Üniversitede Körlük: Ceren Damar Cinayeti
Ceren Damar. Yirmili yaşlarında bir araştırma görevlisi. Sınav gözetmenliği yaptığı esnada kopya çekerken yakaladığı ve tutanak tuttuğu bir öğrenci tarafından öldürüldü[1]. İşlenen cinayet üniversite tarafından uzlaşma kültürünün eksikliğine bağlansa da[2], farklı boyutlarla değerlendirilebilecek bir hüviyete sahip. Bu vaka bir kadın cinayeti olduğu kadar bir iş cinayeti de aynı zamanda. Ben müteveffanın hukukçu meslektaşı olarak bu olayın iş cinayeti boyutunu tartışmak istiyorum. Zira bu cinayetin sorumlularının tespit edilmesi, bir daha böyle olayların yaşanmaması açısından hayati önem taşıyor. Çünkü Ceren Damar cinayeti sadece manyak bir öğrencinin psikopatlığı ile açıklanamayacak olan ve akademide artık sistematik hale gelen psikolojik şiddetin ve emek sömürüsünün son halini tanımlıyor. Eğer henüz mobbingden intihar etmedilerse[3], araştırma görevlilerinin öğrenciler tarafından öldürülebiliyor olmasının daha yapısal gerekçeleri var.
Araştırma görevlisi kimdir? Kanunda[4] net bir tanımı olmadığı için üzerine her yükün rahatça bindirilebildiği bir kişi; yeri geldiğinde fakülte dergisinin çıkabilmesi için bir haftada makale yazması beklenen, yeri geldiğinde akademik teşvik kovalanan düzmece kongrelere ortak isimle bildiri çıkarması istenen. Bu akademik kandırmacaların yanında fakültenin her idari işini de yapmakla mükellef olan. Tanım ucu açık oluşuyla amir statüsündeki herkese araştırma görevlisine psikolojik şiddet uygulama hakkı tanır. Egosunu kimsenin okumadığı doktora tezlerine ve kimsenin katılmadığı ulusal-uluslararası kongrelerde bildiri sunmuş olmaya borçlu öğretim üyeleri, kadro statülerinden kazandıkları akademik titrler vasıtasıyla araştırma görevlisine posta koymaktan çekinmez. Sıradan ve görece kurumsal bir devlet üniversitesinde standardı böyle olan araştırma görevlisinin şartları taşradaki bir üniversitede veya bir özel üniversitede[5] daha da ağırlaşır. “Vakıf” oluşu yalnızca kanuni tanımından kaynaklanan, şirket mantığıyla işletilen özel üniversiteler araştırma görevlisinden her şeyi ister. Sözgelimi bir iş görüşmesinde: “- Bu kuruma her şeyinizi katmanız gerekiyor Hikmet bey, burada çok idari iş var. Sizden beklentimiz yüksek.” şeklinde bir ifade ile karşılaşmanız mümkündür.
Gerçekten de taşradaki üniversiteler ve özel üniversiteler bu ilişkiler ağının daha da çirkinleştiği yerlerdir. Saramago’nun Körlük romanında anlattığı, genel hatlarıyla burjuva demokrasilerinde görülen, herkesin kör olduğu bir vasatta deneyimlenen ikiyüzlülük hali taşra ve özelde berraklaşır. Bir kere akademik kültür ülkenin çoğu üniversitesinde olduğundan çok daha vahim bir biçimde eksiktir. Hele bir de adına hukuk fakültesi dediğimiz şeyin -büyük üniversitelerdeki halini saymazsak- zaten dört amfi, transfer edilen doktoralı öğretim üyeleri ve işçi karınca araştırma görevlileri ile kurulması en ucuz fakülte olduğunu düşünürsek kurumsallık hayal olur. Harcanılanın misliyle kazanıldığı kar amaçlı ortamdır hukuk fakültesi; özel üniversite için öğrenci ücreti, taşradaki devlet üniversitesi için yaz okulu ücreti.
Hal böyle olunca, nasıl ki Müge Anlı programlarına katılan vahşet olaylarının tanıkları düşük nüfuslu taşra kasabalarından çıkıp geliyorsa, akademik kadrosu eksik, doldur boşalt ile yürütülen fakültelerde de benzeri vahşet olayları rahatlıkla yaşanabilir. Haddi hesabı tutulmayan ahlaksızlıkların hiçbir şahidi yoktur. Varsa bile yoktur; çünkü yüksek lisans veya doktora tezi vardır araştırma görevlisinin. Tez izleme komitesi vardır. Doktora yeterliği vardır. Ahbap çavuş ilişkisine mahkum edilmiş akademik süreçler, yeri geldiğinde doçentlik sınavı için hükümete ağlayan kişileri de düşündüğümüzde trajikomik bir hal alır. Hoca takarsa tezden geçemezsiniz. Köprüyü geçene kadar hocanıza ne diyeceğiniz, köprüyü geçme planlarınızla paralel yürür. Sabretmeniz tavsiye edilir.
Sabrı bir kenara bırakıp mücadele etmek isteyen araştırma görevlisinin beyanı değer görmez. Çünkü o sadece bir araştırma görevlisidir. Gidip uğradığı mobbingi, yaptığı angaryayı başka bir hocasına da anlatamaz. Bilir ki o hoca da kendi araştırma görevlisine aynı muameleyi yapmaktadır. Öğretim üyesi ağadır, paşadır. Belki şurada ufak bir araştırma görevlisi vardır, kendi işlettiği dersin sınav değerlendirmesini yapması gereken. Araştırma görevlisinin alanı o sınavın alanı ile aynı olmasa da bu öğretim üyesini ilgilendirmez. O ki hocaların hocasıdır, adı duyulmamış bir Orta Asya üniversitesinin tertip ettiği bir “uluslararası” kongrede Google Translate ile İngilizceye çevrilmiş bildirisini sunmak için gitmiştir (tabii akademik teşvik, bilimsel araştırma projesi (BAP) ve diğer ücretler saklı kalmak kaydıyla).
Özel üniversitede sözleşmeler her yıl yenilenir. Performans eksikliğinden kadrodan atılabilirsiniz, o yüzden patronla iyi geçinmeniz gerekir. Devlet üniversitelerinde bu husus kendini 50/d statüsüyle gösterir[6]. Doktora eğitiminizden sonra zaten atılacağınız ama o zamana kadar da çeşitli bahanelerle kadronuzla ilişiğinizin kesilebileceği güvencesiz, dibine kadar esnek bir statü olan 50/d’de çalışırsınız. Burada amaçlanan husus araştırma görevlisini yetiştirip iyi bir öğretim üyesi haline getirmek değildir. Amaç yapılması gereken ayak işlerini memur kadrosunun da eksikliğinden sebeple araştırma görevlisine yaptırmaktır.
Elbette bu kadar saygı duyulmayan, bu kadar aşağılanan araştırma görevlisinin saygı görmesi mümkün olmaz. Basit hatalardan dolayı öğrenciler önünde azarlanan, her ayak işini yapan, idari işlere koşturan ve öğrenciyle yüz-göz oluşu bu kadar abartılan bir insan kimseden saygı görmez. Hele de son dönemde toplumda baş gösteren muhbirlik kültürünü, Abdülhamit dönemini andıran bir CİMER’e şikayet mekanizmasını düşünürsek, her hareketiyle her zaman topun ağzında olan gariban araştırma görevlisinin geriye hiçbir şeyi kalmaz. Beğenmiyorsa çeksin gitsindir. Özel sektörde veya avukatlıktaki şartları biliyor mudur. Akademik hayatı böyle yürümeyecektir. Tehditlerin ardı arkası kesilmez. Bunların normalliğine alıştırılan araştırma görevlisi hayatına devam etmeye çalışır, fakat Ceren Damar örneğinde gördüğümüz üzere bunu da başaramaz. Sahiden, bu ölümlerin sorumlusu kimdir? Dersi geçmek için gözü dönmüş bir psikopat mıdır Ceren hocamızı aramızdan alan? Yoksa kurumsallaşmış bir şiddet ağına düşen her araştırma görevlisi o yolun yolcusu mudur?
Yaptığı yanlıştan dolayı utanmayan, aksine rencide olduğu ve gururu incindiği için gencecik bir kadını vahşice öldüren bir öğrenciyi yaratan karanlık. Gelin bununla yüzleşelim. Bırakalım bir katili, katili yaratan şartlarla yüzleşelim. Mesela her döneminde siyasal iktidarın ceberut müdahalelerine maruz kalan Türkiye’deki akademik camia, en başta YÖK, sorumludur Ceren hocanın katlinden. OHAL dönemindeki KHK’larla iyiden iyiye kuşa çevrilen akademik ilişkiler geleceğe yönelik de hiçbir umut vaat etmiyor. Birbirini gammazlayan, ihbar eden öğretim üyeleri elbette gencecik araştırma görevlilerini ekmekleri ile tehdit etmeye, kendilerini her şeyin sahibi sanmaya devam edecekler.
Bu şartların tartışmasız olarak bir diğer müsebbibi de bilimin ve sanatın performansa odaklı Fordist imalat zinciriyle üretileceğini zanneden kıymetli iktidarımızdır. Güvencesizleştirilen, amirinin insafına bırakılan gariban araştırma görevlilerinin statüsü baştan ayağa piyasa ekonomisine peşkeş çekildi. Bu piyasacı anlayışla bilim üretilemeyeceği açık olsa da iktidarın amacı üretmek değil, üretiyormuş gibi görünmektir. Nasılsa yukarıda sıklıkla adını andığımız öğretim üyeleri bir şeyi yapıyor olmuş gibi görünüyorlarsa, siyasal iktidarın da onlardan farkı yoktur.
Bu satırların yazarı bir çöküş tablosu resmettiğinin farkında. Karamsarlık insanın içine işliyorsa ve çıkar yol yokmuş gibi görünüyorsa bu abartıdan değil, gerçeğin yorumsuz naklinden kaynaklanıyor. Belki de gerçekten çökmüşüzdür de haberimiz yoktur.
[1] “Ceren Damar Şenel’in katil zanlısı tutuklandı”, https://tr.sputniknews.com/turkiye/201901031036922822-cankaya-universitesi-ceren-damar-katil-zanlisi-tutuklandi/, [Erişim Tarihi: 05.01.2019].
[2] “Çankaya Üniversitesi Balgat Kampüsü Hukuk Fakültesi’nde 2 Ocak 2019 tarihinde yaşanan menfur bir saldırı sonucunda Üniversitemizin değerli akademisyenlerinden Araştırma Görevlisi Ceren Damar Şenel’i sonsuzluğa uğurladık. Acımız büyüktür. Toplumların bu tarz şiddet eğilimlerinin, ancak Araştırma Görevlisi Ceren Damar ŞENEL gibi uzlaşma kültürünü yaygınlaştırmayı ilke edinmiş idealist eğitimcilerle çözülebileceğine inanıyoruz. Ülkemizdeki tüm paydaşlarla birlikte bu kültürün en kısa zamanda hayata geçirilmesine yönelik atılacak adımlarda Çankaya Üniversitesi olarak sorumluluk almayı görev biliyoruz. Sorumluluk bilinciyle görevini yerine getiren “Eğitim şehidi” Ceren Damar Şenel’in adını ve anısını, Çankaya Üniversitesi var olduğu sürece yaşatacağız.“, Çankaya Üniversitesi 03.01.2019 tarihli Basın Açıklaması, http://cankaya.edu.tr/duyuru/4069/Bas%C4%B1n_A%C3%A7%C4%B1klamas%C4%B1.html, [Erişim Tarihi: 05.01.2019].
[3] “Mobbing Yüzünden Yılda 100 Akademisyen İntihar Ediyor”, https://www.akademikpersonel.org/anasayfa/mobbing-yuzunden-yilda-100-akademisyen-intihar-ediyor.html, [Erişim Tarihi: 05.01.2019].
[4] 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 33/a maddesi: “Araştırma görevlileri, yükseköğretim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer görevleri yapan öğretim yardımcılarıdır.”
[5] Özel üniversitelerle alakalı bu sitede daha evvelden yayınlanmış enfes bir yazı için bkz. “Genç Ar.Gör.’ün Acıları: Based on a True Story”, http://www.emekveadalet.org/notlar/genc-ar-gorun-acilari-based-on-a-true-story/, [Erişim Tarihi: 05.01.2019].
[6] 2547 sayılı Kanunun 50/d maddesi: “Lisans üstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler.”
Yazarın da açıkça belirttiği üzere bu yaşananları mümkün kılan önemli değişimlerden biri ‘vesayet’i kaldıracağız, bürokrasiyi, devlet vatandaş hiyerarşisini yıkacağız söylemleri ve buna dönük sorunlu politikaların icrası sayesinde, amiyane tabirle, kurumların kuşa döndürülmesidir. Sosyoloji profesörü olan Tayfun Atay 2017 yılında Cumhuriyet gazetesinde yazdığı “Sosyoloji buysa, hapse giricem” başlıklı yazısında bu gelen durumu açıkça göstermişti;
“1980’lerden 2000’lerin başına, hiçbir dönem kolay değildi; ama sınıfta ilk derste yukarıda özetlediğim çerçevede söylediklerime öğrenciden hiç böyle bir karşılık almadım (galiba hapse giricem) !..
Bu, bugüne özgü ve altyapısında memlekette 15 yıldır yürürlükte olup artık tam anlamıyla otokratikleşmiş “dinbaz” iktidar söylemi ve pratiği var.”
Bugün bu meseleyi akademi üzerinden konuşuyoruz ancak tıp alanında bu durum vaka-ı adiye haline gelmiş durumda. Yeni atanan bir pratisyen doktorun her gün karşılaştığı tehditler, her an başına gelebilecek korkusuyla beklediği fiziksel şiddet ya da bütün hayatını etkileyebilecek olur olmaz mahkeme davaları dolayısıyla psikolojik destek almasını gerektirecek bir vasata doğru ilerliyoruz.
Son olarak yazıya dair bir eleştirimi paylaşmak istiyorum. Yazıda birkaç kez ‘taşra’ kelimesi kullanılıyor ve bazı değerlendirmeler yapılıyor. Eğer burada taşra bir zihniyetin, kötücüllüğün temsili olarak kullanılıyorsa, kelimenin bu şekilde anlamlandırılmasını benimsememekle birlikte, tespitlere katılabilirim ama coğrafi bir gönderme olarak kullanılıyorsa yapılan genellemelerin ‘katılımlı gözlem’lerime dayanarak problemli olduğunu söylemem gerekir. 100 bin nüfuslu bir şehrin henüz 10 yaşını yeni geçmiş bir üniversitesindeki akademi içi ilişkilerin 15 milyonluk bir şehrin göbeğinde şeceresi 500 yılın üstüne dayandırılan bir üniversiteye kıyasla pek çok bölüm için çok daha iyi olduğunu biliyorum. Dolayısıyla bu tür genellemelerden kaçınmak gerekir.