Foucault, ”Kapitalist olmayan bir kültürün Batı dışında doğması şimdi gerçeğe daha yakındır. Batı’da, Batı bilgisi Batı kültürü kapitalizmin demir eliyle ezildi. Biz kapitalist olmayan bir kültür yaratamayacak kadar çok yıprandık kuşkusuz. Kapitalist olmayan kültür batılı olmayacaktır, dolayısıyla onu yaratacak olanlar Batılı olmayanlardır.” der.
Türkler batılı olmayan anti-kapitalist bir çizgide yüzyıllarca varlığını sürdüre geldi ve kapitalist olmayan bir kültür yaratmaya aday etnosların başında geliyordu. Türklerin omurgasını oluşturduğu Osmanlı İmparatorluğu, kapitalizmle eş zamanlı olarak yaşayan tek imparatorluktu; öte yandan da kapitalizmin önündeki setti. Bugün bu set, 24 Ocak 1980’den bu yana su sızdırıyor ve küresel sermayeye uyumlu akistlerin kökten piyasacı uygulamalarıyla derinleşiyor.
Kapitalizmin ve paranın bütün öbür güçlere baskın çıkmasını engelleyen Osmanlı İmparatorluğunda burjuvazinin önü tıkalıydı. Kapitalizm, iki yüzyıldır orasından burasından girmeye çalıştığı, Türkler tarafından seçilmiş topraklar Anadolu’da paralize oluyor; bu topraklarda halk kapitalizmin çarmıhına gerilemiyordu. Ancak modernite uyarınca ve Avrupa tarihinin bir parçası olarak Ermeni kırımı ve Rum mübadelesi, bu topraklarda en kanlı ve en acımasız bağışlanamaz bir kapitalistik, eş deyişiyle modernist bir operasyondu. Bugün de Türkiye Bir ayağı AB’nin eşiğinde, bir ayağı Irak sınırında pinekleyen bir şekilde kapitalistleştirilmeye çalışılıyor.
Bu ne demek? Deleuze,”faşizm, kapitalizmin ürettiği son koddur” diyordu. Faşizm kapitalizmin normal gelişiminde ortaya çıkan basit bir sapma değil, kendi içi dinamiklerinin zorunlu bir sonucudur. Karl Polonyi’nin ısrar ettiği üzere, önünde sonunda piyasa toplumunun/ küresel ekonominin yapısına kök salmış uluslararası bir şiddet dalgalanmasıdır. Türkiye’nin kapitalistleşmesi demek faşizmin kıyımlarına, kırımlarına kapıyı aralamak demektir. Faşizm kapitalizmden ve kapitalist bedenlerden ayrı düşünülemez.
“Spinoza ve Siyaset” adlı kitabın Türkçe çevirisine yazdığı önsözde Balibar şöyle diyor: ”Ben Türkiye’yi tarihsel anlamda Avrupa sahasının bir parçası olarak görmekle kalmıyor, onun Avrupa kimliğine getirebileceği katkının geçmişte olduğu kadar gelecekte de gerekli olacağına inanıyorum. Bu düşüncemin nedeni, komşuluk ve tamamlayıcılık deneyimlerinin üretken şekilde kullanılacağı yeni bir tarihsel düşüncenin hazırlanabilmesi için dönüştürülmesi ve kolektif bir şekilde geliştirilmesi gerektiğidir. Bu düşüncemin nedeni Türkiye gibi geniş ve çeşitliliğe sahip bir ülkenin safkan Avrupalı olacağına ya da Avrupa birliği tarafından kabul görebilmek uğruna uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacağına inanmam da değildir.”
Türkiye Avrupa birliğinden kabul görmek için uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacak. Can alıcı soru: Peki ortadan kaldırılacak öğeler nelerdir?
Türkler her zaman siyasal bir işlevle anılmışlardır. Onların pozisyonunu tarif edenlerde çoğunlukla başkalarıdır. 11. yüzyıl sonunda henüz Anadolu’da yoğun bir Türk nüfus yokken Latinler buraya Türkiye dediler. Tam da Katoliklerle Ortodoksların büyük ayrılığı sürecinde Katoliklerin buraya Türkiye adını vermesi, onların Ortodokslara karşı Türkleri desteklemesi ile ilgili olabilir mi? Türkiye bir tampon devlet olarak mı düşünülmüştür? Hazarlar, Pers ile Bizans arasında bir tampon devletti.
Türk adı siyasi bir terimdi ve Gumilev’in vurguladığı üzere bu, 6. Yüzyılda siyasi bir terimden bir etnik adın doğuşunu göstermektedir. Kononov’a göre Türk kelimesi değişik ırk ve etnik kökene mensup birçok kabileyi birleştiren ve geniş bir coğrafyayı kapsayan bir topluluk adıdır.
Müslümanlar Türk kelimesini İç Asya’da yaşayan kabilelerin genel adı olarak algıladılar ve Kaşgarlı Mahmud buna yeni bir tanımlama getirdi: ”Benim Türk adını verdiğim bir ordum var, ben onu doğuya yerleştirdim. Bir halka gazaplandığımda Türkleri onların başına musallat ederim.” Bu kelimenin 6. ve 7. yüzyılda taşıdığı anlamın dışında tamamen başka bir anlam ifade eder. Burada dikkati çeken yine Türklerin dili, yani Türkçe değil siyasal işlevleridir. Türkler Arap aleminde de siyasal bir kavram olarak algılanır.
İbni Hassül, 11. Yüzyılda Türklerden şöyle bahsedecektir: ”Türkler arslanlara benzer. Yiğit, fedakar ve tahammüllüdürler. İkiyüzlülükten nefret ederler, entrikayı sevmezler, pohpohlanmaktan hoşlanmazlar. Yağmalamaya güç gösterisine bayılıyorlar; gururludurlar, lüks peşinde koşmazlar.”
İranlı tarihçi Ravendi, 1192-1196 yılları arasında hüküm süren Selçuklu Sultanı Keyhüsrev’i anlatırken şöyle der: ”Allah’a şükür ki, Arap, Acem, Bizans, Rus topraklarında söz Türklerindir. Bunların kılıçları karşısında duyulan korku komşu halkların yüreklerinde yaşar. ”Türklerin bu siyasal işlevine, tarihsel süreç içinde Sogdiyanların, çöken Bağdat halifeliğinin, ardından Ortodoks Hıristiyanların, Yahudilerin, Sebatayistlerin, 1453’ten itibaren 1204-1261’de Latinlerin yerle bir ettiği İstanbul’un ve yaklaşık 1850’lerden itibaren Boğazların, 1780 ile 1860’larda Kırım ve Kafkasya’dan kovulan Müslümanların, 1914 ten itibaren çatırdayan Avrupa’nın, Kürtlerin, İsrail devletinin Kıbrıs’ın vb. koruyuculuğunu yaşadıkları bölgelerdeki halkların siyasi sorumluluğunu üstlendiler.
Türkiye adı ilk kez 11. Yüzyılda Bizans tarihçisi Skilitses tarafından Büyük Selçuklulara ait yerleri belirtmek için kullanılmıştı. 12. yüzyıl sonlarında haçlı seferine ait kroniklerde de geçer. Hıristiyan dünya Küçük Asya ve Anadolu’dan Türkiye diye söz eder. Neden? Selçuklular ve Osmanlılar bu adı benimsemedi. Doğu İran ve Arap dünyası Rum ve Rumi adını hiç tek etmedi.
Selçuklu devleti Hıristiyan halka karşı Dar’ül İslam (barış) politikası işlerken, Türkmen beyleriyle Danişmendliler Hıristiyan devletine karşı Darül Harp politikası izlemişlerdi. Öyle ki Bizans’ın Anadolu’daki baş düşmanı Selçuklu değil Danişmend beyliğiydi. Bizans ordusu Selçuklularla birlik olup Danişmendlilere açtığı savaşı kazandı. Ardından Bizans imparatoru 1176’da Konya’ya sefere çıktı; Bilecik dağ geçitlerinde (Miryakefolan) yenildi. Bu tarih Malazgirt’ten önemlidir. Miryakefolanla birlikte Türklerin önü açıldı. Selçukluların da Türkleşmesi diyebiliriz. Çünkü siyasal elitte İran’a geri dönme fikri istemeye istemeye sönümlenmesiyle birlikte Anadolu Selçukluların Türkleşmesini, Rumların, Hıristiyanların Türkleşmesi takip etti. Osmanlıların Rumeliye geçmesiyle Türkleşme devam etti. ”Bunları Türk’e verelim. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler. Sonra getirelim, yeniçeri olsunlar.” Denildi. Aşıkpaşazade Tarihinde. Bir başka türlü dersek Kelime-i şehadet getirerek Türk olunuyordu.
Irkçılık kadim Türklerin kültürüne yabancıydı. Öyle ki 16. Yüzyılda Türkler, Müslüman olmanın birinci şartı olan Kelime-i Şehadet getirmenin ve sultana tabi olmanın gerçek bir Türk olmak için yeterli olduğunu düşünürlerdi. Başka bir deyişle, onlar etnik mensubiyeti, istendiği zaman değiştirilebilen bir durum olarak algılıyorlar; bu nedenle de herhangi bir sanatkarı veya savaşmayı bilen her türlü maceraperesti hizmete alıyorlardı. Zizek şöyle diyor;” büyük bir imparatorluktunuz ama göreceli adil bir çokulusluluk kuralınız vardı. Eğer biri İslam’ı kabul ederse ona sınırsız kucak açmak. Siz Avrupa’nın yumuşak ırkçılığını öğrenemediniz.”
20.yüzyıl başlarında da “Ne mutlu Türküm diyene” diyebilerek Türk olunabiliyordu. Orta Asya doğumlu Kök Türklerden başlayarak bugüne geldiğimizde, bir zenci, bir çekik gözlü, bir sarı benizli “Türk” olabilir, dahası Türkçe bilmese dahi olur. Irki hatta dilsel özelliğiniz bile sizin Türk olmanıza engel değildir. Özetle, Türk adı etnik hatta bir dil grubunu dahi imlemiyordu. Dilleri ya da ırklarından dolayı Türk değildiler. Türkler tarihte bir işlev, tarihsel ve siyasal bir kavramdı. Türk olmak için mutlaka tarihsel bir rol üstlenmeniz ve siyasal bir kavrama dahil olmanız gerek. Türkiye’de bir süredir neo-Osmanlıcılıktan söz ediliyor. Sözü edilen Amerikan İsrail yapımı bir Osmanlı mı? Bence öyle. Bu yeni neo-Osmanlı İmparatorluğu tasarısında Türkler yok edilmesi gereken bir engel bir ayak bağı mı?
Türkçede nefis bir deyim var: Ayak diremek. Bu deyimde, bulunduğu yerden başka bir yere gitmesi için boynuna takılan bir boyunduruğun, tasmanın çekiştirmelerine, sırtına vurulan acımasız değneklere karşın inatla gerisin geriye, ayaklarını bulunduğu toprak parçasından ayırmamaya direnen iri/küçükbaş bir hayvan gözlerimin önünde canlanıyor.
Silme yaşam arzusuyla yüklü Türklerin insan olması, toplum olması, sahip olduğu zenginlikleri koruyarak geleceğe sahip çıkması için Türkçeden öğrenecekleri var; ayak diremek.
Not: Yazı serisi beşinci yazıyla “Osmanlı Mirasının Önemi” konusuna değinilerek son bulacaktır.