Aşk Herşeyi Affeder mi, Muhafazakâr Diskur Vahşi Kapitalizmi Örtmeye Yeter mi?
Sanayileşmenin ve ‘gelişmekte olan’ ülkelerdeki çarpık sanayileşmenin birey, toplum ve doğa üzerinde oluşturduğu tahribatlar her geçen gün ülkelerin siyasi gündemlerinde daha fazla yer işgal etmektedir. Türkiye’deki çarpık sanayileşmenin bir sonucu olarak görülebilecek iş kazaları ve sonucunda oluşan can kayıpları ülkedeki siyasetin başat konuların biri haline gelmiştir. Yürürlükte olan kanuna göre iş kazası, “işyerinde veya işin yürütümü nedeniyle meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen özre uğratan olay” olarak tanımlanmaktadır. (6311 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu)
Türkiye’nin 12 Eylül darbesi sonrası seçimde iş başına gelen Turgut Özal önderliğindeki hükümetle başlayan Kamu iktisadi Teşekküllerinin baskın rol oynadığı refah devleti paradigmasının güdümündeki ithal ikameci karma ekonomi modelinden neoliberal modele geçiş serüveni aynı zamanda KİT’leri özelleştirme, çalışma koşullarını esnekleştirme, işçileri örgütsüzleştirme serüvenidir. (Coşkun, s.63) TÜİK’in verilerine göre, bu serüvenin son on yılında özelleştirilen madenler ile hızlıca büyüyen inşaat sektörü sayı itibariyle iş kazalarının gerçekleştiği başat sektörler olma niteliği taşıyorlar.
Çoklu ölümlerin yaşandığı iş kazalarından sonra gerekli tedbirlerin alınıp alınmadığı hususunda yapılan siyasi polemiklerde dini kavramlara, özellikle ‘kader’ kavramına atıfların ve bu atıflara muhalefetin varlığı gözlenmektedir. Özellikle 13 Mayıs 2014 tarihinde Manisa’nın Soma İlçesi’nde meydana gelen maden faciasında 301 maden işçisinin hayatını kaybetmesi sonucu bu kavramlara yapılan vurguların daha yoğun bir biçimde tartışılmaya başlanması söz konusudur.
Din ve kuvvetli dini inançlara sahip olma anlamında dindarlık bir toplumun yahut bir grubun dünyayı, hayatı algılayışına ve kültürüne büyük etkilerde bulunan bir olgudur. Dinin tanımı ve toplumsal üzerinde oynadığı rol hakkında çok çeşitli çıkarımlarda bulunmak mümkün ise de Bergson’un (1986, 9) ifadesiyle “Din şu veya bu tarzda tefsir edilebilir, özce veya arızi olarak içtimai olabilir, fakat ne olursa olsun, bir nokta muhakkaktır, o da her zaman içtimai bir rol oynadığıdır.”
İslam dini özelinde ise, dinin içtimai hayatın gündelik hayatına oldukça fazla şey söylediği ifade edilebilir. “Giyim kuşamdan cinsel göreneklere, ekonomik konulardan bilim ve sanata, doğumdan ölüm olayına kadar birçok konuda İslam’ın kapsayıcı ve emredici normatif düzenlemelerinden söz etmek mümkündür.” (Subaşı)
Dinin iktisadi bakışa ve çalışma ilişkilerine etkisi literatürde genellikle işverenlerin girişimciliklerine ve iş yapma vizyonlarına etkileşimi düzeyinde ele alınmıştır. Bu bağlamda Weberyen Protestan etiği kavramsallaştırılmasına paralel bir değerlendirmeyle muhafazakar burjuvazinin dini algısındaki yenileşmesinin girişimciliğine bir motivasyon kaynağı olduğu tezi ileri sürülmüştür. Dilek Yankaya’nın Yeni İslami Burjuvazi ve Şennur Özdemir’in MÜSİAD: Anadolu Sermayesinin Dönüşümü kitaplarını bu minvalde örnekler olarak sayabiliriz. Bunun olumlu hatta gerekli bir süreç olduğunu, tecdid (dinde yenilenme) anlamına geldiği ileri sürüldüğü gibi, tersine Kurani referansları kar maksimizasyonunda bir araç olarak kullanan sermayedarların söz konusu olduğu da savunulmuştur. (Demirpolat, aktaran Durak, s.25)
Ancak, iktisat ve din ilişkisi farklı boyutlarıyla araştırmalara konu olmakla birlikte çalışma ilişkilerinin diğer bir tarafı olan işçilerin dindarlığına ve çalışma davranışlarına etkilerine eğilen çalışmaların yeterince olgunlaşmadığından söz edilebilir.
İşçi dindarlığına yönelik çalışmalardan birini gerçekleştiren Durak’a (s.14) göre Türkiye’de siyasi erkin ve sermayedarların dini, işçilerin bilinçlenmeleri ve haklarını aramalarını önlemek için Gramscici hegemonyaya uyar biçimde kültürel bir emniyet subabı gördüğü ve Thompson’ın 18.yy İngilteresi için çıkarımladığı ‘kültürel hegemonya’ unsuru olarak kullandığından bahsedilebilir. Buradan hareketle yükselen muhafazakar burjuvazinin dini algıdan kaynaklı motivasyonunun tek yönlü işlemediği, işçilere yönelen bir tutum olduğu çıkarımı yapılabilir.
Öte yandan, işçilerin dini algısının oluşumunda mevzubahis kültürel hegemonyaya karşı ne ölçüde etken-edilgen olduğu hususu sorgulanması gereken bir noktadır. Dini algıyı bir öznenin diğerine dayattığı bir olgu olarak görmek yerine işçiler için ‘gidişine uymak zorunda oldukları bir dünyada psikolojik bir denge kurmanın yollarından biri’ ve ‘dünyayı anlama ve kendini o dünyada belli bir yere yerleştirme modeli’ olarak kavramak mümkündür. (Lane, aktaran Mardin, s.30) Başka bir düzeyde bakıldığında, dinin kaderci yorumları işverenler tarafından işçiler için mevcut olanı algılamayı zorlayan bir unsur olarak kullanılabilir, ayrıca uygun çalışma şartlarının gereğini yerine getirmeyip işçilerine dindar görünerek işçilerin rızasını kazanmak isteyebilirler. (Yanbay, s.60) İlk durum Marks’ın (1998, s.120) ‘kalpsiz dünyanın kalbi olarak din’ tarifine uyarken, ikincisi yine dinin pratik bir işlevi olarak Marks’ın alienasyon kavramına uygun düşmektedir.
Dini kültürde yaygın olarak kullanılan imtihan, sabır, şükür, tevekkül, kader ve hatta rızk gibi kavramların çarpıtılarak ‘dünyada zenginler vardır, fakirler vardır; zengin zenginliğiyle fakir fakirliğiyle imtihan olunur’, ‘çalışma şartları ne kadar ağır olursa olsun sabredilmelidir’, ‘işverenin verdiği maaşa şükredilmelidir’, ‘tehlikeli çalışma koşulları söz konusu ise tevekkül edilmeli ve iş kazası olursa kadere razı olunmalıdır’ altmetinleri yoluyla var olan durumun meşruiyeti sağlanırken (Durak s.76-77) işverenin işçiye emeğinin karşılığı olarak ücretini vermesinin ‘ekmek vermek’, yani rızk vermek olarak tanımlanması da minnet etmenin yönünü saptıran bir unsur olarak kullanılmaktadır.
Bu çarpıtmalara cevaplar çok yalın bir şekilde şöyle verilebilir; Allah’ın muradı zenginlikle fakirliğin sürgit devam etmesi, ‘biri yerken birinin sürekli bakması’ değildir. Şükür ise işverene değil Allah’a olmalıdır. Tehlikeli çalışma koşullarına razı olmak tevekkül değil kaderciliktir. İşveren yahut devlet yetkilileri yeterli önlemleri almıyorsa bunun hesabını vermelidirler. Ve bunlardan en önemlisi, işveren sadece işçinin emeğinin karşılığını, çoğu zaman çok daha azını verendir. Dolayısıyla ekmek veren, rızık veren, Rezzak olan Yüce Allah’tır. (Kuran:51/58)
Yine de bu kavramların neden işçiler için bir rıza unsuruna dönüştüğüne dair yargılayıcı olmayan bir bakış geliştirmek, halden anlamak elzemdir. Lane’nın bahsettiği anlamda psikolojik bir denge kurma aracı olarak din işçiler için var olan eşitsiz ilişkileri meşrulaştırmaktan öte bir anlam ifade etmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz kavramlara başvuran bir işçi için mevcut durumu kaybetme korkusunun bu kavramlar etrafında biçimlenen bir sığınak arayışına dönüşmesinden bahsedilebilir. Daha iyi koşullarda çalışabilecek bir işçinin bu koşulları mevzubahis kavramlara dayanarak reddetmesi mümkün olmadığı gibi var olan koşulları da dini algısı ile meşrulaştırması kabul edilemez. (Karaaslan)
Harvey işçilerin bu tutumu hakkında şu çıkarımda bulunmaktadır; “İnsanların kimlikle, kişisel ve kolektif köklerle 1970’li yıllardan beri çok fazla ilgilenmesinin nedeni işgücü piyasalarında, teknolojik bileşimlerde, kredi sistemlerinde ve benzeri alanlarda ortaya çıkan belirsizliğe dayalı güvensizliğin yaygınlığıdır.” (Harvey s.107) Burdan yola çıkarak denebilir ki, mevcut iktisadi politikaların sonucunda kendilerini güvencesiz ve ‘yarınsız’ olarak kabul eden işçiler kültürel hegemonyanın muhafazakar bir terminoloji kullanarak dayattığı dünya görüşüne mecburen katlanmaktadırlar. (Durak, s.56)
Toplumsal farklılaşmanın toplumda farklı dindarlık tiplerini belirlemesi beklenen bir sonuçtur. (Arslan, s. 85). Çalışmalarda yoğunlukla masaya yatırılmış olan sermayedarların dini algılarıyla işçilerin algıları arasında belirgin ve bazen uzlaşmaz farklar olacağı açıktır. Örneğin; işverenlerde kader algısı, bireyin girişim iradesi ile bütünleşikken, işçilerde daha teslimiyetçi bir algının olduğu tahmin edilebilir. Tevekkülün anlamı da değişkenlik gösterecektir. Durak’ın çalışması (kitap, s.124) Yahudi işadamları hakkında olumsuz görüş bildiren işçi ile övücü bir yaklaşım sergileyen işçi arasındaki dikotomiyi sergilemektedir. Yine işçilerin dini algılarının işverenlerle kıyaslandığında daha az rasyonel ve daha romantik olduğu belirtilmektedir. Bir işveren girişimini müslüman alemi adına ‘cihad’ olarak tanımlarken başka bir işçi çalıştığı mekanı ‘Eyüp Peygamber’in’ çile çektiği mağaraya benzetebilir. (s.93)
Hint uygarlığının temelini oluşturan Brahmanizm’in ve Budizm’in toplumsal işlevlerinden ve ikili hareketinden bahsetmek bu farklılaşmaya dair aydınlatıcı bir örnek oluşturur. Brahmanizm mevcut kast sistemini meşrulaştıran bir işlev görürken, üretici olmayan halk kesimini ‘kast dışı’ olarak yaftalamıştır. Budizm ise bu ‘kast dışı’ insanların verili toplumsal duruma itiraz etmeden manastır hayatı yaşamalarını ve yaşadıkları sefaleti kabullenebilmelerini sağlayan bir rol oynamış, sığınak olmuştur. (Yanbay, s.8-9)
Hakim dini algı, sosyal değişimi sağlamak yerine var olan toplumsal eşitsizliği ve tabakalaşmayı meşrulaştıran ahlaki temellendirmeler sunabilir. Bunu bir üstyapı kurumu olarak dinlerin ortaya çıkış nedeni olarak gören Marksistlerin aksine dinin çarpıtılmış ve araçsallaştırılmış bir versiyonunun, Ali Şeriati’nin Dine Karşı Din adlı manifestosunda bahsettiği Şirk dininin Müslüman topluma egemen olması olarak okumak mümkündür. Çünkü, işçilerin dini algısı toplumla olan etkileşimleri içerisinde oluşmakta ve kendi durumlarının bir onayı olarak işlev görmektedir. Yanbay’ın çalışmasında işçilerin ‘neden işçi olarak çalışıyorsunuz’ sorusuna genellikle kadere vurgu yaparak yanıt vermiş olmaları (s.108), insanın ne yaparsa yapsın alınyazısının değişmeyeceğini kabul etmeleri (s.149) de bu öngörüyü onaylamakta, aynı zamanda işçilerde şekillenmiş çarpık kader algısını göz önüne sermektedir.
Batı’da sanayi devriminden sonra uzun soluklu işçi mücadeleleri ile işçilerin birçok hakkı ve iş güvenlikleri güvence altına alınmış, bu ülkelerdeki şirketler üretimlerini az gelişmiş ülkelere taşıyarak söz konusu güçlü kısıtlardan etkilenmemenin yolunu aramışlardır. Ancak bu işletmeleri taşıma sürecinden de kaynaklı olarak az gelişmiş ülkelerde işçiler ağır şartlarda, iş güvenliği standartları sağlanmadan çalışmaya zorlanmaktadırlar. (Özdemir 2010 s.40) Bu riskli şartların bir sonucu olarak meydana gelen iş kazalarında gereken tedbirlerin alınmaması nedeniyle oluşan sorumluluk Türkiye siyasi geleneğinde ‘kader’, ‘fıtrat’ ve ‘şehitlik’ gibi kavramlarla örtülebilmektedir. Ayrıca kader ve ecelin önceden belirlenmiş olduğu inancı toplumun yaşananlardan ders çıkarma ve geleceği planlama yeteneğini zayıflatmaktadır. (Güler, 2014)
İş kazalarına karşı gözlenen ihmalkar ve kaderci tutumun toplumun Müslüman Sünni kimliği ile derin teolojik bağları olduğunu savunan Güler’e göre topluma hakim olan kader algısı bir taraftan insanların iradesizliğini beslerken diğer taraftan ahlaksızlığa yol vermektedir. (Güler, 2011, s.107-111) Yine bu bağlamda işçilerin iş kazalarına karşı mücadeleci bir tepki göstermelerini önlerken, iş güvenliği tedbirlerini maliyet hesabı görerek kısan işverenlerin yahut denetimleri savsaklayan devlet yetkililerinin lehine bir kültürel hegemonik söyleme zemin oluşturmaktadır.
İş kazalarını yaşayan, gören, özellikle sonucunda mağdur olan işçilerde deneyimin fark ettirici ve değiştirici gücüne tanık olunur. İş kazası geçiren işçinin kültürel hegemonyadan koparak işverenine dava açtığı, tazminat almak için uğraştığı gözlenmiştir. Devletin işçilere tanıdığı hakların kısıtlı pratiğinin örneği olan bu davalar, işverenlerin yeterli iş güvenliği standartlarını sağlamadıklarını apaçık ortaya koydukları için muhafazakar terminolojinin sorumluluğu perdelemek için kullanımının işçiler üzerindeki ikna ediciliğini ortadan kaldırır. (Durak, s.84-85)
Deneyimlemenin gücünü göz önüne aldığımızda ‘kader’ ile perdelemenin mevzubahis kazaları yaşayanlar ve devamında yaşananlara şahit olanlar için değil, daha çok dışarıya yani ülke sathındaki diğer işçilere ve topluma dönük bir kamuoyu oluşturma çabası olduğunu fark etmek kolaylaşır. Bu ve benzeri söylemlerin toplumu tam olarak ikna edemese de itirazları ve muhalefeti frenleyici bir rol oynamakta olduğunu kabul etmek gerekir.
İlhami Güler’in Allah’ın Ahlakiliği Sorunu kitabında mevzubahis duruma dair sarf ettiği ‘Ömer öfkesi’ mesabesindeki sözleriyle yazıyı sonlandıralım;
“Somut, tekil erken insan ölümlerinin ‘ecel’ kavramı ile Allah’ın iradesine (takdir-kader) bağlanmasından en fazla sorumsuz ve ahlaksız siyasetçiler ve devlet adamları memnun olmaktadır. Çünkü, böylece ihmalleri, sorumsuzlukları, hırsızlıkları, insan hayatına değer vermeyişleri kolayca örtülmektedir. Nitekim ülkemizde ilkel teknoloji ile çalışan bir maden ocağı göçüğü altında kalarak ölen altmıştan fazla insanın yakınlarını, devletin en yetkili kişisi: ‘Cenab-ı Allah’ın takdiri böyleymiş, ne yapalım? Sabretmek gerek. Allah sabır versin’ diyerek teselli etmeye çalışıyor. Dinar depreminde halka çadır dağıtmayarak evlerine gönderip, ölü sayısının artmasına sebebiyet veren Afyon Valisi’ni halk gerçek müsebbip olarak teşhis edip yargılanmasını isterken, yine o en yetkili kişi, pişkin pişkin: ‘Durun bakalım, Takdir-i İlahi diye bir şey var’ diyerek halkın öfkesini sindirmeye, eritmeye çalışıyordu. Marx yanlış mı söylüyor? Bu din yorumu Afyon’da ‘afyon’dan başka ne işlev görüyor? ‘Takdir’ gelip ‘tedbir’i bozuyorsa insanlar tedbir almakta neden ciddi davransınlar? Doğru; Allah, canı, meleği vasıtasıyla almaktadır. (32/11) Fakat, ölümün nedenlerini de insanlar hazırlamaktadır. Oysa, Allah insanları ‘Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın’ (2/195) diye uyarmaktadır.”
Kaynaklar:
Kemal ÇOŞKUN, Sınıf Kültür ve Bilinç: Türkiye’de İşçi Sınıfı Kültürü, Sınıf Bilinci ve Gündelik Hayat
BERGSON, Ahlak ile Dinin İki Kaynağı
Necdet SUBAŞI, Türk(iye) Dindarlığı: Yeni Tipolojiler
Yasin DURAK, Emeğin Tevekkülü
Şerif MARDİN, Din ve İdeoloji
Yakub Ömer YANBAY, Adana Organize Sanayi Bölgesi’nde Sanayileşme ve Din İlişkileri (Yüksek Lisans Tezi)
MARKS, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi
Muhammed ESED, Kur’an Mesajı
Faruk KARAASLAN, Bir Değerlendirme: Emeğin Tevekkülü (Toplum ve Bilim Dergisi)
David HARVEY, Post modernliğin durumu
Mustafa ARSLAN, Türk Popüler Dindarlığı
Şennur ÖZDEMİR, İslami Sermaye ve Sınıf: Türkiye/Konya MÜSİAD Örneği (Çalışma İlişkileri Dergisi)
İlhami GÜLER (2014) Çizmelerimi çıkarayım mı?
(http://islamianaliz.com/yazarlar/ilhami-guler/cizmelerimi-cikarayim-mi/101/)
İlhami GÜLER (2011) Özgürlükçü Teoloji Yazıları
başgan eline sağlık.
Durak’ın kitabını okumadım ama Gramsci’nin bahsettiği pasif devrim argümanıyla E.P.Thompson’ın bahsettiği moral ekonomi kavramları işçilerin belirleyiciliğini vurgulayan, aslında “din” ortak paydası altında olsa da gelenek yoluyla, hakim sınıfın bir çeşit yola getirilmesini anlatan hikayelerdir diye biliyorum ben.
Yani halkın “ideolojik saldırı”ya maruz kalıp uyuşturulması başka yerlerde var da sanırım (daha çok Frankfurt okulu ve Althusser belki), ama mücadeleyle taleplerde bir orta nokta bulunması, hayata kalınması ve yola devam edilmesinde “din” Gramsci ve E.P.Thompson sanki. Ama dediğim gibi Yasin Durak’ı okuyamadım. Onun kullanımı bu şekilde değildir belki bilemedim.
Gramsci ve devamında Thompson hegemonyayı iki ucu açık bir kavram olarak tanımlıyor. Bildiğim kadarıyla, özellikle Thompson kültürel hegemonyanın ’emek denetimi’ için de, ‘denetime başkaldırı’ için de kurulabileceğini savlıyor. Dolayısıyla müsbet ve menfi manaları da barındırıyor.