Burhan Sönmez – Cami Avlusundaki Basit Soru

BURHAN SÖNMEZ

Yaz bitti, cami avlularına sonbahar indi. Son şairler ordusunun neferlerinden Arif Damar’ın tabutu, musalla taşına kondu. Yüz sürmedik, ama şiir sayfalarıyla kaplı tabutuna her birimiz sırayla gönül sürdük.

Şairlerin söz insanı olduğu sanılır. Oysa bir gönül borcunu öder gibi bağlandıkları bu hayatta hiçbir söz onların varlık içindeki gurbetine tercüman olmaya yetmez.

Günlerden Cuma’ydı. Cami avlusundaki kalabalık tabutun başında beklerken, içeride imam vaaz veriyordu. Hoparlördeki sesi dışarı geliyordu.

“Sakının ha!” diyordu imam, “Fakirlerin ekmeğine el uzatanlardan sakının.”

Avluda bekleyenler kendi aralarında usul seslerle konuşuyorlardı. Caminin içinde vaaz dinleyen cemaatle ayrı nehirlerden gelmişlerdi buraya. Bu hayata ve zulme dayanmanın farklı yollarında yürüyorlardı.

İmam içeride vaaz vermeye devam ediyordu:

“Yazıklar olsun o vurgunculara. Onlar ki, yoksul halkın sırtından vurgun vurarak köşeyi dönüyorlar. Ama bilmiyorlar ki, cehenneme dönen bir köşedir bu. Yılandan çiyandan kaçan inanmış insanı Allah’ın adıyla kandırıp aldatıyorlar.”

Ne güzel bir ifade: Yılandan çiyandan sakınan insanlar, kendi inançlarıyla aldatılıyorlar.

Önümde duran kadınlardan biri, “Bu imam da komünist herhalde” dedi.

İmam, caminin içindeki cemaate, onların diliyle ve vidanıyla konuşurdu. Ama dinin “yüksek siyasetini” belirleyen uzmanlar ve İslam hukukçuları, büyük ticaretin ve sermaye akışının ihtiyacına göre “yorum yaparlardı.”

Gazetelerde yazan, televizyonlarda görüş belirten “İslam alimleri” IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve özelleştirmelerin “caiz” olduğunu anlatırlar. Buna sadece “ahlaki” bir eleştiri ve sınır getirirler. O ahlak kısmını anlatıp, müminlerin kalbini tatmin etmek ise imamların görevidir. Aşağıdakilerin işi budur.

Bu yüzden imamlar, haktan ve halktan yana konuşurlar, ama yukarıdaki din ve sermaye üstatlarının iki yüzlülüğünü açık edemezler.

İnananlar ikiye ayrılır, bir yanda emeğinin ahlakına sahip çıkanlar, diğer yanda büyük sermayeye din eliyle ahlak giydirmeye çalışanlar. Çağlardır, insanlara din adına belletilen iman, bu ikili esas üzerine inşa edildi.

Bu yüzden, ülkemizin tarihinde son iki yüz yıldır, sömürüye karşı ve yoksulluk aşkına tek bir “dini” isyan olmaması tesadüf değil.

İnsanlar kültürel ve siyasi konularda tepki ortaya koydular, şeriat için, halife için, kılık kıyafet için. Ama ekonomik ve sınıfsal olaylarda hiçbir ses çıkmadı, çıkmıyor.

Burada görünmez bir duvar inşa edilmiş durumda.

Sorulardan biri, bu duvarı kimin yıkacağıyla ilgilidir. İslamı sermayeye bağlamış olanlar mı, yoksa kalpleri haktan yana çarpan müminler mi? Ya da bu cami avlusunda bekleyenler ile içeride namaza duranlar birlikte mi yıkacaklar bu duvarı?

Sokaktan geçen biri baktığında, avluda duranların inanmayanlar, içeridekilerin ise inananlar olduğunu düşünürdü. Bu tasnif, basit ve doğru görünebilir. Ama gerçeği açıklamaz. Kimin neye inanıp inanmadığı herkesin kendi dünyasına aittir. Oysa insanlar, inananlar ve inanmayanlar diye ayrılmaz. İnsanlar, ezenler ve ezilenler diye ayrılır.

Yazıklar olsun o vurgunculara, diyen herkesin kalbi birdir. İster caminin içinde ister caminin avlusunda olsunlar. Onlar ki, yoksul halkın sırtından vurgun vurarak köşeyi dönenlere lanet ederler. Yılandan çiyandan kaçan inanmış insanı Allah’ın adıyla kandıranlara lanet ederler.

Şairin tabutu kaldırılır. Onu bekleyen toprağa götürülür. Her defin, geride kalanlara emanet edilmiş bir definedir. Ve asıl soru orada belirir:

Cami avlusunda bekleyenler ile içeride namaz kılanlar nasıl bir araya gelecek? Aralarındaki duvar nasıl aşılacak?

En basit soru, bazen en zor sorudur.

Not: Geçen haftaki yazımda, Kundera yerine yanlışlıkla Kant yazmışım. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.

(28 Ekim 2010)

Kaynak: Birgün, 2008-2010

İrtibat: burhansonmez@hotmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir