Murat Uyurkulak – Babalar
İnsanlığımızı yitiriyoruz, her gün yeni bir öfkenin girdabında daha da geriliyoruz. Yönetenler her gün birbirimizden kuşkulanacağımız, birbirimize yan gözle öfkeyle bakacağımız sinir katsayısını yükseltecek retorikler üretiyor. Kullandığımız kelimeler şunlar: hain, pislik, alçak, şerefsiz, satılık… Böyle olunca bir meseleyi sağlıklıca, güzelce konuşmak ne mümkün. Böyle olunca en insani, en temel değerlerin açıkça savunulması -hırsıza hırsız demek mesela, eve gelen ekmekte zerre miktarı haram olmamasına özen göstermek mesela, doğruya doğru, eğriye eğri demek- oldukça zorlaşıyor. İki lafın belini insanca kıramıyoruz, muhabbet yok, memleketin tadı tuzu kalmadı.
İnsanlığımızı, sermayeci sınıfların karlarına kar katmak için ürettiği abuk retoriklerden uzaklaşarak, hatırlatsın diye haramsız yaşamakta ısrar eden babaları anlatan bir yazıyı paylaşıyorum. Murat Uyurkulak’ın Ot dergisinin Aralık ayı sayısında yayınlanan “Babalar” isimli yazısını.
***
MURAT UYURKULAK
Öğrenci velilerinden gelen soğanı, köy yumurtasını, kalemi, kaşkolü, çakmağı, bir kutu sigarayı vs reddetmekten helak olan öğretmenler tanıdım. Babam da onlardan biriydi…
Bir öğretmenin hikayesini dinlemiştim: Mardinli, bir velinin çocuğuyla gönderdiği koca bir torba sıcak midyeyi ne yapacağını kestirememiş, sonunda sınıftaki çocuklara dağıtmış. Dersler bitince de kısıtlı bütçesine epey darbe vurmasına rağmen midyelerin parasını öğrencisine vermiş. Hikaye burada biter mi hiç: Ertesi gün hediyeye parayla mukabele edilmesine gücenen veli öğretmenin yanına gelmiş, aralarında kavganın eşiğine varan sert bir tartışma yaşanmış, ikisini zor sakinleştirmişler…
İki göz gecekonduda, engelli iki çocuğunu kahvede ocakçılık yaparak yaşatmaya çalışan emekli bir polis tanıdım. Bir emekli polis de çalıştığım otelin restoranında sabahlara kadar korumalık yaparak üç kızını okutmaya gayret ediyordu. Patronun hoyratlığına dayanamayıp bir gece ceketini aldı, birkaçımıza veda kelimeleri mırıldandı, yaşarmış gözleriyle ve çökük omuzlarıyla karanlığa karışıp gitti. Dürüstlüğün dini, imanı, siyaseti olduğuna inanmam, inanmak istemem, ama iki polisin de eski pol-der’li olduğunu not düşeyim…
Emekli ikramiyesiyle bir ev dahi alamayıp kira parası denkleştirmeye çalışan, on yıllarca çalışmaktan pestili çıkmış, envai çeşit araza yakalanmış ihtiyar işçiler tanıdım. Günde on iki saat izbe tekstil atölyelerinde iki büklüm ter döküp eve döndüğünde konuşmaya bile mecali kalmamış genç işçiler tanıdım. Sabah tuvaletlerde sarhoş kusmuğu temizleyen, öğlen onlarca masanın alengirli servislerini hazırlayan, gece yarılarına kadar her daim ayakta boş toplayan, yatağına uzandığında ağrıyan ayaklarının altına üst üste iki yastık koymadan uyuyamayan komiler, garsonlar tanıdım…
Tarlabaşı’nda dört katlı bir binanın ikinci katında bir göz bir oda tutmuştum. Arka penceresi bir çamaşırhaneye bakıyordu. Çamaşırhanenin altında karanlık bir bodrum kartı vardı. Orada, sabahtan akşama ütü yapan, çamaşır katlayan, sadece birkaç saatliğine dışarı çıkıp dolaşabilen, gecesinde de aynı bodrumda, çamaşırların yanına serdikleri ince şiltelerin üzerinde uyuyan siyahlar tanıdım. Bir gün boş olan alt kattan lağım suları sızmaya başladı dışarıya, binaya berbat bir koku yayıldı. Karşı tarafta küçük bir torna makinesinde bütün gün, ne olduğunu hiç anlamadığım küçük metal parçalar yapan karizmatik usta, bir telefon verdi. Aradık. İki adam geldi ve tuvaleti tıkanıp lağımla dolan alt katta tam on iki saat çalıştılar. On iki saat, dizlerine kadar bokun sidiğin içinde, sadece 50’şer liraya…
Bir camide, öleyazan insanlar hakkında yalan söylemeyi reddettiği için sürülen dar gelirli müezzinler; cebindeki son onluğu dolmuşa verip gazdan ve sudan boğulacağını bilerek Taksim’e çıkan öğrenciler; çocuklarının yanında maskenin kapattığı yüzlerinin ortasında daha da güzelleşen gözlerini dosdoğru polise diken, kim bilir kaç cumartesi bir meydanın ortasında kaybolan canlarının akıbetini soran anneler; yakılmış köylerden canını zor kurtarıp güç bela sığındığı şehirlerde her sabah evden akşam çocuklarını nasıl doyuracağını bilemeden, tedirgin adımlarla çıkan dünya güzeli babalar gördü bu gözler…
Ve şimdi başka babaları da görüyoruz: Para istifleyen oğulların babalarını; hepsi koca bir zulüm tarihinin baş aktörleri olan babaları; ‘vatan, millet, sakarya’yı, din, iman, kitabı ağızlarından hiç düşürmeyen hakkımızı yiyen, yüzlerinden kibir, dillerinden yalan, ruhlarından riya akan babaları…
Ve aslında biliyoruz: yukarıdaki hikayelerin kahramanları olarak bir araya gelip bu babalardan, zulmün, yalanın ve sahtekarlığın hesabını sormadıkça hiçbirimize rahat yüzü yok.
Kaynak: Ot dergisi Aralık Sayısı
***
Yazı bitti. Ben de Ruhsati’den iki dörtlük paylaşayım:
“Bir vakte erdi ki bizim günümüz/ Yiğit belli değil, mert belli değil
Herkes yarasına merhem arıyor/ Derman belli değil, dert belli değil
Fark eyledik ahir vaktin yettiğin/ Merhamet çekilip göğe gittiğin
Gücü yeten soyar gücü yettiğin/ Koyun belli değil kurt belli değil”
Yavuz Soysal
bu iktibas için teşekkürler. çok güzel yazı haketen. Allah bize Uyurkulak’ı özletmesin.