat Kürtlerin adının dışarda bırakılmasının hiçbir derde deva olmadığı ve Kürtlerin adlarından kopmaya razı olmadığı inşallah anlaşılmıştır.
* Ak Parti’yi artık bir toplumsal hareketin temsilcisi olarak ele almaktan ziyade özellikle Kürt illerinde temsil ettiği güç nedeniyle devlet partisi olarak düşünmek süreci anlamayı kolaylaştıracaktır. Fakat burada “devlet ve partisi” derken MHP’yi de dahil etmek gerekecektir – yenilenen İstanbul seçimlerinde Kürtlerin muhatabı sadece Ak Parti kılınmasına rağmen. Bu, aynı zamanda son iki seçimde bazı Kürt illerinde MHP oyunun artışını da anlamayı sağlar. Çünkü MHP’ye oy veren bazı yerel toplulukların refleksinin arkasında, doğrudan devlet ile ilişki kurarak yeniden imtiyaz edinmek için devletin değişmeyeceyi düşünülen sahibini tercih etme arzusu görülebilir.
Öne çıkan görsel:
https://www.gazeteduvar.com.tr/politika/2018/06/12/hdpnin-istanbul-mitingi-belli-oldu/