Turgay Oğur ve estetik kaygısı
Bir arkadaşım vesilesiyle Turgay Oğur’un Zaman gazetesinde yayınlanan “Hayrunnisa Gül ve Superman” yazısını okudum. Meselemiz “estetik yoksunu” şehirleşme.
Hayrunnisa Gül’ün estetik hassasiyetleri ile Superman’in aşırı algı kapasitesini (x-ray donanımı ve ileri tele-kulak kabiliyeti, laf dinleme, vb…) genç ve sivil bir kıvraklıkla birbirlerine benzeten Turgay Oğur, kendi memleketi Rize’den Batum’a doğru yaptığı bir seyahatte doğu Karadeniz sahilinin mimari yoksunluğundan bahsedip, bunu günümüz şehirciliğine, daha doğrusu “estetiğe” bağlamış. Önce bu eleştirinin nispeten haklı olduğunu, baş göz üstüne, kabul edip “geç olsun, güç olmasın” diyelim. Zira bu kentleşme yeni değil. Kendisi daha iyi bilir, Karadeniz sahili özelinde olmasa bile 80’lerden beri var bu. Ne partiler, ne başkanlar geçti. Sonuçta olay gelip kentsel rantta düğümleniyor.
Hayrunnisa hanımdaki gibi titiz ev hanımlığını değil ama, Superman’deki gibi bir algı patlamasını düşününce aklıma ilk olarak Edgar Allan Poe’nun her zaman olduğu gibi psikolojik semboller ve göndermelerle dolu “Usher Konağı’nın Çöküşü” hikayesi geldi. Usher konağının sahibi, aşırı duyu hassasiyetinden (hiperestezi) muzdarip, ne giydiğine, neye dokunduğuna çok dikkat etmesi gereken, evin içindeki en ufak tıkırtıları duyan, dolayısıyla bir türlü huzur bulamayan bir karakter. Belli ki bu sebeple dışarı çıkıp halka karışma şansı da olmamış. Ablasını diri diri gömüp tabutun içinde çıkardığı sesleri işitip hikaye sonunda evle beraber yerle yeksan oluyor. Maalesef her örnek Superman gibi iç açıcı değil. Hatta bu örnek –her ne kadar 19.yy kasvetli ve yağmurlu neo-gotik batı ABD ortamında geçse de- gerçekliğe idealist Superman kurgusallığından daha yakın. Turgay Oğur’un da bahsettiği gibi, çok şükür frekans eşiklerimiz var.
Yanlış anlaşılmasın; sıvalara, akan tavanlara gözü takılan, daha düzgün bir ev isteyen insanlara değil lafım. Şehre dair bugüne kadar yapılan en yüzeysel eleştirilerden biri bu estetik eleştirisi -ki genelde “sol”dan çıkmıştır. Eleştiriyi estetik üzerinden yapanlar, aynı Roderick Usher beyefendi gibi bu evlerin altında kalmışlardır, boşluğa konuşmaktadırlar. Şehirleşmede yaşanan problemler ele alındığında, estetik her zaman için buz dağının görünen yüzü olmuştur. Bunu GAP inşaatın tasarladığı Tarlabaşı’nın kurgusal haline veya Beşiktaş Akaretler’in son haline bakarak görebiliriz. Olayı “estetik” olarak aldığımızda bu örnekler “başarılı”dır, “daha ne olsun”dur. Bu şekilde “başarılı” olan daha bir çok örnek var. Mesele 16:9 kulelerinin Tarihi Yarımada minarelerinin boyunu aşması mı, yüzde yüz değil.
Kentleşme toplumsal ve ekonomik boyutları olan bir mesele. Turgut Cansever’in Alman idealizminden ilhamla bahsettiği iki dinamik var demiştik bir önceki yazıda; biri kulu temsil eden yerel, geçici, esnek değerler, biri de merkeze ait, ilkesel, kalıcı, evrensel değerler. Biri konut, ahşap, organik, “plansız”; biri de imaret, hizmet, kalıcı, taş, yüce, adil gibi kelimelerle ifade edilebilir. Bu ikisinden ilkini çıkardığınız zaman; “tamam, her yerde tek tip olabilir, adaletli olduktan sonra”, derseniz sovyetik toplu konut modeline denk gelebilirsiniz. Kimisine göre TOKİ’nin ufak da olsa bir kısmı en azından bu işlevi görüyor olabilir, kimisi için o bile değil. Eğer ikinci değerler kümesini de çıkarırsanız, doğu Karadeniz sahilindesiniz demektir.
Kısaca, bu meselenin karmaşıklığı ve yapısallığı es geçilmektedir. “Şehir” gibi, komşuluk ve mahalle üzerine kurulu bir gerçekliğin idaresi için “kişisel hassasiyetler”den medet umulamaz. Bu şehir meselesine ilk dönem gecekondularla beraber aslında erken ve pratik bir giriş yapmış olmakla beraber apartmanlara toslayan solun teorik donanımındaki yetersizlik yavaş yavaş aşılıyor. Artık katılımdan, kent hakkından, öz örgütlenmelerden bahsediliyor. Mesele çoktan estetiğin şehirden yumurtanın sarısıyla beyazı gibi ayrıldığı bir sekülerizmden çıktı. İnsanlar örgütlenip, kooperatifleşip, dernekleşip dava açıyorlar.
Son olarak Turgay Oğur’a naçizane önerim, Superman, Hayrunnisa Gül veya Benazir Butto gibi büyük “ideal”leri bir kenara koyup, hemşerisi Mehmet Bekaroğlu gibi gerçek bir adaya odaklanması, onu desteklemesidir. “Sorun yapısal” dedik diye oturacak halimiz yok elbette; tedbirimizi alalım, sonra duamızı edelim.
Bence estetik kaygısı bu kadar rahat güme atılamaz hacı. Herkesin bir estetik anlayışı vardır. Misal: http://vimeo.com/42757615
Hacı o estetik değil ki gerçekliğin ta kendisi..
Estetik anlayışı güme atmıyorum aslında. içeriği de öncellemiyorum.
bu ikisi ayrılmaz diyorum sadece.
aslında beşiktaş akaretler ve tarlabaşı örneklerinin çok net olduğunu düşünüyorum, tekrar etmeye gerek yok. estetik tam da bu nedenle güme atılamaz belki; çünkü içeriği örtüyor, dolayısıyla sahte.
Sultan Ahmet’te sıra sıra evler var, dışarıdan öyle gözüküyor en azından.
İçerisi ise boş. Üç-beş tane ev dışarıdan ayrı yapı gibi görünüyor, içeriden birleştirilmiş otel mesela -bu örneği birebir olarak bir kere görmüş olabilirim emin değilim, ama okulda bize verilen bir örnekti, böyle bir yenileme yöntemi var çünkü. Bir Turgay Oğur dışarıdan geçerken burayı görse, “işte şehircilik bu, helal olsun” derse, baltayı taşa vurur.
Ha ama şu, bizim evde de torba torba danteller var, bazanın içinde durur, ananem verdi, hala ısrarla veriyor. Bu da böyle bir gerçeklik, bundan da kaçış yok. O estetik anlayışı değil yani, gerçekliğin ta kendisi. Arada öyle bir fark var. 🙂