Sağlıkta Dönüşüm Programı: Asistan Köle, Hastalar Atık

Sitemizi takip edenler Çapa Devlet Hastanesi’ndeki taşeron zulmüne aşinadırlar. AKP iktidarının seçmen tarafından en çok takdir edilen yönlerinden biri olan sağlık alanındaki gelişmelerin, ortaya konan “hizmet”in ne pahasına üretildiği de hizmet kadar önemli. Osman Elbek’in Birikim Dergisi için Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi asistanlarıyla yaptığı bu söyleşi sağlık sisteminde gelinen noktanın, piyasalaşmanın, aslında en başta hizmet alana büyük zararlar verdiğini ortaya koyuyor. İbretlik.

Röportaj: OSMAN ELBEK

Sağlıkta Dönüşüm Programı: Asistan Köle, Hastalar Atık

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın en büyük etkisi sağlık çalışanları üzerine oldu. Gerçekten de bugün itibariyle memleketin dört bir yanında mutlu bir hekim, hemşire, sağlık çalışanı bulmak olanaksız. Ama bu konuda da eşitsiz bir dağılım var; çalışma piramidinin ne kadar altındaysanız mutsuzluğunuz da huzursuzluğunuz da o kadar çok oluyor. Huzursuzluğun olduğu her yerde ise zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanlar düzene isyan ediyor, Türkiye’nin dört bir yanında tıp fakültesi asistanları greve çıkıyor… Araştırma görevlilerinin artan bu isyanları vesilesiyle 2-6 Aralık 2013 tarihleri arasında grev yapan Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi asistanlarına mikrofonlarımızı uzattık:

Memlekette herkesin bir derdi var ama doğru dürüst kimse greve gitmiyor. Siz nasıl greve çıkmayı göze aldınız? Her türlü kıpırdanmanın başlamadan yok edilmeye çalıştığı bir ülkede grevi nasıl örgütlediniz?

Sera: Çünkü bizim de bir sosyal hayatımız ve aile hayatımız olmalı dedik. Gerçekten de birçok arkadaşımız sosyal hayatlarına zaman ayıramadıklarından şikâyetçi. Biz de şikâyetçiydik ve greve gittik! Aslında herkesin birbirine söylediği fakat konuşulmayan ortak sorunlarımız vardı. Bu sorunlar pek çok yerde olduğu gibi hastanenin kapasitesinin büyümesinin bir yansıması olarak iş yükümüzün her geçen gün artmasıyla ilişkili sorunlardı aslen. Herkesi tetikleyen de aşağı yukarı buydu. Eğitim şartları ise bütün kliniklerde aynı değildi. Öte yandan herkesi tetikleyen ortak bir sorun da döner sermayemizin ciddi bir ivmeyle düşüyor olmasıydı. Elbette can güvenliğimizle ilgili en son Ersin (Arslan) abi’nin davasından çıkan sonuç belki nesnel olarak yüz güldürücü oldu ve katil tatmin edici bir ceza aldı. Ama yine de şiddete yönelik önleme çalışmalarının yapılmaması ve hatta herhangi bir koruma girişiminin olmaması, Meclis’in yaptığı araştırma komisyonundan nesnel bir veri çıkmaması da sorun olarak ortada duruyordu.

Bu noktada iş yükünün çok önemli bir sorun olduğu anlaşılıyor. İş yükünüzü tanımlar mısınız?

Gün: Hani mesela günde en azından 50 hastaya hizmet sunmak diyelim. Ama sorun sadece hasta sayısı değil. Çünkü asistan olarak hastayı hocamıza danışmamız gerekiyor olabilir. Ama o sırada hocamızı bulamıyor olabiliyoruz. Bu arada zaten muayene kapısında da kuyruklar oluşmuş ve bir kavga dövüş başlamış oluyor. Elbette hal böyle olunca doktor da hasta da memnun olamıyor. Döner sermaye ücretleri ise çok komik, hatta bazen para o kadar az oluyordu ki paranın hesaba yatıp yatmadığını bile anlayamıyorduk. Ve tüm bunların dışında şiddet sorunumuz vardı.

Şiddete maruz kalma olasılığınız çok yüksek değil mi?

Tanser: Gerçekten de bizi greve götüren nedenlerden birisi de şiddet riski karşısında korunmamamız oldu. Emin olun hastanede çalışan koruma görevlilerinin asistanları koruma gibi bir gayesi yok. İhtiyacınız olduğu zaman onlara ulaşamıyoruz, ulaşsak dahi kem küm ediyorlar, bir de hastalara sordukları sorularla adeta asistanı suçluyorlar.

Pekiyi hemşirelere ve öğretim üyelerine karşı koruma önlemleri nasıl?

Gün: Öğretim üyelerine daha farklı davranıyorlar. Zaten bu süreçte başhekimle görüşmeye gittiğimizde bizler için şöyle demişti: “Bunlar zaten asistan, doktor değil”. Yani idarecilerin gözünde asistanla doktor arasında çok keskin bir sınır var.

Sizler bir tür köle gibi misiniz?

Gün: Aynen öyle. Öyle olunca da bizi korumaya niyetleri olmuyor. O nedenle biz asistanlar olarak hastanede kendimizi güvende hissedemiyoruz. Ayrıca ben bir kez hastaneden çıkarken hastaneye bir hasta yakınının silahla girdiğini gördüm. Ama bu durumu hastanenin güvenlik korumasına söylediğimde “biz bir şey yapamayız” yanıtını aldım. Düşünsenize o hasta yakını bir olaya sinirlenip birisine iki el ateş etse…

Yanlış anlamıyorsam sizin sıkıntılarınızın en başında kendinizi değersiz olduğunu hissetmeniz geliyor. Asistan olarak bir hekim olduğunuzun hissedilmemesi ve “ikinci sınıf” vatandaş muamelesi yapılması sizleri çok rahatsız etmiş gibi.

Sera: Evet kesinlikle öyle.

İş yüküne dönüp bu konuda biraz rakam versek: örneğin bir asistan ya da doğru tanımıyla araştırma görevlisi bir ayda kaç tane nöbet tutuyor?

Sera: Aslında ortalama ayda 7-10 arasında değişiyor. Ama bu konuda ilginç bir şey paylaşmak istiyorum. Ben hastaneye geldiğimde yani birkaç aylık asistanken beş yıllık bir asistan abla ile birlikte çalışıyordum. Ona 14 bana 16 nöbet yazıldı.

30 günün 16’sında nöbet mi yazıldı yani?

Sera: Evet ve icap tutabileceğim yani eve gidip gelebileceğim söylendi. Gerçekten de eve gidebilirdim. Ama gelin görün ki birkaç aylık asistanın -eğer ailesinin yardımı yoksa- arabası falan yoktur. Ben de 16 günlük nöbetin hemen tamamını hastanede tuttum. Sadece zorunlu ihtiyaçlarım için eve gittim.

Yani diyelim ki Pazartesi sabah geliyorsun ve gündüz hastanede çalışıyorsun, günde 50 hasta falan bakıyorsun, akşamında eve gitmeyip hastanede nöbete kalıyorsun. Sonra Salı sabah çalışmaya devam ediyorsun bir 50 hasta falan daha bakıyorsun (Elbette burada öncelikle 24 saat çalışan sana muayene olan o 50 hastaya acımak lazım). Ve sonra Salı akşamı saat 5-6 gibi eve gidiyorsun ve Çarşamba sabah tekrar gelip 50 hasta falan bakıp tekrar gece nöbetine kalıyorsun, değil mi?

Sera: Aynen böyle. Bir de burada şunu vurgulamak gerekiyor: Nöbette iş yoğunluğu nedeniyle dahiliye, cerrahi, anestezi gibi bölümlerde 3-4 asistan birlikte nöbet tutarken diğer bölümlerde tek asistan nöbete kalıyor. Yani kazayla bir on dakika insani özel ihtiyacınızı karşılarken bir hastanın başına kötü bir şey gelse özel ihtiyacınızı bırakıp apar topar hastaya yetişmeye çalışıyorsun. Bu gerçekten çok sıkıntılı bir durum.

Herkes benzer bir nöbet ve çalışma programında mı?

Gün: Hayır bazı asistan arkadaşlarımızın bölümleri gereği özel nöbet ve çalışma programları var. Söz gelimi acil bölümünde çalışan asistanlar 24 saatlik olmak üzere ayda 9 nöbet tutarlar.

Yanılmıyorsam yasal prosedüre göre 24 saatlik nöbetten sonra en az 11 saat dinlenme hakkınız var. Bu hakkı kullanabiliyor musunuz?

Tanser: Hayır hiç kullanamadık.

Gün: Asistanlar için böyle bir hakkın sözü bile edilmez.

Bu yoğun nöbet yükünün ardından günde en az 50 hastaya bakmak, onları memnun etmek ve onlara doğru teşhis koymanız gerekiyor değil mi?

Tanser: Hiç kuşkusuz ve ayrıca bolca da hasta ve hasta yakınları tarafında başhekimliğe şikayet edilmek gibi bir uygulama var.

Ve de tüm bunların karşılığında da asistan olarak kendini değersiz hissediyorsunuz öyle mi?

Tanser: Evet kesinlikle! Sanki köleyiz, yok yok sanki değil köleyiz.

Gün: Eğer hastane idarecileri bile bize bu gözle bakarlarsa biz halktan daha iyisini bekleyemeyiz ki… Biliyor musunuz güvenlik görevlileri de arkamızdan böyle konuşuyor.

İlginç olan hastanelerin yönetim kadrolarında da -hele üniversite hastanelerinde- hemen daima hekimler yer alıyor. Ama siz asistanlar da hekimsiniz. Yani hekimlerin birbirlerini anlama noktalarında neden bu kadar problem yaşanıyor? İş yükünü anlıyorum ama hastane yönetimleri size neden kendinizi değerli hissetmenizi sağlayamıyor? Bir hekim başka bir hekime sizce neden böyle davranıyor?

Gün: Belki de yönetime gelindiğinde ve idareci konuma ulaşıldığında bu böyledir, unutulur! Yani onlar da öğrenci oldu, onlar da asistan oldu ama unuttu. Ya da belki de tam tersine unutmadığı için; geçmişteki o günler de ne kadar fazla ezildiğini hiç unutmadığı için sıranın şimdi kendisinde olduğunu düşünüyor.

Ezme ve tahakküm ilişkisi mi yani?

Sera: Bence bunun nedeni insanların kafasında hiyerarşik düzeni sürdürme eğiliminin yer alması. Aynı şey polis teşkilatında da yaşanıyor: başkomiser olduktan sonra kendinden belki de çok yaşlı sade bir polise kötü davranabiliyor. Bence bunun nedeni insan doğasındaki o hükmetme duygusu… Ama tabi bir hekimden, en azından emniyet görevlisine göre daha sağduyulu davranmasını bekleriz. Ama göremiyoruz.

Yani hekimler asistanken yaşadıkları sorunları öğretim üyesi olunca veya bir makama gelince unutuyorlar mı? Çünkü herkes asistanlık sürecinden geçiyor. O nedenle sorunları yaşayan bu insanlar çözüm makamına gelince bu sorunları bilen insan olarak sorunları çözmeleri gerekmiyor mu? Ama böyle olmuyor, sizce neden?

Tıp fakültesi dışından yaptığım gözleme dayanarak bir şey sormak istiyorum. Bu olayı isterseniz başka mesleklere yansıtalım: örneğin bir otobüs muavini ve sanayide çalışan oto tamirci çırağı heyecanla birisi şoförlüğe geçeceği zamanı bir diğeri usta olmayı hayal ediyor. Bu arada eğitim sürecinde büyük hakaretler görüyor ama bir süre sonra bunları unutuyor. Sizler de acaba size gerekli bilgileri öğrendikçe çektiğiniz sıkıntıları sonradan unutuyor musunuz?

Sera: Bana kalırsa bilgi düzeyi ile alakalı olmaktan çok bir çeşit “yönetme” duygusu öne çıkıyor. Örneğin başhekim olmak için bilgili olmak gerekmiyor. Aksine o bir yönetim kadrosudur. O nedenle ben yaşanan sorunun bilginin getirdiği bir güçten ziyade bunun Türkiye’deki yönetim algısıyla ilgili olduğunu düşünüyorum, Nitekim bunu eylem sürecinde gördük. Öte yandan bu Türkiye’nin genel bir sorunu. Türkiye’nin en tepesinden şu anda konuştuğumuz konuya kadar her yerde üslup aynı: “ben yaparım, bana muhtaçsınız”

Elbette sizler bir muavine ya da oto tamircisine göre daha eğitimlisiniz. O nedenle diğer örneklerin aksine “o ustamdır bana öğretirken hakaret edebilir” demezsiniz, değil mi?

Ama Türkiye’de usta-çırak ilişkisinin aslında çok sorunlu bir ilişki olduğunu biliyoruz. Çünkü bu ilişkide çırak ustaya biat etmelidir. Sizler de asistan olarak böyle hissediyor musunuz -hem de hiyerarşik olarak kendinizi en değersiz olduğunuzu hissettiğiniz bir konumdayken?

Sera: Ben kendi bölümüm adına hissetmiyorum ama arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla çoğu böyle hissediyor. Gerçekten de asistan eğitimi sürecinde hakarete varan söylemler ve birkaç dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi arkadaşça muhabbetler yaşanıyor. Bu durum karşıdaki insanın çok da kayda alınmadığına işaret ediyor aslında.

Sizin grev sürecinizin ilginç başka bir yönü de grevi kafeteryada örgütlemeniz ve sürdürmeniz oldu. Neden kafeteryayı bir “üs” gibi kullandınız? Toplantıları neden çalıştığınız hastanede yapmadınız?

Sera: Çünkü kafeterya dışında asistanların birlikte oturabileceği ve sığabileceği ortak bir alan yok.

Yani hastanede bir araya gelebileceğiniz, dinlenebileceğiniz, sorunları ve umutlarınızı konuşabileceğiniz ortak bir alan yok mu?

Sera: Düşünün bir tıp fakültesi hastanesinde çalışıyoruz ama hastanede kütüphanemiz bile yok. Dinlenmek için bir araya gelmeyi bırakın, uzmanlık eğitiminin yapıldığı bir hastanede kütüphanemizin bile olmayışını nasıl izah edelim!

Gün: Biliyor musunuz hastanede 24 saat açık bir mekan dahi yok.

Pekiyi, araştırma görevlisi olarak sizlere ait özel ofisler yok mu?

Sera: Hayır, 24 saat açık kliniklerde nöbet odalarımız var ama bize ait özel ofislerimiz yok.

Hastaya hizmet sunulan klinikler dışında en azından 3-4 asistanın yararlanacağı bir mekan da mı yok?

Gün: Kuşkusuz asistanların buluşabileceği bir ortak alan bulunmalı.

Sera: Ama ne yazık ki yok. Fakat her bölümde bir asistan odası var. Ancak bir toplantı ya da çalışma söz konusu olduğunda 150-200 kişiyi alan bir çalışma ortamı yok.

Yani aslında araştırma görevlilerinin ihtiyaçları için düzenlenmiş bir “asistan odası” yok ama bu ad altında bir “hizmet odası” var. Garip ama siz eğitim gören insanların kişisel olarak çalışabileceği, dinlenebileceği, bir araya gelebileceği bir ortam hastanelerin hiçbirisinde oluşturulmamış. Sizce neden asistanların, hekimlerin, hemşirelerin bilgiye ulaşabilecekleri ya da kitap okuyabilecekleri ya da bir konuyu araştırabilecekleri yer planlanmamış?

Sera: Bence insanların örgütlenebileceklerinden korkulmuş olmalı ki; böyle mekanlar yaratılmayarak bir araya gelmelerinin önüne geçiliyor.

İyi ama o zaman nasıl bir araya geldiniz?

Gün: Gerçektende iletişimimiz ağır çalışma koşullarından dolayı oldukça kısıtlı. Ama bizleri bir araya getiren şey de ortak sorunlarımızın çekilmez hale gelişi oldu. Güvenlik zafiyeti, eğitimin nitelikli olmayışı ve ücretlerimizin ciddi bir düşüşe uğraması ve düzensiz olması bizleri birbirimizle buluşturdu.

Yani geçinme sıkıntısı sizleri bir araya getirdi?

Gün: Evet, yoksa spontan bir şekilde ortak bir karar alabilmek kolay değil. Dahası diğer sağlık çalışanları ile ortak bir alanda konuşabileceğimiz, paylaşabileceğimiz ortak alanların olmadığı bir yerde karar alabilmek daha da zor. Bugün bile yani g(ö)rev sonrası ortamda dahi çalışanlar olarak aramızda temas kuracağımız bir iletişim ağı yok.

Hastanelerde hekim ve hekim dışı sağlık çalışanlarının bir araya gelmemesini, birbiriyle temas etmemesini ve hatta hekimlerin, hemşirelerin ve diğer personelin birbirlerine karşı yeri geldiğince düşmanca tavırlar sergilemesini mekan dışında hangi sebeplere bağlıyorsunuz?

Gün: Doktorlar arasında sürtüşmenin iş gücünün fazlalığı ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Hekimlerin ya da bölümlerin birbirlerinden istediği konsültasyonlar ortamı resmen geriyor. Çünkü yorgunsun, hemen her zaman hastaya yetişemiyorsun ve bu yetmezmiş gibi başka bölümler de senden görüş istiyor. Tüm bu iş yükü ilişkileri bozuyor.

Tanser: Bence burada yaşananlar Türkiye’nin her yerinde yaşanıyor. Öte yandan doktorların belki de şu zamanda bu duruma düşmelerinin en büyük sebebi kendi aralarındaki ilişkisizliğe bağlı: Ne bileyim farklı uzmanlık alanlarını önemsememek, örneğin “psikiyatristlere doktor demiyoruz” lafları etmek, sadece kendi alanını yüceltmek hekimler arasında çok yaygın pratikler. Yani doktorların birbirleri arasındaki çekememezlik çok büyük bir sorun. Ne acı ki doktorlar birbirlerinin yükselmesini de istemezler. Oda konusuna gelince, yöneticiler odaya “yatak odası” olarak bakar.

Çok yatak çok para ilkesi geçerli yani.

Tanser: Evet o gözle bakarlar; toplantı odası yerine hasta yatak odası hastane için her zaman daha karlıdır.

Yani bir hastaya hizmet verenin dinlenmesi yerine o hastaneye yatan “müşteri”nin kazandırdığı para daha önemlidir öyle mi? İyi ama o hastaya sağlık hizmetini sunacak kişinin dinlenemediği bir ortamda nitelikli bir sağlık hizmeti sunulabilir mi?

Sera: Aslına bakarsanız tahammül sınırımız çok düşüyor. Daha önemlisi karnımız acıkıyor, uykumuz geliyor. Böyle bir ortamda hekimlik vicdanının bir gereği olarak mükemmel olmaya çalışıyorsunuz. Ama kesinlikle kalite düşüyor.

Nitelik konusundan devam edersek; Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında uygulamaya konulan performans benzeri yeni sağlık politikaları sağlık ortamınıza nasıl etki etti?

Sera: Var olan olumsuz koşullarımızı daha da kötüleştirmekten başka bir sonuç getirmedi bizim açımızdan. Elbette hastaları bir de “kötü” ve “iyi” diye ikiye ayırmaya yaradı.

“Kötü” hasta ne demek, biraz açabilir misin?

Sera: Yani performans politikası uyarınca az zamanda çok puan getiren hasta “iyi” hastadır. Yani bir hastanın yağ bezesini çıkarmak mı, kalbi durmuş bir hastayı 45 dakika yeniden yaşatmaya çalışmak mı tercih edilmelidir? Unutmayın yağ bezesi çıkarmak 500, hastayı yaşama döndürmek 100 puan. Hangisini tercih edersiniz? Ve de böyle bir tercihi yapmak zorunda kalmanız yeterince “kötü” değil mi?

Yani bu sistemde derinin altındaki yağ bezesini çıkarmak, bir hastaya kalp masajı yaparak onu yaşatmaya çalışmaktan daha fazla puan getiriyor ve “doğal” olarak hekimler de para getiren şeyi yapmaya yöneliyorlar…

Sera: Evet performans sisteminin getirileri bunlar. Daha önemlisi biz hekimler olarak bunun defalarca yanlış olduğunu dile getirmemize rağmen işler çok da değişmedi.

Sistemin mantığı “yükte hafif pahada ağır” işlere öncelik verecek biçiminde işliyor. Ama bir de bunun acil tarafı var orada işler nasıl gidiyor?

Gün: Orada da işler benzeri mantıkla gidiyor.

Nasıl yani acilde bile “puan” kavgası mı yaşanıyor?

Gün: Elbette acilde de kimsenin takip etmek istemediği “kötü” hastalar var.

Yani hastalığı açısından ağır ama fazla performans puanı etmeyen yani pahaları fazla olmayan hastalar mı var? Pekiyi onlara ne oluyor?

Gün: Bu konuda en çarpıcı örneklerden birisi olarak çoklu organ yetersizlikleri. Yani birçok organın işleyişinin bozulduğu hastalar. Şöyle düşünün: diyelim ki bir hastanın kalp, böbrek ve akciğer yetmezliği var. Şimdi bu hastayı hangi bölüm alacak? Bu hastalar sorunlu yani “yükte ağır” ancak “pahada hafif” hastalar oldukları için bölümler arasında elden ele gezerler ve sonunda bu hasta kime kalırsa yandı. Aslında bu durumun nedeni defansif yaklaşım. Yani sorun çıkarabilecek, dava falan açacak, baş ağrıtacak ve çok da fazla puan getirmeyecek hastaya “defans” koyup takip etmemek. Bir de hastaya tek yönlü bakılmaya başlandı. Örneğin diyelim ki kardiyoloji uzmanı hastaya sadece kalp açısından bakıyor, hastanın bir bütün olduğunu göz ardı ediyor.

Yani bu “ağır” durumdaki gerçek hastaları kimse almak istemiyor. Sence bu hastalar bir tür “atık” mı oluyor?

Gün: Tıbbi “atık” demek istemem ama sağlık sistemi bir şekilde bu hastaları dışlamaya çalışıyor. Sonuç itibari ile bu hastalar ortada kimin elinde kalırsa durumundalar. Hatta kimi zaman böyle hastaları hiçbir bölüm almıyor ve hasta hastaneye başvurduğu acil bölümde kalıyor ve hatta acilde ölüyor.

Aslında aynı mantık akademisyen tarafını da etkiliyor. Çünkü akademisyen olan hekimlerin de klinik değerlendirmeleri o hekimin ya da o bölümün hastaneye o ay ne kadar para kazandırdığı ile ölçülüyor. Çoğu resmi toplantıda “X bölümü sizden çok daha fazla para kazandırdı” deniyor ve bu yüzden de bölümler idare katında kendilerinin daha değerli olduğunu gösterebilmek için daha nitelikli hekimlik yerine daha çok para kazanmaya çalışıyorlar. Bu nedenle amiyane tabiri ile hiç kimse kendisine çok para kazandırmayacak “atık hasta” almak istemiyor. Ne yazık ki bu noktada aslında hastaların değersizleşmesi ile hekimliğin ve siz asistanların değersizleşmesi birbiriyle buluşuyor. Sistem size “köle muamelesi”, hastalara da “atık muamelesi”ni reva görüyor…

Tanser: Evet acı ama hastalara puan gözüyle bakılıyor. Daha önemlisi halk doktorlara karşı kışkırtıldığı müddetçe doktorların hastalara karşı defansif yaklaşımı artıyor. Zaten her hasta ve hastalık puanlanmış durumda. Örneğin acile giriş 21 puan. Eğer “X” işlemi yaparsan 40 puan. Diyelim ki bir genel cerrahsın ve diyelim ki bir apandisit hastası geldi. Alacağın puan belli. Ama hastanın bir de şeker hastalığı varsa cerrah o hastayı almak istemiyor. Çünkü bu hasta ek hastalığı nedeniyle hem puan getirmiyor hem de ek hastalığı o hastanın riskini arttırıyor. Riski yüksek bir hastayı ameliyat etmek demek 100 binlerle liralık malpraktis davası anlamına gelebilir. Hal böyle olunca sorun çıkarmayacak hastaları herkes tercih ediyor. Elbette bu durum hasta açısından da doktor açısından da kötü. Ama şu an bu durumu halk fark etmiş değil.

İyi ama Sağlık Bakanlığı hekimlerin sizin deyiminizle “iyi” hastaları seçip puan toplayarak aylık 17 bin lira kazandıklarını beyan etti. Fakat siz gelirlerinizin çok azaldığını beyan ettiniz. Burada bir terslik yok mu?

Sera: Emin olun o toplanan puanlara ne oluyor bilmiyorum. Hani aylık 10 bin lira alıyor denen hekim grubunu bir dönemler hakikaten hatırlıyorum. Bir süre önce Doğu’da bir pilot bölgede aile hekimine 9-10 bin lira para verildi. Ama bunu neden yaptılar derseniz? Öncelikle 9-10 bin lira para veriyoruz demek için.. İkincisi ise onu şu anda anlıyoruz; bu ücret sayesinde hekimleri özendirip bu yöne yönlendirerek oraya bir nevi sabitlediler. Şimdi de bu kişilere nöbet tutturmaya çalışılıyorlar.

Öte yandan bir dönem bu hekimlere verilen nispeten yüksek ücretler de zaman içinde eridi…

Sera: Evet, şimdi o parayı da yavaş yavaş geri çekmeye başladılar. Yani aslında çok şey kazandılar: birincisi insanlar özendi, ikincisi bir dönem için “çok paralar veriyoruz” söylemi gerçekten elle tutulur şekilde görüldü. Ama şimdi kaldı mı 9-10 bin lira alan aile hekimi?

Biraz önce toplanan puanların nereye gittiğini bilmediğinizi ifade ettiniz. Bu aslında yönetim kademelerinde şeffaflığın ve açıklığın olmadığını da gösteriyor. Hastanelerde en önemli sorunlardan birisi yönetim kademesinin kapalı kapılar arkasında puanların toplaması ve dağıtması mı?

Gün: Evet, bu konu aslında yöneticilerin en çok gerildiği konulardan birisi. Gerçekten de mali şeffaflık ve açıklıkla ilgili bir soru sorduğumuzda çok sinirleniyorlar. Elbette neden sinirlendiklerini ayrıca sorgulamak gerekli. Ama grev sürecinde bu konuyla ilgili her sorumuza “Sana ne ulan” şeklinde yanıtlar aldık. Samimiyetle iletişim kurmaya çalışıyoruz ama aldığımız bu tepki kabul edilebilir değil. Doğal olarak kurmuş olduğumuz tüm iletişim yolları bu tepkilerle tıkanıyor. Sistem böyle mutsuz çoğunluklar yaratıyor. Birileri kendi üzerlerine demir perdeler çekiyor. Şeffaflık mı? Ben bu hastanede çalışan bir kişi olarak hiçbir şeyi bilmiyorum.

Bu noktada akademisyenlerin de benzer sorunlar yaşadığını biliyoruz. Ama onlar sizler gibi bir araya gelemiyorlar. O nedenle sizlerin bunu nasıl başardığı çok önemli. Gerçekten de hemen hepiniz nasıl bir araya gelebildiniz?

Sera: Aslında bu sorunun çok açık bir cevabı var: bütün asistanlar düşük ücretlerle çalışırken, bazı hocalar kendi düzenlerini bir şekilde oturtmuş durumdalar. O nedenle biz asistanlar yan yanayız, hocalar değil.

Yani siz hepiniz aynı “köle” pozisyonunda olduğunuz için mi birbirinizi buldunuz?

Sera: Evet bizim pozisyonumuz aynı ama hocalar arasında kendilerini farklı hissedenler var.

Ben yine tıp fakültesi dışından bakan birisi olarak söylüyorum: Üniversitede hocalar arasında ne kadar ücret farkı var?

Sera: Resmi olarak döner sermayeden her bir sağlık çalışanın ne kadar para aldığı açıklanmıyor. Ama ben en son öğrendim ki, hocam benden sadece 1000 lira fazla almış. Başka bir bölüm hocası ise benim hocamın iki katı kadar para almış.

Gün: Başka bir hoca da diğerinin beş katı ücret almış.

Öte yandan yeni yasaya göre doktorlar 17.00’den sonra dışarıda ya da hastanede özel hasta bakabilecekler. Bu çalışma modelinin sizlere yansıması nasıl olacak?

Sera: Kuşkusuz iş yükümüz artacak. Öte yandan hocanın özel hastasına gösterilen özel ihtimam sorunlarımızı daha da ağırlaştıracaktır. Ayrıca asistan, bu hastanın kaprisini çekecek ve ona gerekmeyen testleri de yapacak kişi olacaktır.

Neden gereksiz testler yapsın ki?

Sera: Hasta gelmiş ve hoca’ya para vermişken her sorununun çözülmesini istiyor. Örneğin hastanın doğuştan gelen bir problemi varsa gelmişken o da çözülsün istiyor. Çünkü “müşteri”nin memnuniyeti her şeyden önemli.

Sizce hastalara karşı gösterilen bu “özel” ilgi tüm hastalar için mi, yoksa sadece özel ilişki kurulan hastalar için mi geçerli?

Tanser: Elbette sadece “özel” ilişki kurulan hastalar için geçerli. Öte yandan üstü başı kötü bir sosyal hastayla fazla uğraşılmaz.

Yani üstü başı dökülen bir hastanın çok çabuk “atık” olma ihtimali var, öyle mi?

Tanser: Kuşkusuz, zaten o hasta “devir daim” için.

Gün: O hasta zaten sisteminin altında yıllardır ezilmiş ve bundan sonra da ezilmeye mahkum.

Grevinize dönersek… Grev sırasında sizinle benzer problemleri yaşayan öğretim üyelerinin sizlere karşı davranışları nasıl oldu?

Sera: Açıkçası ben hocalarımdan destek gördüm. Greve gitmeyin diyen olmadı. Şanslıydık.

Tanser: Ben aynı fikirde değilim. Kanaatimce hocalardan %90 destek görmedik. Hatta 4-5 tane hoca yazılı olarak tehdit tutanakları tuttu. Bütün kliniklerde en az bir-ki hoca greve olumsuz tepki gösterdi.
Gün: Hocalar arasında destek verip mutfağın içine giren de, pasif destek veren de, karşımızda duran da oldu. Ancak genel olarak destek verdiler diyemeyiz. Bazı asistan arkadaşlarımıza “hadi sensiz bir kişi eksiğiz” dediğimizde, bizi “hocam izin vermezse gelemem” diye yanıtladılar Yani hocaya biat var asistanlarda, hoca izin vermezse bir şey olmuyor.

Ama asistanın sınavından yeterliğe kadar her şey hocasının elinde değil mi? Böyle bir ortamda asistanın ona karşı durması mümkün mü?

Gün: Evet mümkündür. Bir hoca asistana “ben senin yeterliliğini vermeyeceğim” diyebilir mi? Asistanlık kolay mı kazanılıyor? Hekimler çok zor bir sınavı kazanarak asistan olma hakkına kavuşuyorlar. Hal böyleyken bir hoca tüm bunları görmezden gelebilir mi? Öte yandan bu konuda kazanılmış davalar var. Yani bu o kadar kolay değil artık. İş hukukunda bazı gelişmeler olduğu için bu keyfiyet aşıldı. Dahası sağlık sistemi yeni uzman istiyor. Çünkü sistemin en büyük açığı bu.

Ama bir hoca asistanına ayda 14 nöbet yazdığında aslında onun hayatını karartmaz mı?

Gün: Bu konuda da kazanılan mobbing davaları var. Kapitalist sistem biran önce nasıl olursa olsun uzman hekim yetişsin ve onları daha fazla sömürelim diye düşünüyor. O nedenle hocaların eğitim sürecindeki keyfiyeti sistemin mantığı gereği her geçen gün giderek azalıyor.

Yanılmıyorsam grevinizin bir nedeni de eğitim konusunda sorunlar yaşamanızdı. Geçmişle şimdiki sağlık ortamını kıyasladığınızda bugün daha kaliteli eğitim aldığınızı düşünüyor musunuz?

Sera: Ben hekim sayısının artmasının hastalara sosyal açıdan olumlu yansıdığını düşünüyorum. Büyüklerimizin anlattıklarından yola çıkacak olursak; eski hekimlerin belki de az sayıda olmalarının verdiği duyguyla insanları aşağılamaya daha eğilimli olduğu görülüyor. Bu konuda hasta odaklı olumlu eleştirim var elbette. Ama bir taraftan da bu kadar hekimin ne koşullarda mezun olduğu düşünülmesi gereken bir konu. Güleryüzlü olmakla hastanın tedavi edilemeyeceği de anlaşılmak zorunda. Yani son on yılda hekim sayısının artması insanları memnun etmiş görünüyor ama çok fazla bilgisiz hekim de yetişti. Hastalar ve toplum gülen yüzlerin birilerinin ölümüne sebep olabileceğini görmeli.

Hekimlerin eskisi gibi hastalarını kovmamasının bir nedeni hekimlerin de kendilerinin değersizleştiklerini görmeleri ve o eski korunaklı mevzilerde yaşamadıklarını fark etmiş olmaları olabilir mi?

Sera: Evet olabilir. Öte yandan hastaların kendilerinde de “eğer doktor bana bir şey yaparsa daha kötüsünü ben ona yaparım” gibi bir güvenin geliştiğini ifade etmek gerekli.

Son olarak grevden sonraki dönemi de konuşmak isteriz. Şimdi nasıl bir örgütlenme sürecindesiniz? Bundan sonrasını nasıl götüreceksiniz? Size verilen sözlerin takibini nasıl yapacaksınız?

Gün: Biz açıkçası grev sonrası süreçle ilgili olarak şunu söyledik arkadaşlarımıza: Bu sorunlar daha önce var mıydı? Vardı. Ne kadar öncesinden vardı? Yarım yüzyıl, yüzyıl. Asistanlık ne zamandan beri varsa o zamandan beri vardı. Hani kısmi iyileştirmeler söz konusu olmuş olabilir. Sonuç itibari ile bu sorunlar 4-5 günlük iş bırakmaya çözülecek bir şey değil. Önümüzde katı bir sistem var: sonuçta verdiğimiz mücadelenin arkasında durmalıyız ki onlar da vermiş olduğu sözlerin arkasında dursunlar. Sistem her zaman sözünü verir ama sonra yavaş yavaş geri adım atarak verdiklerini geri almaya başlarlar. Bizlerin dağılmasını bekler. O zaman biz dağılmamalıyız. Sürekli takip edeceğiz, sürekli sıcak temas halinde olmalıyız. Ama bunu da temsilciler üzerinden yani seçilmiş temsilciler üzerinden değil, mutfağa katılmak isteyen herkesi bu sürecin içine alarak yapacağız. Şimdi 17 kişilik bir görev komitesi oluşturduk. Bu komite her şeyi takip edecek. İdari yapı da dahil olmak üzere herkesle görüşüyoruz. Herkesten geri bildirimler alıyoruz. Gelen geri bildirimleri, idarenin icraatlarını ve mesajlarını yorumlayacağız. Bu geri bildirim ve mesajlara göre hareket edeceğiz.

Görebildiğim kadarıyla kendi aranızdaki iş bölüşümü idarenin size verdiği sözlerin her birisini takip edebilmek yönünde şekillendi, yanılıyor muyum?

Gün: Yok hayır sadece takibi açısından değil ve sadece onların verdiği sözler açısından şekillenmedi. Aksine zaman zaman toplanıp beyin fırtınası yapıp birlikteliğimizi bozmamak ve mutsuz çoğunluklar yaratmamak ekseninde şekillendi. Biz bütün bunlara karşı görev komitesini kurduk. En öncelikli amacımız hastane yönetiminin şeffaflığını sağlamak. Gerçekten burada kimse ne olup bittiğini bilmiyor. Bir şeyler oluyor ama bilgi paylaşımı yok. Dilekçelerimize yanıt yok. Bir şeyler dönüyor. Sorguladığımızda cevap yok, aksine baskı var. Hal böyle olunca ister istemez iş başa düşüyor. Asistanlara, yani iş üretiminin merkezindeki insanlara görev düşüyor.

Bildiğimiz üzere klasik örgütlenmelerin tümünde bir başkan vardır ve hemen her açıklamayı o yapar, kararları da ağırlıkla o alır. Ama size dışarıdan baktığımda kamuoyuyla ilişki kuran pek çok sözcünüzün olduğunu görüyorum. Grev süresinde de bir liderinizin olmadığını, aksine birden çok lider ve sözcünüzün olduğunu fark ettim. Benzer biçimde her birinizin işin içerisinde fiilen yer aldığına tanık oldum. Dahası grev günlerinde rahatlıkla o güne kadar lider olmayan birisinin ya da o güne kadar çok da önde olmayan birisinin grup adına açıklama yapabildiğine şahit oldum. Bu durum geleneksel örgüt modellerinin çok dışında, yanılıyor muyum?

Tanser: Ben bunu şöyle açıklayayım: Bu bizim bir yıllık sürecimizdi ve işin başında biz 5-6 kişiydik. Bir yıl boyunca 4-5 kişi olarak çok dinamik devam ettik. Ama hep beraber greve başladık. Örneğin Sera daha önce hiçbir toplantımızda ve hiçbir çalışmamızda yanımızda olmamasına rağmen bugün hareketin temel bileşenlerinden birisi oldu.

İyi ama aranızdan yeni birisi çıkınca ona neden “dur bir dakika dün yoktun bugün nereden çıktın da geldin burada rol kapıyorsun” demediniz. Biliyorsunuz genellikle Türkiye’de böyle cümleler sarf edilir. Oysa siz hemen yer açtınız bu kişilere.

Tanser: Bu sürece katkı veren her kişiye pozitif olay olarak baktık. Ve çok şaşırdık, çünkü bir anda 10-11 kişi aktif görev almak istedi. Elbette bu durum bizi çok mutlu etti.

Ama siz bir yıl örgütlemek için çalışmıştınız. Bu ortamda bile yeni gelen kişiye “dur bir dakika sen daha çömezsin biraz piş bakalım” demediniz. Yani bu durumdan niye bir pozisyon ve iktidar üretmek istemediniz?

Sera: Aslında ben bugüne kadar düzenli bir örgütlenmenin içinde hiç yer almamıştım. Belki haberim olmamasından belki de vakit olmamasından… Ama şimdiye kadar hiç muhabbet etmediğimiz arkadaşların bile olayı kafalarında özetleyen bir metni vardı ve bu metinler hepimize hitap ediyordu. İnanır mısınız asistanlığının bitimine bir ay kalmış bir arkadaşımız bile asistan hakları için çabalıyordu. Bu samimiyet nedeniyle kimsenin çabası birbirinden rol çalmak gibi görünmedi ve hal böyle olunca da ortak mücadele verebileceğimizi gördüğümüz için hepimizin içindeki o ruh hareketlendi. Bu durum kendi kendimize yakınmaktansa ilk kez bir şeyler için mücadele edeceğimizi fark etmemizden kaynaklandı.

Bir yıldır sürdürülen örgütlenme sürecinde yer almayıp da grev sürecine katılanlar olarak herhangi bir yerde “ya onlar işin asıl sahibi, bizleri de pek istemiyorlar” gibi bir hissiyat yaşadınız mı?

Sera: Burada herkes eşit.

Tanser: Asistan olarak biz zaten “köle” pozisyondayız, o yüzden aramızda hiyerarşi olsun istemedik.

Ulaştığınız başarının ve kazanımlarınızın bu eşitliği var edebilmekle ilişkili olduğunu düşünüyor musunuz?

Tanser: Elbette, aslında ilk kez birlik olabilmenin tadına vardık. Ön plana çıkan arkadaşlar hiç kimsenin gözüne batmadı. Çünkü birliktelik fikrine ve dayanışmasına ihtiyacımız vardı. Zaman içerisinde kopmalar olsaydı bu kadar güçlü olamayabilirdi. Kopmaların olmaması direnebilmemiz ve bazı arkadaşların kimi zaman ön plana çıkıp unutmaya başladığımız değerleri hatırlatmaları çok yardımcı oldu.

Gün: Bende şöyle bir toparlama yapmak isterim. Her şeyden önce biz bir grev süreci yaşadık ama unutmayalım bir yıl öncesinde Ege Üniversitesi’nde de benzer şeyler yaşandı. Benzer biçimde iki yıl önce üniversitemizde de grev örgütlendi. Ama bunların hepsinde çözülmeler yaşandı. Biz öncelikle son bir yılda bu grev eylemlerinde neden yol kat edemediğimizi inceledik. Daha önemlisi geçtiğimiz iki yıl içerisindeki eylemler nedeniyle burada bir gelenek oluştu. İzmir’deki gelişmeleri de sıcağı sıcağına takip etmiştik ve orada da bir gelenek vardı. Oradaki arkadaşlarımız da ciddi bir birikime sahiplerdi, sendikal çalışmaları vardı ve bu işe gönül vermişlerdi. Onlar da, biz de ciddi bir arayış içindeydik ve birbirimizle sürekli temas halindeydik. Onlar bize “ne zaman bir ümitsizliğe kapılsanız bizim sesimizi duyun” dediler. Bu bize büyük bir güç verdi. Emin olun insanlar okuyor ve araştırıyor. O nedenle biz temsilciler olarak asistanlarla hep iletişimde olduk. Onlara “sizsiz bir eksiğiz” dedik. Bunun dışında arkadaşlar da zamanla daha çok olayın farkına vardılar. Biz de sorunlarımızı somutlaştırdık. Bizlere yönelen şiddet eylemlerini reddettik, bu konuda hukuki süreçleri takip ettik. Eğitim ve mobbing konusunu hep gündemde tuttuk. İdare makamı ile her daim görüşmelerimizi sürdürdük ve taleplerimizi ilettik. Asistan arkadaşlarımıza yaşanan gelişmeler konusunda sürekli geri bildirimde bulunduk, onlardan geri bildirim aldık. Ve ücretlerin düşmesi ile kriz anı yaşandı ve bu kriz anında önceki hazırlıkların bir sonucu olarak fazla söze gerek kalmadı. Biz sürecin başında grev sözcüğünü ağzımıza almadık. Her zaman asistan arkadaşlarımızın bütününe bir şeyler söyledik ve bütünden bir şeyler bekledik. Kriz anında da onlardan beklenen sözcükler çığ gibi geldi ve Türkiye’nin en büyük asistan hekim eylemlerinden birisi gerçekleşti. Grev sürecinin tümüne bakınca spontane ve bir bakıma dezorganize başlamasını bir sorun olarak görüyorum. Dahası ortada “apolitik” bir durum vardı. Greve katılan asistanların çoğu sendikaları ve meslek odalarını istemeyen bir topluluktu. Halbuki bu süreçte en çok da onlara ihtiyacımız vardı. Zaten iki yıl önceki süreçte yaşadığımız çözülmemizin en büyük nedeni de buydu. Ama zaman içerisinde meslek örgütümüzün ve sendikaların grevdeki önemini anlayınca asistanların tavrı da değişti. Öte yandan öğretim üyelerinin gerektiği gibi destek vermemesi de önemli bir sorun oldu. Grev sürecinin en başında görev dağılımının aramızda iyi biçimde yapılamaması da bir sorun oldu. Ama tüm bu eksikliklerine rağmen mesleki onurumuzu kurtarma kararlılığımız çok önemliydi. Ve bugünden sonra işin mutfağında daha fazla sayıda kişinin olacağını beyan etmesi de çok değerli.

Öte yandan grev boyunca çok da espriliydiniz, yani “orantısız bir zeka” da vardı…

Sera: Aslında “orantısız zeka” örnekleri hepimizin gün içinde konuştuğu şeylerdi. Birkaç örnek vermek gerekirse; “para olsa da versek” ve “siz kimsiniz ulan” hitapları idare ile temasımızda çok sık duyduğumuz vurgulardı. Sonra “ah bu performans sistemi” şeklinde dilden dile dolaşan sürekli konuşulanlar. Tabi üçüncü günün sonunda hala pide gelmeye başlayınca “yine mi pide” gibi isyanı kapladı her yeri..

Son olarak bu aralar Türkiye’de her şey “manidar”, sizin grevi başlama tarihiniz de manidar mıydı?

Gün: Evet gerçekten manidardı. Çünkü biz grevimizi köleliğin kaldırılma günü olan 2 Aralık’ta başlatmıştık.

Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.

Asıl sesimizi duyurma fırsatı verdiğiniz için biz teşekkür ederiz.

[1] Araştırma görevlilerinin sorun yaşaması için isimleri değiştirilmiştir.

06.07.2014

Kaynak: http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/1019/saglikta-donusum-programi-asistan-kole-hastalar-atik

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir