“Emek ve özgürlük için mücadele ettiğini söyleyen insanlar söyledikleri sözlerin altını doldurmalıdır”

İki metal işçisi, Bülent ve Cihan ile söyleşi

Söyleşen: Suat Yalçın

12 Nisan 2014

Metal sektöründe çalışan iki dostumuz, iki güzel insan Bülent ve Cihan’la yaptığımız bu güzel sohbeti kısaltarak ilginize sunuyoruz. İki İslamcı işçinin gözünden günümüzde işçilerin halleri, sorunları, zaafları ve güçlerine dair çok bilgilendirici, çok sahici bir sohbet oldu. Yılların emektarı iki dostumuz gözlemlerini, görüşlerini bizlerle paylaştı. Dahası bu dev makinaya, bu kısır döngüye, bu bitmez çileye karşı nasıl direnilebileceğine dair farklı ve çarpıcı bir önerileri var Bülent ve Cihan’ın. İşçilerin ortaklıklar kurarak tüm ortakların eşitliği temelinde işleyen kendi işletmelerini kurmaları gerektiğini savunuyorlar. Sabri Orman, Ahmet Tabakoğlu gibi hocalarımızın teorik düzeyde savundukları metodu şimdi ve hemen hayata geçirmemiz gerektiğini düşünüyorlar.

Üstelik sadece bir işletme değil mücadeleci bir yapı, bir tür cemaat savundukları. Bülent’in sözleriyle aktaralım: “Gerektiğinde dövüşen, mücadele eden, hem de gerektiğinde bir vakıf gibi, banka gibi yardım edebilen, maddi destek sunabilen öyle bir yapı, komple bir yapı. Yani insanların özgürlüğünü düşünen, gerektiğinde kendinden fedakârlık eden, çalıştığını, kazandığını o insanlara paylaşan böyle bir yapı.” Bizce denemeye değer, hayali cihana bedel… Bu söyleşinin, böylesi bir yöntemin, girişimin daha geniş bir zeminde tartışılmasına vesile olmasını umuyor ve istiyoruz.

 

***

Bülent: İsmim Bülent, 1998’den beri İstanbul’dayım, Tokat Turhallıyım. Otomotiv sektöründe çalışmaya başladım hala da aynı sektörde devam ediyorum. 16 yılda on işyeri değiştirdim.

Cihan: Benim adım Cihan, 1978 İstanbul doğumluyum, aslen Çankırılıyım. Meslek lisesi mezunuyum, Bağcılar Endüstri Meslek. Otomotiv de dahil olmak üzere metal sektöründe pek çok iş yaptım. Talaşlı imalat diye geçiyor işimiz. Şu an otomotiv yedek parçası üreten bir işte çalışıyorum. Yirmi yılda on beşi geçmiştir çalıştığım işyeri sayısı.

(…)

Hiç sendikalı bir yerde çalıştınız mı?

B: Sendikalı iki yerde çalıştım, sendikalardan bir tanesi patrona bağımlıydı, işçilerin isteğini dikkate almıyordu. Öz-Çelik-İş sendikasıydı, Hak-İş’e bağlı. Patronun istekleri önplandaydı, işçilerin haklarını gözeten bir yapısı yoktu. Ama başka bir işyerinde, büyük bir yerdi, orada sendika işçilerin hakları gözetiyordu. DİSK vardı, Birleşik Metal. Orada işçileri baskı altında tutamıyorlardı. Ücretler düşüktü, ama zorunlu mesaiye bırakılamıyorduk mesela. Başka bir işyerinde ben fazla mesaiye kalmak istemiyorum diyecek olsan çoğunda atılırsın. Öz Çelik İş sendikasında mesela zam zamanlarda bize “siz ne istiyorsunuz” diye hiç sorulmazdı. İşçi arasında mağdur durumda olanlara iyileştirme yapılması noktasında görüşme filan hiç yapılmazdı, patronun dediği oluyordu, sendikanın sadece adı vardı.

(…)

C: Bülent’in bir söylediği bir şey vardı, işverenler her bir işyerinde tanrı konumundalar. İlah gibi yani, belirleyici, kanun manun hikaye.

B: Devletin koyduğu iş kanunları var, çok fazla etkin değil, patron kanunları işliyor orada. Niye? İnsanlar bilinçsiz, eğitimsiz. İki, iş güvencesi yok, işten atılma tehlikesi ile her an karşı karşıya. İşten atılma tehlikesi ile her an karşı karşıya olan insan mücadele vermez. Bunların bir şekilde desteklenmesi gerekiyor. Vakıf olur, dernek olur, başka bir şey olur. Bunlar eğer desteklenmezse, hiç bir şekilde o insanlar bir mücadele içine giremezler. Özellikle de bu insanların vasıfları yoksa. Vasıf derken yani pazartesi işten ayrılınca, diğer pazartesine kadar iş bulabilme becerisine sahip değilse o insan ses çıkartamaz. Çoluk çocuk sahibiyse, hele kiradaysa, bu yapılan baskı ve zulmü içselleştirir, ses çıkarmaz.

patron - rab

(…)

B: İnsanlar aç ve sefil, iki ay çalışmamış olsa, bu insan çok zor duruma düşecek. Çoğunun banka borcu var. Bunları ödeyebilmeleri için fasılasız çalışması lazım, bir ay bile ara vermeden. Bahsettiğimi mücadeleyi verebilmek için gerçekten dürüst, erdemli, onurlu bir şekilde yaşama düşüncesine sahip bir insan olması gerekiyor. Yani insan iki bin liralık telefon almak için bankaya borçlanıyorsa bu insan onurlu bir mücadele veremez. İşverenin karşısına çıkıp da “sen bu haksızlığı yapıyorsun” diyemez. Gerektiğinde 200 liralık telefona sahip olup, bir ay işsiz kalmayı göze alacak şekilde yaşaması lazım. Ancak bu tip insanlar bu mücadeleyi verebilir. Yoksa muhafazakâr olur, milliyetçi olur fark etmez, sesini çıkartamaz.

(…)

B: Örnek vereyim. Bizim işyerinde bir usta var. Bu adam sabahtan akşama kadar çalışır, akşam sekize kadar mesai yapar, cumartesi günü de gelir. Bunun dört dairesi, üç de dükkanı var, bunların hepsi kirada. Ayda 5-6000 lira geliri var. Ama o kadar açgözlü ki, sürekli biriktirme düşüncesi içerisinde. Hâlbuki bu kazandığı paranın bir kısmını orada çalışan borçlu arkadaşlarına verse, onların borçlarını sonlandırmak için bir mücadele içine girse… Ama yok.  (…) Patronun karşısında arkadaşlarının hakları için de destek olsa, olmuyor. Kendi onurunu satıyor ve işçilerin orada yıllardır ezilmesine müsaade ediyor. Buradaki ustaların, mühendislerin çoğu bu şekilde. Patronun verdiği 1000 lira 2000 lira fazladan parayı almak için göz yumuyor, sessiz kalıyor. 1000 lira 2000 lira karşılığında kendi kişiliğini satmayan, böylesi bir mücadeleyi üstelenebilecek insanlara bağlı bu sorunların çözümü. O birlikte mücadeleyi verecek insanlar bir araya gelecek, karar verecek. Ezilen insanların hem vasıflı bir hale gelmesi için elinden geleni yapacak, hem de patrona karşı kendisinin ve diğer işçilerin haklarını savunan insanlara ekonomik olarak yardım edecek. Onların hayatlarını devam ettirecek noktada kalmalarına yardımcı olacak. Bu olmadığı müddetçe toplumda genel anlamda bir iyileşme mümkün gözükmüyor.

(…)

Son 20 seneyi değerlendirecek olsanız işçilerin profili hep böyle miydi, bir değişim dönüşüm gözlediniz mi? 

C: Kredi kartı yokken bu kadar kötü değildi sanki. Özel sektör özellikle 2000 yılından sonra daha kötü duruma geldi insanlar. İşyerlerindeki sosyal haklar kesildi mesela, sadece kuru maaşa kaldık. İkramiyeler filan vardı hepsi gitti, hiç bir şey kalmadı. Fazla mesailerin parası azaldı.

B. Kriz patronlara yarıyor. Kriz döneminde standartları düşürüyorlar ikramiyeler filan ne varsa buduyorlar. Krizden sonra da koşulları düzeltmek için bir şey yapmıyorlar. Ertesi yıl bahane uyduruyor, üçüncü yıl yine öyle.

(…)

B: Cihan’la birlikte çalıştığımız bir yerde başımıza bir müdür atamışlardı. Kendisi Fethullah Gülen cemaatindeydi. Bu insan patrondan yana tavır sergilerdi.

C: Çok fenaydı. Öyle böyle değil.

B: Sorunlarını dile getirirsin, çözmek için atılması gereken adımlardan bahsedersin mesela. Bunu kendi çıkarları doğrultusunda senin aleyhine kullanırdı bu arkadaş. Ben bizzat senin söylediğini ilerde aleyhine kullanmak üzere not aldığını bizzat gördüm.

Bu çok acayip bir çelişki değil mi şimdi? Hayata bakışımızı İslam üzerine kurduğumuzu iddia ediyoruz ikimiz de, iki taraf da ama böyle bir zıtlık. 

C: Mesela biz namaz kılıyorduk. Şimdi biz ayakkabı kokularının içindeyiz, soyunma odasında. Bizim sektördeki insanlar bazen 15 gün, bir ay elbiselerini yıkatmadıkları olur. Artık üzerinde katran olmuş. Biz o soyunma odasının içinde namaz kılıyoruz. O ise, eğitim odası vardı, orada seccade üzerinde kılıyordu, biz kartonlar üzerinde. Ben ona söyledim, senin dedim kıldığın namaz bizimkinden daha mı mübarek dedim. Sonra ben bununla tartışmıştım, işyeriyle ilgili, başka konularla da ilgili, sonra bana izin verdi, hani kovarım seni gibisinden, gözdağı vermeye kalktı, ben de çektim gittim, ertesi gün geldim. Böyle bir insan. Gülencilerin ne tür insanlar olduklarını orada daha iyi anladık.

(…) 

Nasıl olabiliyor bu farklılaşma sizce, aynı kitaptan beslenen insanlarız? 

B: Makam mevki olarak diğer insanlardan üstün olmak arzusu var bir kere bu insanlarda. Aşağı tabakada gördüğü insanların kendisine saygı göstermesi, o insanın egosunu tatmin ediyor, bundan mutluluk duyuyor. Birincisi bu. Bir de patron ona 1000 lira, 2000 lira daha fazla maaş veriyor diye, yani yılda 10 000 lira için kendisini satıyor. Ana sebep bu. Sadece bu. Para ve makam, mevki. Bundan dolayı, çalışma arkadaşlarını patron nezdinde eziyor, o insanlarla eşit olmak istemiyor, eşit haklara sahip olmak istemiyor, böyle bir hayatı benimsiyor.

C: Kimi yöneticiler aynı yemeği bile yemiyor seninle.

Çalıştığınız işyerlerini genel olarak düşünecek olsanız patronlarınızın siyasi düşünceleri, pozisyonları neydi? İkinci olarak da işçilerin genel olarak siyasal durumlarını soracağım. 

B: Şu an çalıştığım yerde çoğunluk muhafazakar. İşveren de laik-kemalist bir düşünce yapısına sahip. Ama işyerinde katı kuralları olan, kendince hak yememeye çalışan bir düşünce yapısında. Daha öncekiler de çoğunlukla laik düşünce yapısına sahipti, muhafazakar düşünce yapısına sahip patron azdı. Bir tanesi vardı mesela, hak hukuktan, Allah kitaptan bahsederdi. Yardım derneklerine yapmış olduğu bağışların plaketlerini insanlar görsün diye çalışma ofisine koyardı. Çalışma ofisinde Asr suresi aslıydı. Hatta bir gün bir haksızlık, hukuksuzluk yaptığı zaman ben dedim ki “Sen haktan hukuktan bahsediyorsun, Asr suresini asmışsın oraya” diyerek itiraz ettim. “Allah’tan, haktan, hukuktan bahsediyorsun, bunu resmen istismar ediyorsun, işçileri eziyorsun” diye bir çıkış yapmıştım. Ama genel olarak düşünecek olursak İstanbul sermayesinin çoğunluğu benim gördüğüm kadarıyla muhafazakar değil, çoğunluğu laik düşünce yapısına sahip insanlar.

a1

(…)

C: En azından İstanbul’da benim gördüğüm kadarıyla sermayenin geneli Kemalist-ulusalcı zihniyette. Bunların hiç bir şekilde, Allah’ı kitabı para yani. Daha çok daha çok kazanma şeysinden başka bir şey yok. Hiç bir zaman da doymuyorlar yani. İnsanlar daha fazlasını verseler bile onlar yetinmiyor. Hiç bir zaman eline sağlık demezler mesela, emeğe bir saygısı bile yoktur ya da göstermez yani bilinçli olarak. Hiç bir şekilde saygı göstermiyorlar, sadece işlerine geldiği yerlerde, işte o an o adama vasfından dolayı bir muhtaçlığı varsa ona göre davranıyor, o da ikiyüzlülük oluyor.

Siz daha önceki görüşmelerimizde “işçiliğin sonu yok, kendi ortak işletmelerimizi kurmalıyız” diyordunuz, isterseniz o meseleye geçelim.

B: Çalışma hayatında en önemli şey bir insanın düşüncesini aktarmakta özgür olduğu bir ortamın sağlanması. Biz işyerimizde düşüncemizi ifade edemiyorsak, bizim makina parçasından fazla bir değerimiz yoksa bu işin bir manası yok. Ortaklıklara dayalı çalışma ortamlarını kendimiz kurmalıyız. Metal sektöründe olur, başka sektörde olur… Karşılıklı sevgi ve saygı çerçevesinde herkesin emeğini ortaya koyduğu, adil bir şekilde hakkını aldığı, ihtiyacından fazlasını başka insanlara verirken de özgür davrandığı, birlikte çalıştığı insanların baskısına muhatap olmadan, kendi isteğiyle verdiği çalışma ortamlarını kurmamız lazım. Çalışma ortamının sahiplerinin de insanları baskı altında bırakmadığı, çalışan herkesin olmasa da bazılarının öğleden önce, bazılarının öğleden sonra çalışarak, üreterek hayatta var olmaya çalıştığı bir ortaklığa dayalı bir çalışma sisteminin olması gerekiyor. Bunu sağlamak için de buna inanan, doğru dürüst erdemli insanların bir araya gelmesi lazım. Çünkü bir araya gelmek başlangıç, daha sonra karara vararak adım atarak bunu gerçekleştirmek için o mücadelenin içine girmeleri gerekiyor. Bunu yaparlarsa, bunu insanlara gösterirlerse, örnek olurlarsa, bu toplumda yaygınlaşacak. Yani gerçekten ezilen, onuruyla yaşamak isteyen insanlara da şöyle demeliyiz: “Gelin kardeşim, biz böyle bir ortaklık kurduk, sen de bu ortaklığa dahil ol. Sermayenin o ezen, sömüren, insanları baskı altında tutan, düşüncesini bile ifade etmekten men eden, seni stres altında bırakarak çeşitli hastalıkları yaşamaya mahkum eden insanların elinde olmamalısın.” Bunları demeliyiz ve adım atmalıyız diye düşünüyorum. Bunu şu ana kadar yapan yok. Bunu yaparsa insanlar, bu toplumun ve dünyadaki tüm halkların özgürleşmesi noktasında bir yola girmiş olacağımızı düşünüyorum.

Bana sizde önemli gelen Müslüman bakış açısıyla bunu düşünmüş olmanız. (…) Gerçi bizim açımızdan Kombassan gibi tecrübeler var, ama onlar da pek parlak sonlanmadı.

B: Kombassan gibi yerlerdeki çalışanlar da düşüncelerini ifade edemiyorlar. Örneğin Yimpaş’taki bir kasiyer bile gerektiğinde patronunu eleştirebilmeli, sesini çıkarabilmeli. Bunu yapamıyor oradaki insanlar. Bizim yapacağımız bu olacak. Belki orada makinada çalışan, parçayı makinaya bağlayan insan bile gerektiğinde yapılan haksızlığa müdahale edecek ve haksızlığın olmaması için elinden geleni yapacak. Hiç bir şekilde hiyerarşi olmayacak, sadece iş bölümü noktasında olacak. Bugünkü modern işyerlerinde nasıl satın alma bölümü, üretim bölümü, kalite bölümü, tasarım, Arge, pazarlama varsa, aynısı olacak, herkes kendi işini yapacak, ama istediği bölümü denetleyebilecek, işini yanlış yapıyorsa uyarabilecek, bunu nasıl daha iyi yapabiliriz noktasında eleştirilerini söyleyebilecek. İşten atılma korkusu yaşamayacak, böyle bir şey olması lazım.

C: Burada esas olan şu anda tabii bunu ortaya koyabilecek birincisi sermaye, ikincisi de insan gücü gerekiyor.

B: Hukuku ortaya koyarken orada işten ayrıldığın zaman ne kadar hak alabileceğin o hukukta olmalı. Ama o alacağın hak geride kalan insanları da mağdur etmemeli. Bir insan bir işi yapabilir de yapmayabilir de, düşüncesi de değişebilir. Ölebilir, çocukları aynı pratiğe inanmaz vs. O yüzden bu hukukun belirlenmesi lazım.

C: Ayrılırken alacağın hak o işyerini batıracak kadar olmamalı tabii. Öte yandan mesela “en büyük sermayeyi ben koydum, en çok söz sahibi ben olacam” diyen birinin işi yok orada zaten, niye gelsin, nasıl gelsin. Ben diyorum ki hiyerarşi olmayacak diyorum. Öbürü “ben burayı yönetecem” kafasındaysa olmaz zaten. Koyduğu parayı devamlı milletin kafasına kakacaksa öyle bir tipi bu yapıya hiç sokmamak lazım. Daha sonra söylemeye başlarsa da o yapıdan çıkartılması gerekir. O adam gidince yapı dağılacak da olabilir ama o kişinin oradan çıkartılması gerekir, çünkü o kişi ilerde daha fena zarar verir, virüs gibi mahveder. İnsanların geçimi kadar bir paranın belirlenmesi lazım, kim ne kadar alacak. Mesele biraz da şu; insanların tatmini ne olacak? Ben daha çoğunu ortaya koyuyorum öbürküsü daha azını koyuyor, zihin olarak mesela, ben niye daha fazla kazanmıyorum da diyebilir mesela. Bunların nedenlerini iyi açıklaması lazım kendisine. Burada bir amaç var, bunun için yapıyoruz. İnsan kendi nefsinde bunları yerli yerine koymadıysa, bence hiç bir şekilde ona girmez, girse de çıkmak isteyecektir. Metal sektöründe mesela bir parça imal etmek o kadar kolay değil yani. Herkes aynı şekilde kafayı da koyamıyor, biri tak diye olayı çözüyor, öbürü yok. Esas mesele hukuk bile değil yani, hukuk önemli tabii de.

Kazanç konusunda farklılık olması gerekiyor mu yani?

C: Yok, hayır, söylediğim o değil. İnsan kazancı açıklarken kendisine şunu söylemesi lazım diyorum: “Ben bunu dünyevi rahatlık için yapmıyorum, ben bunu ahirette ve Allah’tan bunun karşılığını alacam” zihniyetiyle yaparsa bu kişi ancak orada durabilir.

Bu dünyada da geçinmesi lazım ama.

C: Herkesin geçinebileceği makul bir seviye olması lazım. İşyerinin gücü de önemli tabii. Bir ay hiç iş olmaz o zaman az para alacaz, bunu öngörmesi lazım. Ticaret yapıyorsun sonuçta, birisi mal bozar, bir yerden ödeme gelmez, çeklerle senetlerle dönüyor bu işler sonuçta. Sen veriyorsun malını, adam beş aylık çek veriliyor sana. Perakende işlerde farklı olur tabii. Bizim sektörde muhasebe böyle. Bir an ekonomik kriz gelir tıkanırsın. Sıkıntı varsa hep beraber çekecez, rahatlık varsa da makul derecede bundan yararlanıp, diğer insanlar için de faydalı olacak işler yapacaz. Mesela bir doktor hizmeti verilebilir. Bir doktor mesela, üç bin lira maaş alır, ver o parayı, bedava muayene etsin milletin çoluğunu çocuğunu. Mesela bir kitapevi açarsın, vs.

a5

(…)

Ben size iki örnek vereyim. Bir tanesi Amerika’da. 1980’lerin başında kurulmuş olan, pizza, ekmek ve peynir üreten bir işletme. Tüm çalışanlar işletmeye ortak. Herkes ekmek üretiminden muhasebesine, tezgahtarlığına kadar işin her aşamasını öğreniyor. Buraya geliyorsun diyorsun ki ben ortak olmak istiyorum. Üç ay eğitime alıyorlar seni, üç ay sonunda bütün ortakların onayını alman lazım. Herkes oturuyor, bu arkadaşı alalım mı diye oylama yapıyor. Bir kişi dahi itiraz etse almıyorlar. Herkesin ortak kararı ile. Bunlar kişi başı saati kırk dolar gibi bir para kazanıyorlar ki iyi bir rakam bu. Canları istediği zaman da kapatıyorlar. Atıyorum Amerika’nın Irak işgaline karşı protestolara katılıyorlar, siyasi bir yapıları da var. 80’lerin başından beri burası dönüyor. İkinci örnek 70’lerden beri ayakta olan Fransa’da bir tür komün. Onlar tarımsal üretim yapıyorlar, pazarlıyorlar, satıyorlar. Gelen şeyi ortak bölüşüyorlar, ortaklaşa yaşıyorlar zaten. Bütün krizleri de rahat atlatıyorlar. Şahsi mülkiyet yok, her şey ortak. 

C: Dolaylı olarak mülk sahibiler aslında yani.

Tabii canım, sadece burası benim değil de bizim diyorlar gibi yani. Ben bunlarla iki sene önce bir röportaj yaptım, bunlar 2008 krizinde Avrupa sallanırken, bunların hiç öyle dertleri yoktu. Kendilerine bir finans sistemi de kurmuşlardı, paralar geliyordu, tarlalar alıyorlardı, hali vakti iyi durumda olmayan göçmenleri getirip yerleştiriyorlardı. Adamların hiç gelecek korkuları yoktu mesela. Batı’da ufak tefek bir şeyler var. 

B: Benim asıl amacım, birinci derecede işçinin özgürlüğü, ikinci derecede de başka insanların özgürleştirilmesi için çaba harcamak. Yani diyelim ki 300 kişilik bir insan grubu olduk. Bu insanlar gerektiğinde gidecek, bu düşünceye ulaşamamış, hali hazırda o zulüm ve baskı ortamında çalışan insanları eğitecek öğretecek, bu insanları özgürleştirmeye çalışacak. Gerektiğinde haklarını nasıl araması gerektiğini öğretecek, belki orada dövülecek, belki konuştuğu kişi işten atılacak, bizim ki ona maddi destek olacak. Burada, İstanbul’da düşün, bu düşünceye inanan 100 insanın farklı işyerlerinde çalışarak insanları örgütlediğini… İşverene karşı çıktığı, ihtiyacı olduğu, diyelim ki işsiz aşsız kaldığı zaman işçiye yardım edebilecek bir potansiyele sahip bir yapı. Gerektiğinde dövüşen, mücadele eden, hem de gerektiğinde bir vakıf gibi, banka gibi yardım edebilen, maddi destek sunabilen öyle bir yapı, komple bir yapı. Yani insanların özgürlüğünü düşünen, gerektiğinde kendinden fedakârlık eden, çalıştığını, kazandığını o insanlara paylaşan böyle bir yapı. Tabii, toplumdaki o sömürgeleri çok acı bir şekilde rahatsız edecek bir yapı. Yani düşün onlar on saat çalıştırıyor, siz beş saat çalıştırıyorsunuz. Onlar bin lira veriyor, sen üç bin lira veriyorsun. Onların işyerinde düşünce ifade edemiyorsun, bizimkinde düşünceni ifade edebiliyorsun öyle bir yapı. Senin gibi düşünen, özgürlüğe adalete inanan insanlar, atölyelerde işyerlerinde o mücadeleyi savunan insanlar ezildiğinde de onlara yardım eden, o insanlara “gelin kardeşim, işte biz böyle bir yapı içindeyiz, aç kalmayacaksınız, açıkta kalmayacaksınız, bakın bizimle birlikte çalışabilirsiniz” sözünü açık yüreklilikle söyleyip, onlara kucak açan bir yapı.

(…)

C: Bülent de ben de bu ilahlara biraz daha yakınlaşsak belki rahatlayacağız. Yönetici takıma daha çok yaklaşırsan, daha çok yükselirsin, daha çok maaş verirler bilmem ne. Bana diyorlar ki “sen niye bir işyeri kurmuyorsun?” Ben diyorum ki insanlara zulmedeceksem, bana yapılmasını istemediğim şeyleri başkasına yapacaksam, ben bundan uzak dururum.

B: Biz yıllardır bunun acısını çekiyoruz. Cihan’ın dediğini yapmış olsak, çok iyi noktalarda olabilirdik, bir şirketin üst yönetiminde olabilirdim. Biz bunu istemedik, makam olmasın daha az maaş alalım ama onurlu yaşayalım, birilerine dalkavukluk ederek hayatımız geçmesin, böyle kara lekelerle dolu bir hayatımız olmasın dedik.

C: Ben imalat müdürlüğü denedim, bir iki gün yapıp verip geri verdim, yapamadım. Bir kaç bahane öne sürdüm. Oraya girdiğin zaman başka bir şeye girmiş oluyorsun. Mesela bir toplantılarına katılmıştım yönetim kurulu gibi, adam şöyle diyor “burada kuralları biz koyarız” diyor. Bir iki günlüğüne de olsa, o konuma gelip, buna şahit olmak güzel bir tecrübe oldu benim için. Şuraya bak dedim ya, şunların haline bak. Mesela diyor ki “biz” diyor “çay saatlerini ister alırız, ister geri veririz.” Adam böyle diyor, firmanın sahibi. Toplantılarına bir kere girdim, böyle bir şeyle karşılaştım. Bu toplantıların % 90’ının da böyle olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde yani, yapılan muhabbet bu. Şunu da söyleyeyim, biz mesela kendi sektörümüz için, bu işi en ince detayına kadar biliyoruz, yani bunu yapabiliriz. Bülent de biliyor. Biz bu işi yapabiliriz, hiç bir sorun yaşamayız yani. Esas mesele buna bir iki kişiyle girilmez. Girersen kendi hayatını da zindana çevirirsin, 12 saat, 15 saat çalışacak olduktan sonra bir anlamı kalmaz. 8-10 kişi girmesi lazım, sermayeyle de çok alakası yok aslında, o bulunur, herkesin 40-50 bin lirası vardır yani bir köşede, bunları bir araya getirip bir havuz kurup, çıkartırsın. Bunu yapmadığımız sürece biz bu işkenceyi çekmeye devam edecez yani. Öğretmenlerin filan rahatları yerinde tamam mı, açık konuşayım. Öğlene kadar çalışıyorlar, sonra 1 Mayıs eylemleri filan, kendilerini avuttuklarını düşünüyorum, bu işin esas çözümü orada değil yani, bu işi onlar yapamazlar öyle çözemezler. Bu Türkiye toplumunda yürüyebilecek bir şey değil.

a10

(…)

Kimi eylem biçimlerinin, yöntemlerin tutmadığından bahsetti Cihan, ona geri dönelim mi, biraz açar mısınız? 

C: İnsanlar çok milliyetçiler, öyle bir kodlar işlenmiş ki devlete başkaldırmak haşa Allah’a başkaldırmak gibi. “Devlet büyükleri” filan diyor insanlar böyle laflar var yani. Din de varsa işin içinde, muhafazakarların içinde var zaten, bir de dinle yoğrulduğu zaman bu milliyetçi şey fena yani… Diyelim ki “bugün ben çok çalıştım” desen “çalış evladım, iş olsun da çalış” derler. Bütün analar böyle söyler, babalar böyle söyler, sistemi devam ettirmen gerektiğini düşünüyorlar, bunu sana iletirler, direk aşılarlar yani. Buna direnç göstermek de çok zor bir şey yani. Ben mesela bir arkadaşla konuşuyorum, her şeyi babasına soruyor adam ya, sonra geliyor ertesi gün babasının söylediğini söylüyor: “Babam böyle diyor”… Adamı babası yönetiyor yani, 24-25 yaşına gelmiş, kendi fikri yok daha ortada. Birçokları da böyle. Muhafazakar yapıda devlete başkaldırmak eşittir anarşi, böyle bir şey denmez, düşünülmez bile. “Bizim insanımız devletine karşı silah çekmez, devleti-bayrağı-ezanı dinmez…” Bu şekilde bir dünyası var yani, bunu kıramıyorsunuz.

Devlete verilen önem tamam, ama bir Müslüman için hak diye de bir şey yok mu?

C: Ama onlar Müslümanlığın neresindeler, nasıl bir bakış açıları var Müslümanlığa? Muhammedi bir bakış açısı mı, yoksa Ebu Cehil’in bakış açısı mı? Adının Müslüman olup olmaması çok önemli değil. Markası gibi bir şey o, asıl önemi olan içeriği. İçeriği hangi zihniyeti yansıtıyor? Orta Asya’dan o kültürle gelmiş, onu devam ettirmiş, ondan vazgeçmemiş. İslam’ın kodları ile tanışmamış ki bu insanlar. Ben de bu zihniyetteydim 22 yaşına kadar filan. Kadınları ezeceksin, işyerinde patron baba, eve geldi mi kendi patron baba oluyor, böyle bir zihniyete sahip insanlar. Karısına çoluğuna çocuğuna bir şeyi hak görmeyen, işte mesela miras kavgalarında bile hak gözetmeyen, kadınlara hiç bir şekilde miras vermemeye çalışan, kaçırmaya çalışan bir düşünce yapısı. Yaşıyoruz yani bunları. Allah vermiş sen kim oluyorsun da buna karşı geliyorsun? Hak yok, böyle bir şey yok. Kılıçdaroğlu şey demişti, işte “bunlar havuzlu evlerde yaşıyorlar”. Ya hepsi havuzlu evlerde yaşamak istiyor. Bir ilke olarak, zihniyet olarak Müslümanlık noktasında değiller yani. Adaletmiş filan falan hepsi hikaye. Rüşvet alıyor deniyor, buna bir tepki olmadı yani, bu insanların hiçbiri oylarının rengini değiştirmedi. Burada haktan adaletten nasıl bahsedecen? “850 lirayı size hak görenlere evet dediniz siz” diyorum ya işteki arkadaşlara. “Daha iyisi mi var” diyor sana.

Belki hakikaten iyisi yoktur ama?

B: Şu an öyle bir alternatif yok evet.

C: Ben işteki insanlara hep demiştim ki madem tepki koymak istiyorsunuz en azından sandığa gitmeyin. Bugün toplumun % 50’si sandığa gitmese bu iktidar sallanır ya. Ben gitmedim mesela.

B: Şu an İslamcıların da çoğu oy veriyor.

C: Önceden vermiyorlardı evet.

Çok keyifli bir sohbet oldu, çok teşekkür ediyor. Son olarak eklemek istediğiniz şeyleri alayım. 

B: Emek ve özgürlük için mücadele ettiğini söyleyen insanlar söyledikleri sözlerin altını doldurmalıdır. Özellikle 1 Mayıs sürecinde gerçekleşen eylemlerde söylenen sözler, sadece slogan olarak kalıyor, bunların hayata yansıması yok. Yani ezilenlerin hayatını değiştirmek noktasında elini taşın altına sokmuyorlar. Bunun altını çizmek istiyorum. Ellerini taşın altına soksunlar, somut adımlar atsınlar ve atmalıyız yani. Yoksa slogan atmakla bu iş olmaz, kendileri de atar, kendilerinden sonra gelen nesil de atar ve bu hayat böyle devam eder. Hiç bir şekilde zulüm ve sömürü sona ermez.

C: 2012 Şubat ayıydı sanırım, Bülent’le beraber gelmiştik, Fatih’te düğün salonunda bir program vardı. Ben orada bir çıkış yapmıştım, söz alıp işte bu konuştuğumuz şeyleri söylemiştim. Ama oradaki insanların ilgisini çekmemişti, işte bir siz ilgilenmiştiniz. Oradaki insanların hiç birinin profilinde öyle bir şey yok. Oradaki herkes de Müslümanım diyen insanlar. İnsanlar bu şekilde ne ahireti kazanabilirler ne de dünyayı. Konferanslarla, sempozyumlarla, işte ne biliyim böyle toplantılarla filan bu iş yürümez. Bir eylem planı yapmak zorundalar ve bunu eyleme dökmeliler. Bir harekete dönüştürmeliler ve bunun gerekli adımlarını atmak zorundalar, insanlara faydalı olmak istiyorlarsa. Yoksa onların yaptığı konferanslardan, sempozyumlardan kimsenin haberi bile yok. Orada kendileri top oynuyorlar, başka bir şey değil. Körler sağırlar birbirini ağarlar. Ben böyle düşünüyorum. Bu toplumun onların eylemlerinden, etkinliklerinden haberi olmuyor bile. Böyle mi olmalı yani İslami hareketler. Böyle olmamalı ya, bir şekilde dişe dokunacak bir şeyler yapılmalı. Yoksa ben de bu sistemin bir çarkının bir dişlisi oldum gidiyorum yani. Buna da engel olamıyorum yani. Üç tane çocuğum var, geçindirmek zorunda olduğum insanlar var. Bir şekilde bu hayatta bir görev aldıysam onu da yerine getirmek zorundayım, öbür türlü aç bırakılacaz. Ha burada şu var: Muhammedi açıdan baktığınız zaman biz bu bedelleri göze alabiliyor muyuz, alamıyor muyuz? Ben kendimce bunun muhasebesini yapıyorum. O insanlar kadar biz bir şeyleri göze alabiliyor muyuz, alamıyor muyuz? Hiç bir şey değişmiyor çünkü. O insanların hayatlarında 13 seneden sonra bir şeyler değişmeye başlıyor. Ama bizim hayatımızda hiç bir şey değişmiyor, hiç bir şey! Bunu tüm içtenliğimle söylüyorum, kendime de söylüyorum. Biz bazı şeylerin bedelini ödemek istemiyor muyuz, can kaybetmek istemiyor muyuz, ne biliyim aç kalmak istemiyor muyuz, saygı mı görmek istiyoruz, biz de mi konformizmlere kapılmışız, sistem bizi bir şekilde tutmuş yakalamış mı, biz de bu söylemlere mi kanmışız? Bunların hepsi kendime de söylüyorum, yani yanlış anlaşılmasın. O insanların yaptığı çok farklı bir şey. Biz o ayetleri anlayamıyor, algılayamıyor muyuz, anlıyoruz da hayata mı geçiremiyoruz, geçirmiyoruz? Bunu herkes kendisi de düşünmelidir, ben de düşünüyorum. Çünkü hiç bir şey değişmiyorsa, demek ki biz özümüzde bir şeyleri değiştirmiyoruz, kendimizi değiştirmiyoruz. Ayetler ışığında düşününce bundan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Çünkü “siz toplum olarak kendi özbenliğinde değişiklik yapmazsanız, biz de hiç bir şeyi değiştirmeyiz” diyor Kuran. Özü budur diye düşünüyorum.

a11

1 Response

  1. 16 Mayıs 2014

    […] tabii ki bu katliamda da ellerine oluk oluk kan bulaştığını görmeyecek. Padişahın markası Müslüman ya, padişahım çok […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir