Şehir, plan ve imkan üzerine

Süleyman Seyfi Öğün’ün önce İDE’deki konuşması, ardından Yeni Şafak’taki son yazısı bizleri heyecanlandırıyor. Her şeye rağmen hala bir başlangıç noktamız olduğunu unutmuyoruz elbette ama, ara ara böyle vesilelerle pekiştirmek rahatlatıcı, sevindirici. Önce konuşma geldi, ardından yazıyı gördük, dolayısıyla konuşmasında kapalı olduğunu ve açılması gerektiğini düşündüğüm bir kaç yer açılmış oldu. Konuşmanın verimli olduğunu, Süleyman hocayla tanışmakta belki geç bile kaldığımızı düşünüyorum. Verimliliğin sürmesi adına, kafama takılan iç içe geçmiş iki hususu tartışmak isterim; ilki konuşmanın ana eksenini oluşturan “kent”/”şehir” ayrımının geçerliliği ve işlevselliği,  ikincisi de “planlama” kavramının reddine dair.

“Kent” ve “Şehir”

Byzantine_Constantinople

Bir “şehir” örneği olarak İstanbul, zamanın Konstantinapolis’i, Bizans dönemi haritası. Şu anda Fatih ilçe sınırları dahilindeki yüz ölçümü 15 küsur km2.

Konuşmanın ana ekseni “kent” ve “şehir” kavramlarının farklılığı üzerine kurulu olduğundan buradan başlamak gerekir. Kabaca, imara açılan ve dolayısıyla metalaşma potansiyeli olan, planlanan, -belki de çitlenen, parsellere ayrılan- kapitalist üretimin doğrudan belirleyici olduğu, hep öyle olageldiği yerleşim “kent” olarak adlandırılıyor. Kökeni “burjuvazi”nin kökü olan “burg”. Üstelik modernleşme ile başlayan, dolayısıyla nispeten yeni bir olgu. (Londra, Paris, New York, Berlin örnekleri verilebilir).

 Diğer yandan, tarihsel olarak çok daha öncelere dayanan, ticaret, siyaset ve idare konularında gelişmiş, “mahalle” kavramının oturmuş olduğu, kişisel mülkiyetin çok belirleyici olmadığı, çıkmaz sokakları, plansız gibi görünen, kurgudan ziyade bir gerçeklik olan, organik dokusu ile “şehir”, yani “polis”. (Roma, İstanbul, İskenderiye gibi).

1000px-Map_of_London,_1300.svg

Bir “kent” örneği Londra, 1300 civarı. Yüz ölçümü yaklaşık 5 km2.

Kavramlar hiç bir zaman sadece “kavram” değiller. Spinoza tarafından kırılmaya çalışılmış olmakla beraber, kavram-gerçeklik ayrışması platonik, seküler bir ayrışmadır. Dolayısıyla bu kavramları daha net olarak ortaya koymalıyız, yoksa bir yerden sonra düşünmemizi kolaylaştıracak araçlar olması gereken kavramlar ideallere dönüşür ve gerçeklikten sapıveririz. Önce bu kavramların ayrışmasıyla ilgili muğlaklığı açmaya çalışacağım.

 Nostalji ve ideal

Kent-şehir ayrımına dair önemli bir ipucu  “planlama”ya dair; “Kentte planlama/tasarım süreci olur, şehirde olmaz”.  Planlamanın olmamasını daha “gerçek” bir özellik, “şehir” olmaya daha yakın bir özellik olarak gösteren Süleyman Seyfi Öğün, bunu ifade ederken Turgut Cansever’i örnek gösteriyor.

Turgut Cansever’in Edirne, Bursa ve İstanbul örneklerinden yola çıkarak yaptığı analize göre Osmanlı’da şehir dokusunun oluşumunun hem merkezi hem de yerel kaynakları vardır. Merkezde bir imaret, cami, han, kervansaray, çarşı, medrese bulunur, bu yapılar merkezi iktidarı ve kalıcılığı simgeleyecek şekilde taştan yapılardır. Bu merkezin etrafında ise, belirli ilkeler doğrultusunda ihtiyaca yönelik olarak ve yerel koşullar doğrultusunda verilen kararlarla, geçici veya esnek olarak inşa edilen meskun alanlar yani mahalleler bulunurdu. Bu halkın katılımına olanak tanırdı. Osmanlı aslında sürekli vurgulandığı gibi “merkeziyetçiliği” ile ön plana çıkmak zorunda değildir Turgut Cansever’e göre.

islamda-sehir-ve-mimariTurgut Cansever’in anlatımlarının en zayıf noktasının, mimar olmasından ve Alman idealizmine yatkınlığından kaynaklanan bir idealleştirme olduğu söylenebilir -Uğur Tanyeli’nin Turgut Cansever eleştirilerine dair ayrı bir yazı gerekir. Ama mimar eğer Turgut hocanın dediği gibi “zanaatkarlık” yapamıyorsa, yani sıradan bir mahalle esnafı değilse, aynı bugün olduğu gibi, ister istemez estetize etme, soyutlama devreye girer. Bildiğimiz mimarlıkta soyutlama olmazsa olmazdır. Kafanızda platonik bir ideal olur ve “tasarlarsınız”. Bunun kırıldığı anlar, gündelik hayatın içindeki, özellikle Osmanlı’da Turgut hocanın genelleştirdiği anlar ve örneğin birinci nesil gecekondu alanlarının geliştiği anlardır. Bu anlarda “inşaat” tam manasıyla bir zanaatkarlığa dönüşmüştür, imece ve dayanışma vardır. Arazi mafyası dolayısıyla burada bile romantizme giremiyoruz fakat, arazi mafyasına karşı mücadele de vardır örneğin bunun bir parçası olarak… Üçüncü bir yol ise bugün yaşanan, herhangi bir soyutlamadan tamamen “arınmış”, kar odaklı müteahhitliktir, titrin mimar veya mühendis olmasından bağımsız olarak.

Şehrin tarihini dondurup, ona dair nostalji besleyenleri eleştirirken, “şehirde planlama olmaz” diyerek aslında tersten kurulan bir nostaljiye kapı aralanıyor olabilir.

“Planlama” derken…

Hippodamus, Milet “polis”inde doğmuş bir plancıdır, veya bugünden geriye baktığımızda bir plancı gibi görünür. Yine bir “polis” olan Atina limanı Pire’yi, önceki kuşaklardan devraldığı dama tahtası tekniğiyle planlamıştır. Kendisi Aristo tarafından siyaset bilmezlikle, dağınıklıkla suçlanmıştır. “Şehir”, üstelik karelere bölünerek –yani mevcut dokuyu bazı yerlerde zorlayacak şekilde- planlanmıştır. Bundan yaklaşık bir yüz yıl kadar sonra İskender İskenderiye’nin planlanması için Dinocrates’i görevlendirmiştir. Rodoslu Dinocrates dama tahtası planını uygulamış, arkadaşı Crates ise Nil’in su seviyesinin ayarlanması için ona yardımcı olmuştur. Romalılar da, Etrüskler yoluyla bu modeli alıp kullanmışlardır. Roma planlıdır. Yani “polis” kavramı dahilinde “planlama” denen bir şey, “tasarım” var gibi görünüyor. Süleyman hocanın konuşmasından planlama derken ne kastettiği anlaşılsa da, kavramsallaştırmaların önemi altlarının doluluğuyla ilişkili.

“Planlamaya” dair çekince bunun “toplum mühendisliği” gibi modernist bir kurguya atıf yapması olabilir. “Planlı ekonomi”ye atfen resmi Sovyetik, Stalinist bir çağrışım yapıyor olabilir. Konuşmada da belirtildiği şekilde, -Turgut Cansever’den aktarırsam- Adnan Menderes’in arabayla gezerken yanındaki yardımcısına “şuralar yıkılacak, şuraya bunu yapın, buraya bunu koyun” tavrıyla yapıldığı söylenen Vatan ve Millet Caddeleri eğer planlamaya örnek olarak alınıyorsa, planlama tabi ki kötüdür. Eğer bu mesele “marka kent”, “finans başkenti” vs… gibi gidiyorsa, elbette. Ama bunları TMMOB da ifade ediyor zaten. Başka bir sorun daha vardır İstanbul tarihinde.

Alternatif “planlama”

Bir aralar en moda sorun, “plansız gelişme” idi. Kime sorulsa hep bir ağızdan plansızlıktan yakınılırdı. Şu anda İstanbul’da fiziksel mekanda yaşanan kaosun tarihsel kökenlerini incelediğimizde, klasik bir cevapla karşılaşıyoruz; “sanayileşme hızı büyüktür kentleşme hızından”. Zaten çok fazla olmayan kaynaklar devlet destekli sanayileşmeye yatırılır, Marmara Denizi’nın kuzeyinde özellikle İstanbul ve İzmit limanları arasında bir sanayi aksı düşünülür. Konutlara para kalması mümkün değildir. Ucuz iş gücüne ihtiyaç vardır, insanlar göç ederler ve gecekondulara göz yumulur. Süleyman hocanın bahsettiği, belki de Osmanlı’dakine benzer olumlu bir plansızlık örneğine “modern” tarihte ilk dönem gecekondu mahallelerinde rastlamak mümkündür.

karanfilköy

Karanfilköy civarı. 1. Nesil gecekonduların dokusu yaklaşık buna benzerdi.

Bir hocamız anlatmıştı, bir gün İsviçre’den kent planlamacı bir ekip İstanbul’u ziyaret eder. Bizim hocalar ekibi gezdirir, ana arterleri, toplu konut alanlarını falan anlatırlarken ikinci köprünün Avrupa yakası çıkışına gelirler. Ziyaretçi ekip “Onları bırakın, asıl bu muhteşem yer neresi?” diye az ilerideki tepeyi gösterirler hayranlıkla. Hocalar şaşırır. Karşı tepe İTÜ’nün arazisine kaçak olarak yapılan Küçük Armutlu gecekondu mahallesidir. İsviçreli bilim adamları bu şekilde onaylarlar Küçük Armutlu’yu. Tek katlı, aşı boyalı, bahçesinde meyve ağaçları olan, köy dokusunda fakat yatayda daha yoğun mahallelerdir bunlar. Sarıyer sırtları, Armutlu, Karanfilköy, Zeytinburnu’nun ilk halleri, Gazi mahallesi, Ümraniye’nin ilk hali, 1 Mayıs mahallesi, eski Okmeydanı, eski Kuştepe vs… bu kendiliğinden gelişen dokuya örnek olarak verilebilir, örnekler de saymakla bitmez. Burada hakikaten bir planlama yoktur.  Muhtemel ki Süleyman Seyfi Öğün hocanın belirttiği “plansızlık”, kendiliğindenlik” modern dönemde de “bir ara” mümkün olmuştur. Bu dokunun izleri Ankara’da Altındağ, Mamak gibi mahallelerde daha belirgindir.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Ankara, Mamak. Şehrin göbeğinde tipik köy dokusu, sadece biraz daha yoğun. Yakında bu doku tarihe karışacak.

İkinci nesille beraber kırsala ailece yerleşmeler başlayıp, çoluk çocuk sahibi olunduğunda, sırayla çıkartılan gecekondu afları –ki bu aflar devlet tarafından tek taraflı olarak verilen bir lütuf olarak değil, çetin mücadeleler sonucu, belirli direnişlerin meyveleri olarak alınmıştır- ve apartmanlaşma; bilinen hikaye. Aflardan sonra toprak para etmeye başlayınca, kat sayıları ve emsaller yükselir. Konut yapımı “ihtiyaca yönelik” olmaktan çıkar ve arz odaklı olmaya başlar. Sonra gelsin 12-13 katlı ışıksız Gülbağ konduları, 9 katlı Gültepe binaları.

Burada sebep “planlılık” veya “plan yapmak”tan çok yapamamak, hatta bazen bile bile yapmamak gibi görünüyor. Bana kalırsa “Kent” ve “Şehir” arasındaki farkın en zayıf noktası “planlama”ya karşı çıkış. Dolayısıyla bence “planlama”ya bir şans vermek lazım. “Planlama” sadece boş alanların karelere ayrılıp “zenginlere” peşkeş çekilmesi veya elitler arasında bölüştürülmesi değil. Elbette ki içerdiği tahakküm potansiyeli bugün TOKİ’nin “hücre tipi” sosyal konutlarında hala ortaya çıkmaktadır.

Kavramsal Tartışma

“Kent” ve “Şehir” kavramsallaştırmasının sağlamlığı önemli çünkü bu ayrıştırma bizim için önemli bir yola çıkış noktası olacaktır. “Bizde ‘kent’ yoktur, ‘şehir’ vardır.” demenin olumlu bir şekilde sonuçlanması bizim pratiğimize bağlı. Sonuçlanmaması da mümkün. Kavramsal çerçeveyi oluşturmaya çalışırken yalıtılmış teorik bir alana, herkese tepeden bakan ve sürekli eleştiren bir konuma hapsolma tehlikesi her zaman var.

Buna paralel olan “İslam’da Sınıf” ve “İslam’da Emek” tartışmasını açmak yararlı olabilir. Örneğin Lütfi Bergen, özetle şunu söylüyor: “İslam’da ‘sınıf’ yoktur. ‘Emek’ kavramı günümüzden farklı şekilde açıklanmaktadır. Dolayısıyla mevcut durumda kol veya kafa gücünü satarak geçinenlerin ‘emekçi’ olarak desteklenmeleri kapitalist sistemi yeniden üretecektir. Dolayısıyla, örneğin iş yerlerinde yaşanan adaletsizlikler, sendikalaşma, iş kanunu, taşeron, bizim öncelikli konularımız olmak zorunda değildir.” Bu görüşle ilgili Ahmet Tabakoğlu hoca da şunu söylüyor;

İdeal toplumda da iki ayrı işçi ve işveren sınıfları olmamakla birlikte günümüzdeki sorunlara çözümler getirilmelidir. Bu çözümlerin hareket noktası adalettir. Ancak bu adaletten kastedilen şeyin 19. yy. Avrupası’ndaki Sanayi Devrimi döneminde gördüğümüz işçi ve işverenin eşit şartlarda karşı karşıya gelip hak ve sorumlulukları belirlemeleri olmadığı açıktır. Bir başka deyişle, böyle bir eşitlik ve serbest rekabet, güçlü olandan yani işverenden yana işler. Bunun adalet olamayacağı açıktır. O halde adaletin gerçekleşmesi emekten yana olmak demektir. Çünkü tarihin her döneminde emek sermaye karşısında güçsüz kalmıştır. (İslam İktisadı, Dergah Yayınları, ss. 267-8, , 2008)

Burada ufaktan da olsa bir yol ayrımı var gibi görünüyor. Bu gerilimin benzerini şehir-kent tartışmasında yaşama ihtimalimiz var mı? Mustafa Kutlu’nun ve Semih Akşeker’in uyarılarının ötesine geçebilecek miyiz?

Yoksunlukla Savaş

Örneğin, daha tam olarak anlayamamış ve sindirememiş olma ihtimalimizi de dahil ederek, “kent hakkı” meselesinden, içinde sadece “kent” geçiyor diye vaz geçebilir miyiz? “Öz yönetim” veya “kooperatif” bir alternatif değil midir bizler için? Mesela mahallelinin toplanıp yapılan “plana” itiraz etmesi, dahası yeni bir “plan” önermesi, “kent” paradigması dahilinde mi ele alınmalı? Yani kısaca, “şehir” meselesi otantize olup bize hayattan el etek çektirir mi, yoksa daha sıkı mı bağlar? Neden mi bu kadar korktum? Süleyman hocanın söyleşideki Gezi eleştirisinin radikal soldan sağa sapan tınısından. “Daha önce neredeydiniz?” sorusunun herkese yöneltilebileceği, hatta özellikle yöneltilebilecek başkaları olduğu, dolayısıyla bir haksızlık yapıldığı kanaatindeyim. Fakat bu korkum hocanın Yeni Şafak’taki yazısıyla kırıldı.

Venezuella’nın çoğunluğu Miami’deki yoz “gringolara” (veya çingenelerin dediği gibi ‘gacolara’) özenmediği için vasatı yakalamışlar. Bizim birinci nesil gecekondulular kendilerini yoksun hissettikleri için, belki de yapılan “yoksunluk” propagandasıyla apartmana giriştiler. Üstelik iktidarın hissettiği yoksunluğun yanında hiç bir şeydi bu. İşte bu yoksunluğu yenmek, hayatın akışı içinde, mücadeleyle olacaktır. Somut alternatiflerin kurulması, veya var olanların ön plana çıkartılması gerekmektedir.

Gerek politik koşullardan ötürü, gerek heyecanımızdan, gerek yaşımızdan, kavramsal tartışmaya dair sabırsızlığımızdandır biraz da bu yazı.

1 Response

  1. alp dedi ki:

    eline sağlık abi, çok güzel bir gezinti olmuş. ince bağlantılar, güzel bir akış ve iyi bir bağlama.

    Süleyman hocanın anlatımında bana da en vasat gelen kısım bu şehir kent ayrımı idi. fazla basit, fazla ikici. sanki bir dinleyici de bunu dile getirmiş, süleyman hoca da zaten bir tür idealleştirme yaptığını belirtmiş ama çok da tatmin edici bir cevap vermemişti. Hoca bence burada haklı olarak çok eleştirdiği türkiye sağcılığının gelenekçiliği ile az bişi rezonansa giriyor. Bu tür ikilikler bişeyi illa çok kısaca anlatmamız gerekiyorsa belki kullanılabilir ama böyle konuşmalarda kullanmanın yarardan çok zararı var.

    modern dönemin çok yeni, çok başka, önceki “geleneksel” dediği dönemden çok farklı olduğu bir yalan. modernlerin bir yalanı. modernler çok yeni çok güzel diye bu yalanı sundu ve pazarladı, eleştirenler de çok yeni ve eskisinden çok kötü diye bunu aldı ters yüz ederek kullandı (oryantalizme göyya karşı olarak oxidentalizm’in öne sürülmesi gibi biraz). atıyorum gelenekçi sağcılar da Foucault gibi çok kral bir adam da bu noktada abartıyorlar, batı burjuvazisinin kendisine dair anlattığı yalana fazla itibar ediyorlar. Tabii pek çok yeni şey var modernde ama abartmamak lazım. senin dikkat çektiğin gibi planlama modern öncesinde de vardı. iktidarın iktidar olmayanlara yönelik toptancı, tek taraflı, yıkıcı ve kendi çağında “bilimsel” belirleyiciliği de; bunlara karşı mücadeleler de. planlama “modern bilgi-iktidar” kavramıyla birlikte düşünüldüğünde kötü bir şey gibi oluyor, o tarafını önplana çıkarmış oluyorsun. ama planlamanın hem modern öncesinde de var hem iktidar odaklı-iktidar için olmayan versiyonları da. senin yazı da, kent ve planlama özelinde, gerçeğin bu ikiliklerden ne kadar daha alacalı olduğunu çok güzel ortaya koyuvermiş.

    gezicilere yönelik “daha önce neredeydiniz” ve “toptana değil teferruata bakıyorsunuz, yeterince radikal değilsiniz” eleştirileri de ne yazık ki çok talihsizdi. “sen neredeydin, sen ne kadar radikalsin ve bunu siyasal olarak nasıl ortaya koyuyorsun” diye sorarlar insana. insanın böyle şeyler söylerken biraz aynı eleştiri bana getirilse ben ne derim diye bi düşünmesi lazım.

    önemli olan kendimiz dahil herkesteki ahlakı, adaleti ve doğruyu temsil eden kırıntıları ve anları bulmak, çıkarmak, bunları birbirine konuşturmak ve müşterekler noktasında eklemleyip zulmü en güçlü şekilde dönüştürmeye çalışmak. haklı olarak eleştirdiğimiz modern sermaye-iktidarın jestlerini muhalifler/eleştireller/direnişçiler içinde yeniden üretip birbirimize uygulamanın alemi yok sonuçta.

    ha ama söyleşi çok güzel ve bilgilendiriciydi, bunları nüanslar olarak vurguladım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir