Dünya Denen Siyasetimiz…
Hepimiz, her birimiz kendi hikayemizi anlamlı kılmak için birçok şey deneriz. Kimi parayla motive olur, kimi statüyle… Kimi çoluk çocuğuyla övünür, kimiyse sahip olduğu boş vakitle. Ancak her birimiz hikayelerimize dair az çok politik bir dile ihtiyaç duyarız. Büyük veya küçük anlatılar kurmaksızın veya halihazırda kurulu anlatılara bel bağlamaksızın politik varlığımızı ayakta tutmamız pek mümkün değil. Bu anlatıyı biz kurmasak da ailelerimiz, çevremiz, medya, parti ya da cemaat önderleri yerimize onu kurar.
Din, bu noktada hem dünyaya hem ölüm sonrası beklentilerimize dair bir veya birden çok anlatıyı bünyesinde ihtiva eden bir mümkünlükler toplamıdır aynı zamanda. Din, ölümden sonra ereceğimiz mükafat ve cezaya, ve bizzat bizim ve çevremizdekilerin ölümünde yoğunlaşan acziyete dair bir boşluğu doldurduğu gibi, dünyada da cemaatimize (çevremize), kiminle, nasıl yürüyeceğimize, nelerle motive olacağımıza dair bütünlüklü birçok hikayenin kesişiminde öylece durur. Elbette bu ikisini, yani dinin yaşama ve ölüme bakan yönlerini birbirinden ayrı düşünmek oldukça zor. Ama bu yazının konusu değil, geçebiliriz.
Dünyaya dair din merkezli bir anlatı kurmak benim gibi düşünen insanlar için gün geçtikçe zorlaşıyor. Bu zorluğun uzun tarih içindeki sebepleri oldukça seküler-temelli gözükse de, pençesinde kıvrandığımız sağcılık bağlamında pek de seküler olmayan itkilerden bahsetmek fazlasıyla mümkün. Tepemizde zebellah gibi sallanan muhafazakâr demokrasinin ışın kılıcını kast ediyorum evet. İktidarlar ideolojik varlıklarının tam tersi yönde vicdani bir meşruiyet üretmekle meşhur. Belki de bu, iktidar olgusunun fıtratımıza mugayyer ontolojik kötülüğüne dalalettir kim bilir.
Ölüm sonrasına dair duygu ve düşünceler feda edilerek dünya refahı kazanılabilir mi? Elbette. Bunun tam tersi zaten din demek. Dünya hayatının zorluklarına karşı sabrederek-direnerek (belki de çileyle) ahiret mutluluğu hak edilir. Din temelli anlatıların siyasal ayağı (İslamcılık demek yanlış olur) dine referans vermeden tuvalete bile gitmeyen siyasetçilerin ülkesinde ciddi bir meşruiyet sorunu yaşıyor. Dinin üzerine basarak icra edilen türlü çakallık, sahtekârlık, tüccarlık, münafıklık, bizi din ve siyaset arasındaki rabıtadan da soğutuyor. Bu meşruiyet krizinin hemen akabinde iki büyük anlatıdan birini, “dünya temelli tutarlı bir siyasallık” ve “ahiret temelli tutarlı bir dindarlıktan” birini seçmeye mecbur hissediyoruz, tutarlılık gereği… Ya da bir başka ifadeyle, bununla başa çıkamıyoruz(!). Bizi İslamcılık’tan, İslamcıları ise politik alandan uzaklaştıran bir sürecin motor gücü oluyor iktidar. Ancak politik alan boşluk kaldırmıyor, yine bizzat iktidar tarafından “İslam Coğrafyası” ile, yahut milliyetçi-sağcı diskurdan ödünç alınan kavramlarla dolduruluyor bir biçimde. Dünya siyasallığının sahici gerilimlerini (Kürt meselesi, Emek sömürüsü, Emperyalizm, Ataerki, vs.) merkeze alan ve İslamcılıktan gün geçtikçe uzaklaşan (hatta yer yer anti-islamcılık bayraktarlığını üstlenebilen) bizler içinse, siyasal anlatımıza paralel bir biçimde hayat görüşümüz de gün geçtikçe dünyevileşmekte. Ölüm sonrasına dair duygu ve düşünceler feda edilerek dünya refahı kazanılabilir mi diye sormuştum. Soruyu değiştiriyorum: Ölüm sonrasına dair duygu ve düşünceler feda edilerek tutarlı bir dünya siyasallığı (anlatı) elde edilebilir mi? Bu soruyu sormadan ilerleyebilir, yeni bir anlatı inşa edebilir miyiz?
Yaşadığımız dönüşümler boyunca hepimizin envai çeşit kişisel sebepleri var elbette. Kişisel sebeplerden azade bir dönüşüm zaten mümkün olamazdı. Burada öznel olanı bypass etmeye mecburuz. Ancak bu dönüşümün kamusal sebepleriyle hesaplaşabiliriz. Öte yandan içinde bulunduğumuz durumu bir çeşit “dinsizleşme” olarak görmek bir hayli güç. Rutinlerle aramıza giren mesafeleri sorunsallaştırmak, zaten içimden gelmiyor. Bir çeşit ehlikitaplık belki bizimkisi. Bu yönüyle Allah’a, “diğer”lerinden daha uzak olduğumuz da söylenemez.
Yine de (geçmiş) dindarlığımız hakkını vermediğimiz, yeterince konuşmadığımız, hesaplaşmaya cüret etmediğimiz bir mesele olarak öylece duruyor.
*Yazı ilk olarak İde Blog’da yayınlandı.