Rejim Krizi, Beka Sorunu ve Yerel Seçimler
22 Temmuz 2002’de koalisyon hükümetinin başbakanı Bülent Ecevit yaklaşan tehlikeyi şöyle ifade ediyordu:
“Türkiye’de siyaset yerine oturmadı. Ciddi olarak irdelenmesi gereken birtakım oluşumlar var. … Bunların başında iki yeni parti geliyor. HADEP ve AKP. Ben hiçbir zaman anketlere fazla güvenmedim ama AKP’nin birinci olacağı, HADEP’in de barajı aşabileceği iddiaları var. Bu iddialar gerçekleşirse Türkiye çok ciddi bir rejim sorunuyla, hatta rejimin ötesinde sorunlarla karşılaşabilir. 28 Şubat’ı kastetmiyorum. Demokrasinin doğal sürecinde rejim açısından tehlikeleri önlemenin gerektiği ve mümkün olduğu kanısındayım. Ama dikkat ederseniz önde gelen iddialı partilerin hiçbiri bunlar üzerinde durmuyor. Hatta bu partilerden bazıları HADEP’le işbirliği yolları arıyorlar.”[1]
Siyasi gücünü seçim sandığında göstermek isteyen Kürt hareketi ile kitlesel bir harekete dönüştüğü sırada kazandığı iktidarı elinden alınmış Refah’ın genç ekibinin milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan günlerin başlıca öcüleri olarak ifade edilmesi şaşırtıcı değildi. Fakat Ecevit’in söyleminin üstenci hali dikkat çekiyordu: Memleketin rejim krizi altında olduğu, AKP ve HADEP’in bu rejim krizinin başlıca aktörleri olduğu. Ecevit 28 Şubat’a göz kırpıyor, devletin sahibi olmasa da devletin sahiplerini tanıdığını söylüyordu “ağa”nın “kâhya”sı modunda.
Yıl 2002’ydi. Dört ay sonra gerçekleşen seçimlerde Erdoğan’ın AKP’si tek başına iktidar olacak, hatta neredeyse anayasayı değiştirebilecek çoğunluğu kazanacaktı. AKP’ye oy veren yaklaşık 11 milyon, HADEP’e oy veren yaklaşık 2 milyon insan rejim krizi tehdidini umursamamıştı.
31 Mart yerel seçimlerine bir gün kaldı. Beş yıl önceki seçimler de dahil olmak üzere son beş yılda Türkiye’nin yedinci seçimi olacak. Ekonomik zorluklar, Golan Tepeleri, Yeni Zelanda saldırısı vs. derken seçimlerin sonucu yine tahminden uzak.
Seçim dönemi boyunca tek taraflı bir agresifliğe maruz kaldık. Bu tek taraflı agresiflik karşısında rakip bulamadı. Bu ölçüde de absürt göründü. İktidar medyası sokakları arşınlayan bir mahalle kabadayısı tadında dişine göre bir rakip arıyor. “Neyse Silivri soğuktur şimdi”de özetlenen bir bıkkınlık muhalefete hâkim. Kimse saçma bir siyasi cebelleşmeden dolayı tutuklanmak istemiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her seçim daha da sertleşen söyleminde muhalefet partilerinin ittifakı “zillet ittifakı” olarak tanımlanıyor. Erdoğan’ın yanı sıra Cumhur İttifakı adayları da bu söylemleri yürütüyor. Millet İttifakının doğrudan terör örgütlerinden emir aldığı, DHKP-C’lilerin su sayaçlarını ölçmeye geleceği iddiaları Türkiye siyasi tarihine renk katıyor. Kayyım tehditleri de gündemde elbette. Bunun da ötesinde özellikle Ankara Büyükşehir Belediyesi seçimleri için muhalefetin adayının seçilmesi halinde bile “durumunun hayra alamet olmadığı” sıklıkla dile getiriliyor.
Erdoğan 17 yıl önceki Erdoğan değil. Belki de yaşlılık insanı muhafazakarlaştırıyor. O eskinin siyasi zekasını ustaca kullanan Erdoğan’ı uzun zamandır uğramıyor siyasi sahneye. Tek adamlığını tesis ettiği “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde siyasi olarak antrenmansızlığın sıkıntılarını yaşıyor gibi. Yalnızca muhtarlara hitap ederek geçirdiği dört yılın ardından yeni hükümet sisteminde aradığını bulmuşsa da oyunun kurallarını yeri geldiğinde değiştirebilecek güce sahip olması ve bu gücü kullanması Erdoğan’ı siyaseten düşürdükçe düşürüyor.
AKP de eski AKP değil. Övünülen her şeyin alt üst oluşu eminim ki partilileri de şaşırtıyordur. Artık 500 lira ile sosyal yardım yapılabilecek ve pekâlâ birçok aileyi rahatlatabilecek bir devirde yaşamıyoruz. Faturalar, kiralar, evin temel giderleri derken yoksulun gerçekten çok yoksul olduğu bir dönemdeyiz. Tanzim satış yapılması sosyal belediyeciliği, sosyal devleti kurtarmıyor.
İktidar bloğu bu sıkıntıların farkında. Gerçekten de korkuyorlar güçsüz kalmaktan, öyle ki İçişleri Bakanı Soylu “Bizi güçsüz bırakmayın” diye sesleniyor mitingde. Ne idüğü belirsiz vidyolar sosyal medyada dolaşıyor, dindar-muhafazakâr halkı korkutuyor. İktidar kendi korktuğu ölçüde bizi de korkutuyor esasen.
Yazının başlangıcında Ecevit’ten bir alıntı yapmıştık. Erdoğan yirmi yıl önceki siyasi rakibi Ecevit’ten farklı bir dil kullanmıyor. Bu söylemin en çok benzeştiği nokta şu; Ecevit’in 2002’deki rejim krizi söylemi Erdoğan’ın “beka sorunu” söyleminden farklı değil. Belli ki her devrin iktidarı insanları kendi yoksunluğuyla tehdit etmekten çekinmeyecek. Ne kadar başarılı oldukları ise sandık sonuçlarında ortaya çıkıyor.
Yazının sonunda yine bu sitede yayınlanan seçim bildirisinin ışığında bütün bir korku tablosunun bilincinde olarak umudu ve cesareti savunuyoruz.[2] Korkmak biz garip kullara mahsus bir duygu ve korkmak için çok sebebimiz var. Fakat bir şeylerin değişmesi için de en azından cüret etmek, cesaret göstermek lazım. 2002’de rejim krizi tehditlerine pabuç bırakmayıp AKP’ye oy veren ve iktidarın el değiştirmesini sağlayan milyonlarca insan kadar cesur olup, oyumuzu demokratik bir memleket için vermemiz lazım.
Son sözümüz de iktidar sahiplerine olsun. 17 yılın sonunda her alanda gittikçe eriyen, vaktiyle düşmanlarının kendisine karşı iştahla kullandığı aygıtları kullandıkça düşmanlarına benzeyen bir siyasi hareket olarak keşke bu kadar korkacağınız işler yapmasaydınız. Dua edelim ki tövbe etmeye imkânınız olsun.
[1] http:// http://www.hurriyet.com.tr/gundem/ecevit-erken-secim-rejim-sorunu-yaratabilir-86248
[2] https://www.emekveadalet.org/sozumuz/iktidar-korkuyla-mucadele-umutla-buyur/